SİYASETTE TIKANMA OLGUSU
21. yüzyılın eşiğindeki Türkiye’de siyaset kilitlenmiştir. Birileri, bir şeyler süreci tıkamış durumdadır. İster Kürtler adına siyaset yapmak üzere yola çıkan yapılar isterse Türkiye’yi yönetmek üzere faaliyette bulunan siyasî oluşumlar olsun, tıkanma-kilitlenme herkes için geçerlidir. Burada suçlu/kabahatli aramak yerine, tıkanıklığı aşma çabaları/arayışlarının ön plana geçmesinde yarar var. Öncelikli sorun, başta siyaset olmak üzere ekonomi, yönetim ve hukuk alanındaki tıkanma-kilitlenme olgusunun dürüstçe saptanması ve doğru çözüm yollarının aranmasıdır.
Temel sorun, hukuk ve siyaset düzleminin çağla ve Türkiye gerçekliğiyle uyum sağlayamamasıdır. Ülkeyi yöneten veya yönetme iddiasında olan siyasî kadrolar, yetersiz oldukları kadar, öngörüden yoksun ve dar milliyetçi kalıplar içinde düşünmektedir. Sistem, dürüst siyasetçileri adeta tasfiye etmiş; birikimsiz, önyargılı, tutucu kadroların siyaset arenasında boy göstermesine fırsat vermiştir. Siyasal parti ve kadrolar, mevcut sistem içinde, belli kişi ve çevrelere çıkar sağlayan organlara dönüşmüştür.
2000’li yıllara giren Türkiye’deki çoğu çevre, siyasî çıkmazların “demokratik zihniyet devrimi/evrimi” ve buna uygun bir “yeniden yapılanma”yla çözüleceği konusunda hemfikir sayılır.
Fakat, herkesin “demokrasi ve yeniden yapılanma”dan anladığı farklıdır. Çünkü yaklaşık 40 yıldır faaliyet sürdüren farklı siyasî akımlarla ideolojik ve etnik kimlikler 1990’lardan itibaren billurlaşıp biçimlendiler, belli kalıplara dökülerek pekişme sürecine girdiler. Yer yer “iktidar ve sistem” mücadelesi vermeye başladılar.
Geleceği hazırlamak düşüncesinde olanların ilgilendiği nokta şudur: Bu farklılıkları bir çatışma ve gerginlik gerekçesi mi yapmalı, yoksa bir zenginlik ve çokrenklilik fırsatı olarak mı değerlendirmeli?
TIKANMAYI AŞMAK
Tıkanmış siyasetin önünün açılmasına yardımcı olmak bâbından, demokratikleşme meselesinin sacayaklarından birini oluşturan Kürt sorununun gelip dayandığı şu noktada, birkaç şey söylemek mümkündür:
Bir: Meseleye herkesin dahli vardır. O halde sorun herkesi yakından ilgilendirmektedir.
İki: Şimdiye kadar konuya ilişkin önerilen veya öne sürülen çözümlerden hiçbiri gerçekçi olmamış; hayat bulmamıştır. Bu durumda, eski çözüm önerileri terk edilmelidir. Herkes kendi tarihini, geçmişini, geleceğini ve mevcut yapılanmasını yeniden gözden geçirmeli; yepyeni bir üslûpla tartışma ortamına zemin hazırlamalı. Söylem değişikliği yeniden yapılanmaya yol gösterecek kapsamlı programlara da yansımalıdır. Siyaset biliminde, politika alanı dışında kalması gereken doğal (doğuştan gelen) farklılıklar, meselenin merkezine oturtulmamalıdır. Eksen bölgecilik değil, Türkiyelilik; salt Kürt sorunu değil, 65 milyonu kapsayacak kadar geniş; temel hak ve özgürlükler, anayasal vatandaşlık gibi ögeleri de içerecek biçimde yetkin demokratikleşme olmalıdır.
