I.
Türkiye siyaseti Kürt sorununda bir devri daha kapatmak üzeredir. Şimdi önümüzde duran, henüz yeni bir devir değil, geleceğin o “bildik” belirsizliği ve açıklığıdır. Ne var ki, bu belirsizliğin ve açıklığın ebedmüddet sürmeyeceğini, öyle ya da böyle, yeni bir devir kılınacağını rahatlıkla kestirebiliriz. “Ne yapmalı” sorusuna dair cevapları olanlarla, cevaplarını geçerli kılacak kudreti inşâ edenler, diğer bir deyişle, geleceğin açıklığını ve belirsizliğini azaltıp giderecek kabiliyete sahip olanlar, önümüzde duran geleceği, yeni bir devire çevireceklerdir. Belirsizlik ve yeni bir devir kılma imkânı arasındaki bu aktüel gerilim oldukça önemli bir duruma işaret etmektedir: Kürt sorununa dair siyaset yapma imkânı bugün (yeniden) alabildiğine genişlemiştir.
Kürt sorununa dair ve Kürt sorunu üzerinden siyaset yapma imkânının “yeniden” oluşmuş olması, Türkiye solunun kayıtsız kalamayacağı bir “yeni” durumdur; hiç şüphesiz, “siyasetin eleştirel izleyicisi” olmaktan sıyrılıp, “siyasette cari özne” olma derdini yaşayan bir solun. Siyasette özne olmayı dert edinen bir solun, “Kürt sorununa dair önümüzde duran bugünkü belirsizliğin, nasıl daha eşit ve daha özgür bir Türkiye idealinin biçimlendirdiği bir dönem kılınabileceği” sorusundan kaçınma imkânı yoktur. İçine yuvarlandığımız bu belirsizlik durumunda, Türkiye solunun, meseleye dair esas tutum olarak benimseyegeldiği “kayıtsız kalma”, “manasız, teorik bir radikalizm üzerinden ilgileniyormuş gibi yapma” ya da “birilerine destek verme” basiretsizliğinden vazgeçip, “Kürt sorununda ne yapmalı” sorusuna, Türkiye üzerinden, Türkiye’yi hesaba katan ve siyasî kudret biriktirmeye imkân verecek, geçerli bir yanıtı inşâ etmesinin zamanı çoktan gelmiştir.
II.
Kürt sorununda, memlekette sol bir kudretin biriktirilmesine katkıda bulunabilecek geçerli bir siyaset oluşturabilmek için, geleceğin belli belirsiz imkânlarını olduğu kadar, geçmişin kapatıp iptal ettiklerini de yerli yerine oturtmak gerekiyor. Geleceğin açıklıklarına geçmişin geçersizleştirdikleri üzerinden sızılamayacağından, geçmişle birlikte neyin geride kaldığını, nelerin geçersizleştiğini tespit etmekte büyük fayda vardır. Diğer bir deyişle, Kürt sorununa dair bugünü, geçmişle gelecek arasında kurucu bir diyalog zamanı olarak inşâ etmek gerekmektedir.
Tereddütsüz belirtmek gerekiyor: Geride kalan, ne “mürteci”, “eşkıya”, “gerikalmış”, “terörist” Kürtlerin bilmemkaçıncı beyhude isyanı, ne de çok-etnili Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüyle birlikte gasp edildiği farz edilen “doğal” (ulusal) hakların ele geçirilme mücadelesinde yaşanan “bir başka yenilgi”dir. Bugün geride kalan, Türkiye’nin iki yüzyıldır tecrübe etmekte olduğu, süreklilik ve kopukluklarla bezeli “büyük dönüşüm” sürecinin evrelerinden biridir. Diğer bir deyişle, geride kalan Kürt sorununa dair bir dönem olmakla birlikte, daha çok, Türkiye’nin büyük dönüşümüne dair bir dönemdir. Modern Türkiye siyaseti, Kürt sorununda bir devri daha kapatırken, kendi özgül dönüşme seyrinde de bir dönemi geride bırakmaktadır. Kürt sorununda ve Türkiye siyasetinde geride kalan dönemi çürüterek geçersizleştiren ve yeni bir dönemin oluşumuna kan taşıyan sayısız toplumsal, kültürel, iktisadî ve siyasî mecranın tümünü (temsil etmemekle birlikte) gösteren, işaret ederek sembolleştiren Türkiye’nin dahil olduğu Avrupa Birliği mecrasıdır.[1]