Üç: Kürt meselesinde ilişkilerin giriftliği iyi kavranmalıdır. Yani “önce Kürt meselesini çözelim, sonra...” yahut “Kürt problemi çözülmeden, .... çözülemez” diye başlayan söylemler tek yanlıdır ve diyalektik mantıktan yoksundur. Benzer biçimde, “demokrasi çözülmeden, ekonomi çözülmeden, feodalizm çözülmeden.... Kürt meselesi halledilemez...” gibi bir mantık da tek boyutlu kalmaya mahkûmdur. O halde “şu veya bu meselenin önceliğini, çözümün olmazsa olmaz şartı” olarak dayatmadan, sorunları birlikte veya eşgüdüm çerçevesinde ilerlemeyi, mesafe almayı kolaylaştıracak biçimde el almak lâzımdır.
Dört: Temel kriter, çözülmesi umulan/beklenen sorunun olgularla, hayatın gerçeklikleriyle bağdaşıp bağdaşmayacağıdır. Biricik kriter, ancak ve ancak bunu algılayacak, ruhunda sindirebilecek, yaşamında uygulayacak olan insandır, vatandaştır, halktır. Kısacası herhangi bir hakkın, bölge insanının, Kürt kökenli yurttaşın içine sinmesi, onun tarafından benimsenip kabullenilmesi elzemdir ve temel hareket noktası bu olmalıdır.
KAÇINILMAZ MUHASEBE
“Yeniden yapılanma” günümüzün ortak paydası gibi. Yeniden yapılanmanın, yeni bir döneme girmeye niyetlenmenin ve demokrasiyi esas almanın özgür tartışmayı bir önkoşul olarak gerektirdiği açıktır. Muhasebe ihtiyacı duymadan yol almak mümkün değildir. Yeniden yapılanma bir tıkanmayı aşma gereğinden değil de sanki rutin bir gelişme icabı gündeme gelmişçesine davranmak; eksiklik ve hataları halı altına süpürmeye çalışmak, önümüzdeki dönemi yeni söylem, fakat eski içerikle karşılamak gibi bir tuhaflık olacaktır. Dolayısıyla, herhangi bir art niyet taşımaksızın ve aramaksızın muhasebe yapmak, hem dönemin mantığı gereğidir, hem de artık kaçınılmaz bir ihtiyaçtır.
1980’lerden itibaren Güneydoğu’da yaşanagelen hareketlenme, Kürtleri hızla politikleştirmiştir. Etnik kimlik eksenli bu hak arayışının kırsal alandan bölgedeki kent merkezlerine taşınması, ilk başta Türkiye’deki genel demokratikleşme çizgisine hizmet edebilecek bir izlenim yaratmıştır. En azından, kamuoyunda demokrasiyi ve iyimserliği ön plana çıkaranların beklentileri bu yöndeydi. Türkiye’deki duyarlı kesimlerle çeşitli kitle kuruluşlarının önemli desteğini alan insan hakları ağırlıklı eylem biçimlerinin temel noktası, “ortak mücadele ve Türkiyeli olmak, Türkiyeli gibi düşünmek” idi.
Kabaca 1992'den itibaren ise, kent merkezli demokratik hak arayışları, dar ve şiddet merkezli politikaların içine hapsedilmiştir. Giderek bir öncü ve önder kültü yaratılmış ve 1990’lardan itibaren daha fazla köylüleşilmiştir.
Bütün bunların sonucunda, özgür bireylerin kolektivizmiyle gelişecek demokratik yapılanmaların önü tıkanmıştır. Bu, Kürtlerle birlikte olabilecek demokratik güçlerin Kürtlerden, Kürtlerin de bu demokratik ögelerden izole hale gelmesine neden olmuştur. Her ne kadar bu sonuçta baskılar, faili meçhuller, partilere yönelik anti-demokratik tutumlar, resmî dışlayıcı tavırlar, vb.’nin de önemli payı olmakla birlikte, iç dinamikteki bu olumsuzluklar da önemli rol oynamıştır.
Bu tablo içerisinde, potansiyel, kazanım, vb olarak nitelendirilen çoğu olgu da, ya özensiz kullanılan birer malzemeye ya da aslına uygun olmayan şekillenmelere dönüşmüştür.
Öncü kültünün tapınmaya, tereddütsüz itaate doğru evrilmesiyle sorgulamanın yerini zihinlerin donuklaşması almış, bu da kendisini en çok aydınlara hiç de dostça olmayan yaklaşımlarda göstermiştir. Dolayısıyla gelişmelerin sağduyulu, bilimsel analiz kanalları neredeyse kurumayla yüz yüze gelmiştir. Bunun olumsuz etkileri günümüzde de görülmektedir. Yeniden ve çağdaş, demokratik bir yapılanmanın, bütün bunları aşmayı hedef olarak belirlemek ve iyi niyetle buna girişmekle mümkün olacağı açıktır.
DEMOKRASİ SORULARI
Demokrasi açısından sorulması gereken şudur: Barış için illâ savaşmak mı gerekir? Demokrasi isteniyorsa eğer, bu talepte bulunan bir yapının uygun olmayan bünyesi, arzulanan demokrasi konusunda başkalarını inandırabilir mi?
“Niçin demokrasi?” sorusuna açıklık kazandırabilmek için ufuk genişletici bazı ek sorular sorulabilir: Mevcut eşitsizlikleri ve haksızlıkları gidermek için mi demokrasi? Gerçekleştirilebilir azami özgürlük için bir araç olarak mı demokrasi? Kendi kaderini tayin özgürlüğü için mi demokrasi? Özerklik veya bireysel özgürlükler için mi demokrasi? İnsan gelişiminin bir aracı olarak mı demokrasi? Kişisel çıkarların korunması için bir araç olarak mı demokrasi? Etkili katılım için mi demokrasi? Göreli olarak geri ve çağdışı kalmış kamuoyunun evrimleşmesi, 21. yüzyıla ayak uydurabilecek bir düzeye gelebilmesi için mi demokrasi? Etkin katılım, kollektif denetleme ve aydınlanmış bir anlama düzeyine çıkmak için mi demokrasi? Tümüyle koşullara bağlı bir durum olarak yurttaşlık mı, anayasal veya doğal yahut kategorik bir hak olarak yurttaşlık temelinde yükselmek için mi demokrasi? Yoksa faaliyet, etkinlik ve çoğunluk koşuluna bağlı kalan bir yurttaşlık esasına dayalı bir demokrasi mi? Çoğunluk tahakkümüne karşı azınlığı/muhalifleri koruyan bir demokrasi mi? Kendi kaderini tayin ve özerklik olanağını azamileştiren bir demokrasi mi, yoksa toplumdaki dengelerle tarihî koşulları gözönüne alarak toplumsal uzlaşma belgesi olabilecek bir demokrasi mi?
“Hangi kuruluş türü veya türleri, o sistemin üyeleri tarafından demokratik biçimde yönetilmelidir?” sorusunun yanıtı da tayin edicidir. Demokratlar, genellikle, en azından belli bir toprağa dayalı yapıların, devletin demokratik denetimine tâbi olması gereğine vurgu yapar. Ama bu yetersizdir. Mesela Türkiye gibi devlet yapılarında, üst yargı erklerinin aldıkları ihtiyâti ve yürütmeyi durdurma türünden kararlar, devletin anti-demokratik uygulamalarını engelleyemiyor. Bu durumda, modern demokrasinin gereği olarak, hem devleti hem de toplumu oluşturan diğer kuruluş türlerinin de, kendi içlerinde demokratik olmaları zorunluluğu ortaya çıkıyor: Yani sendikalar, siyasal partiler, ekonomik işletmeler gibi sivil toplum kuruluşları eğer kendi içlerinde demokrat değillerse, ne devleti denetleyebilirler ne de demokratik sürece istenilen katkıda bulunabilirler. Kürtler açısından bakıldığında, “demokrasi ve barış” temelinde yeniden yapılanmanın kaçınılmazlığı da bu noktada su yüzüne çıkmaktadır.
İster Kürtlerin isterse Türkiye’deki tüm demokratik kitle kuruluşlarının, kendini “devlet ve öncü örgüt”le sınırlamaları, tarihte yaşanan onca teori ve pratik gözönüne alınırsa, demokratik süreci kısıtlayabilir. Zira, var olan devletin veya muhalif yapıların tipleri, demokratikleşme üzerinde olumlu yahut olumsuz etkilerde bulunabilir.
Bir soru daha: Asimilasyoncu kültürel türdeşlik mi, yoksa demokrasi çerçevesinde sunulmuş alt-kültürel çoğulculuğun egemen olduğu bir sistem mi, Güneydoğu insanı için daha hayırlı ve ülke bütünlüğü için daha güvenilirdir?
ÇOKKÜLTÜRLÜLÜK VE DEMOKRASİ
Türkiye’deki demokratikleşme süreci, alt-kültürel kimliğin çoğulculuğu; yani etnik, kültürel, dilsel veya bölgesel farklılıkları dikkate alan, bunlara uygun çözümler getiren program ve projeleri içermelidir. Çünkü anılan farklılık ve duyarlılıklar, tarihsel deneyim veya soydan soya aktarılan efsaneler, birikimler ve mitler etrafında biçimlenmiştir. Günümüzdeki ifade tarzları da, siyasal parti veya ideolojiler çevresinde toplanıp hak arayışı biçimine girmektir.
Demokratik çokkültürlülük, haysiyet eşitliği (bireysel, kültürel, kümesel merkezli bir farklılık) ilkesinin kabul edilmesi ve buna uygun bir politikanın iyi belirlenip uygulanmasıdır: Birey yahut kümenin, diğerine benzemeyen kimliğini yani başka herhangi birinden farklılığını tanıma gereksinimidir.
Burada ilgili herkesi eşit biçimde tanıyıp kabul etme ilkesi önemlidir. Yani herkese özgü olanı kabullenmek yoluyla evrensel ölçekte varolan bir şeye, herkesin bir kimliği olduğu gerçeğine saygı göstermemizi gerektirir. Bu evrensel talep, “özgüllüğün” tanınmasına güç kazandırır, birliği pekiştirir.
Ayrılıkçı eğilimlere karşı “çeşitliliğe saygı” ve temel haklar için verilmiş uygun “güvenceler” sağlanabilirse başarılı olur. Bir başka deyişle, bu varsayım, “bütün kültürel, inanç ve pratiklerin mutlak bir kabulünü değil; “ufkumuzu sonuçta belirecek kaynaşmalara yönlendirmesi” gereken türden karşılaştırmalı kültürel incelemelere açık olma istekliğini gerektirir.
Demokratik çokkültürlülük, siyasetle her zamankinden daha fazla kurumsal keşifçilik ve esneklik fırsatını sağlamaktadır.
Kültürel çeşitliliğin farklı kurumlaştırılma veya kamusal tanınma olasılıkları arasında, bireysel hakların kümesel hakları veya toplu hakları kapsayacak şekilde genişletilmesi (Kürtlerin konumunda olduğu gibi özellikle etno-kültürel haklar); yani geniş bir anayasal çerçeve içinde özgürlükler verebilecek bir sistemin kurulması; çoğulcu etnik toplumlardaki grup liderleri (ve muhalifler) arasında hatırı sayılır bir uzlaşma ortamı doğurur. Demokratik tartışmayla varılabilecek toplumsal mutabakat, kümelerarası anlaşma ve etkileşimi de içeren “toplumsal birliktelik” politikalarını geliştirip güçlendirir.
Çokkültürlülük düzlemindeki kültürler, anlamın hem yatay hem dikey bütünsel çizgiler boyunca yapılandırdığı yaşam biçimleridir. İnsanlık tarihinin bize bıraktığı bir mirastır.
Demokratik çoğulculuğun benimsenmesinde belirleyici şey, iktidar ile karşıtlık ve bunların silinmesi olanaksız niteliğidir. Buna “oluşturucu dış taraf” da denilebilir. Demokrasinin varolabilmesi için, hiçbir toplumsal aktörün, toplumun kuruluşu konusunda bir üstünlük iddiasında bulunmaması gerekir. Aktörlerarası ilişkiler eşit ve sınırlı olmalıdır. Farklılık; birlik-bütünlük sınırlarını veren temel ölçektir. Birlik ve bütünlüğün olanaklılığını gerçekçi biçimde görmek,farklılığın hem belirlenmesinde hem de sınırlandırılmasında bize yardımcı olabilir.
Bu durumda, hem devlet hem de muhalifleri; birbirlerini dışlama yerine, demokratik siyaseti tartışmayı, karşı tarafı uzlaşma alanına çekmeyi denedikleri ölçüde demokratik bir toplum yaratma ve toplumsal birliği sağlamada başarılı olabilirler.
Bu düzlemde siyasetin olağanüstülükten çıkarılıp doğallaştırılması; siyasî hayatın normale dönmesi; açılım ve çözümlerin barış içinde birbiriyle yarışabileceği bir barış ikliminin yaratılması; tüm bunları güvence altına alabilecek bir anayasanın, uzlaşma belgesi haline getirilmesi gerekmektedir.
Demokratik açılım ve demokratik çözümde, dışarıya veya kadir-i mutlak herhangi bir güce, asayiş mantığına değil; ülke insanına güvenilmelidir. İnsanların kendi çözümlerini üretebilir bir olgunluk ve beceride olduğu, önkabul görmelidir. Halk, kendisiyle ilgili karara katılabiliyor ve uygulamaları değiştirebiliyorsa, gerçekten “bu ülkenin yurttaşıyım, bu ülkenin sahibiyim” diyebilir.
Doğu ve Güneydoğu özgülünde, resmî dilin Türkçe olduğu anlaşılıp algılanmalı; buna karşılık farklı etnik kümelerle, altkimliklere anadillerini konuşabilme, yazabilme, yayabilme ve geçmiş tahribatları da telafi etmek suretiyle bunu 21. yüzyıla taşıyıp geliştirebilme olanakları tanınmalıdır.
Öte yandan; demokratikleşmeyi köklü bir süreç olarak görmek özel bir önemi haizdir. Sorun, mevcut sistem işleyişine “aslî unsur” vurguları eşliğinde bir ikinci etnik eklemlenmesinin mekanikliği biçiminde anlaşılmamalıdır; bu, çok kolaycı ve şematik bir yaklaşım olur.
Köklü bir süreç olan demokratikleşmenin güncel kimi ihtiyaçlarına da göz kapamamak gerekir. AB ile bütünleşmenin de kıstasları durumuna gelmiş, fakat esas olarak Türkiye'nin sağlıklı gelişimi için elzem olan ve artık ertelenemez adımlar (genel af, sağlıklı bir ‘köye dönüş’ projesi, anadil hakkı, ders kitaplarındaki şartlanmaları besleyen tahriflerin kaldırılması -örneğin Lozan tarihi anlatılırken Kürtlerin neredeyse buharlaştırılması; tarihin o dönemde o konu hiç konuşulmamış gibi anlatılması-, normalleşmenin kalıcılaşmasında ısrarlı ve ihtiyatlı söylemlerin tercih edilmesi gibi) hoşgörü kültürünün harcı olacaktır.
YENİDEN YAPILANMANIN OLMAZSA OLMAZLARI
Barış yahut demokratikleşme, bir mesaj veya talimatla gerçekleşebilecek süreçler değildir. Bu bir toplumsal örgütlenmeyi, kamuoyu yaratıp geliştirme ve buna uygun birimleri yaratmayı gerektirir. En basitinden, kendisi demokratik olmayan bir parti veya muhalif örgütün, demokrasi öncülüğüne soyunması; önderliğini yapsa bile bunu gerçekleştirmesi; başkalarını ikna etmesi mümkün gözükmemektedir.
Sözgelimi, demokratik yeniden yapılanmanın şart olduğunu ısrarla dile getirenler, en başta kendilerini samimi biçimde değiştirip dönüştürebilmiş değillerdir. Oysa demokratik yeniden yapılanmanın temel şartı; bağımsız düşünme, fikirlerini özgürce ifade etme, geçmişin hata ve sevaplarını çekinmeden sorgulama ve bundan gerekli dersleri çıkarmadır.
Demokrasi konusunda siyaset etiği ve kültürü zaaflı konumlanmalarla demokratik mücadelenin yürütülmesinde ısrar, her defasında zorluklar ve tıkanıklıklar yaratacaktır.
Kuşkusuz, hayal görmemek lazım. Ha deyince, Kürt toplumunun ya da bir bütün olarak Türkiye'nin hemen demokratikleşeceği, bu insanların da akşam yatıp sabah kalkarak demokrat olabilecekleri sanılmamalıdır. Bunun bir süreç olduğu kavranmalı, dönüşümün ağır işleyeceği; yer yer ciddi terslikler yaşanacağı da hesaba katılmalıdır. Burada esas olan, iyi niyetten de öte, ciddi plan, program ve projelerin varlığıdır. Bu da yetmez; pratikte bunun hayata geçirilebilirliği ve uygulanabilirliği kanıtlanmalıdır. Legalitenin ve demokrasinin gerekleri hakkıyla yerine getirilmelidir.
Temel hedefler düzeyinde ele alınacak olunursa; demokratikleşme ve yeniden yapılanma programı, etnik meseleyi veya belli bölgeyi merkeze koyan bir anlayıştan giderek vazgeçmelidir. Doğrudur, Kürt meselesi Türkiye gündeminin baş sorunlarından biridir. Ama bunun yılları alan bir süreç içinde ön plana geçip geliştiği; resmiyetin katı politikaları yüzünden kangrene dönüştüğü ve dolayısıyla çözümünün de zamana yayılan bir süreci kapsayacağı kavranmalıdır. Etnik meselenin vurgulanması, bünyede şu andaki ağrılı ve sancılı bir durumun gereğidir. Ağrı geçip tedavi başladığında, bu meselenin önemi giderek azalacak; yerini, başka toplumsal/siyasal sorunlara bırakacaktır. Bu yüzden, etnik merkezli bir program, etnik ağırlıklı bir yapılanma ve etnik iskeletli bir örgütlenmenin, orta ve uzun vadedeki demokratikleşme sürecini tıkama olasılığı vardır. O halde strateji düzeyinde, Kürtlerin yeniden yapılanma programı, Türkiye’deki tüm sorunları nicel farklılıklarına göre değerlendirip, hepsine ilgi duymalıdır ve politikalar katılımcı bir anlayışla geliştirilmelidir.
Kaldı ki, Kürt toplumundaki modernizasyon süreci (feodalitenin tasfiye sürecinin hızlanması, kentleşme yoğunluğu, vb) artık demokratik bir tarzı ve demokratik kurumlaşmaları elzem hale getirmiştir, getirmektedir.
Mensubu olduğum DEMOS (Demokratik Oluşum Süreci), tarihin bu kritik döneminde görevinin bilincinde hareket ederek önemli bir düşünsel yoğunluk geliştirmeyi amaçlamaktadır. Ayrıca, Türkiye çapındaki fikirsel ve siyasal faaliyet yürüten demokratik kuruluşlarla diyaloğa geçmeyi hedeflemektedir. Zaten yukarıdaki eleştiri ya da muhasabe ögeleri de, kimseyi kınamak ve mahkûm etmek için değil, tümüyle yeniden yapılanmaya dönük bir yoğunlaşma ve diyalog kanallarını genişletme amaçlıdır.