Henüz belirsizliklerle dolu olsa da, girilen bu mecrayla birlikte geçersizleştiği aşikâr olan bir şey vardır: hem Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu hem de Kürt kalkışmalarının bir kısmını biçimlendiren esas zihniyet olarak milliyetçilik. Bugün görünen, gerek Türkiye’nin gerekse de Kürtlerin, milliyetçilik mefhumu üzerine bina edilmiş bir siyasî birlik fikri üzerinden geleceğe açılma imkânlarının tükenmekte olduğudur. Bir müddettir üzerinde yaşadığımız küresel ve yerel sosyolojik zemin, özgür ve eşit “yurttaşlar cemaati” olarak cumhuriyet fikrini giderek imkânsızlaştıran, bu fikrin hayat bulmasını engelleyen milliyetçilik fikrine kan taşıyan kaynakların gün geçtikçe kuruduğu bir zemin olmuştur.[2] Sermayenin ulusal zemininin belirsizleşmesi olarak bir süredir tecrübe edegeldiğimiz küreselleşme süreciyle birlikte Avrupa’yla entegrasyon ihtimalinin güçlenmesi, özgür ve eşit yurttaşların birliği yerine laik-Müslüman-Türk yurttaşların birliğini örgütlemiş görünen, milliyetçilik referanslı mevcut “siyasî birlik” mefhumunun olduğu biçimiyle devam edebilmesini imkânsız kılmaktadır. Mevcut millî/siyasî birlik mefhumunun devamını güçleştiren sosyolojik bir zemin “kendiliğinden” oluşurken, son on yıldır Avrupa ve dünyayı kasıp kavuran demokrasi rüzgârı da, özgür ve eşit yurttaşlar cemaati fikrini engelleyen idari-siyasî örgütlenmeye karşı bir iradenin ortaya çıkabileceği siyasî bir vasatı sağlamıştır. Diğer bir deyişle, özgür ve eşit “yurttaşlar cemaati” olarak cumhuriyet fikrini seslendirebilecek ya da bu seslendirmeye kulak verecek, bireysel ve kollektif siyasî aktör hallerinin ortaya çıkma ihtimali, bugün her zamankinden fazla görünmektedir. Hülâsa, küreselleşme içerisinde Avrupa’yla bütünleşme ve demokrasi “girdabına” kapılma ihtimalinin ortaya çıkması, birçok başka yerde olduğu gibi, Türkiye’de de siyasî birliğin milliyetçilik dolayımıyla tesis edilip-sürdürülmesinin sonuna gelindiğini göstermektedir.
Milliyetçiliğin siyasî birliğin esas dolayımı olabilme ihtimalinin giderek zayıflamasıyla atbaşı giden bir başka süreçse, yine milliyetçiliğin özgürleştirici siyasî mücadeleler için geçerli bir referans olma halinin sonuna gelinmesidir. 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başında, köhnemiş imparatorlukları dağıtan, İkinci Dünya Savaşı’nın akabindeyse emperyalizmi hedef alan siyasî mücadelelerin motor gücü olan ve bu itibarla da özgürleşmeci bir siyasetle eklemlenme fırsatı bulan milliyetçilik, bu yeteneğini hızla yitirmek üzeredir. Sermayenin ağırlıkla ulusal bir nitelik arzettiği emperyalizm döneminde özgürleşmeci popüler-demokratik cepheler emperyalizm karşıtlığı üzerinden milliyetçilikle eklemlenirken, emperyalizm karşıtlığı üzerinden yaşanan bu eklemlenme, milliyetçiliği özgürleşmeci bir siyasî hareketin motifleri arasına sokmaktaydı. Bugünün küresel kapitalizm durumunda, popüler-demokratik cephelerin milliyetçilik üzerinden kurulmasının özgürleşmeci bir siyasî potansiyel oluşturma ihtimali giderek zayıflamaktadır. Teknolojisi ve hukukuyla yerküreyi sınırlardan muaf bir genel mekân haline getiren sermayenin ulusal aidiyetinin belirsizleşmesi, özgürleşmeci bir siyasetin en hakiki düşmanı sermayeye karşı ulus ve mekân bazlı mücadelelerin işlevsizleşmesine, giderek muhafazakârlaşmasına yol açmaktadır. Bütün bu durum, milliyetçiliğin, özgürleşmeci bir siyasetle eklemlenebilme ihtimali (zaman ve mekân-aşırı olarak) asla ve kat’a kalmamıştır gibi metafizik bir önermeyi olmasa da, milliyetçiliğin “bugünlerde, buralarda” özgürleşmeci olma imkânı epey zayıflamıştır gibi daha tarihsel ve sınırlı bir önermeyi telaffuz etme imkânını güçlendirmektedir.
Bütün bu hikâyenin anlamı ortadadır: son onyılda oluşan sosyolojik ve siyasî zemin, ulusalcı ve ulusal soruncu varyantlarıyla birlikte bütün bir paradigmayı, ulus-devlet paradigmasını geçersizleştirmek üzeredir. 19. yüzyıl burjuvazisinin projesi olarak ulus-devlet “ütopyası”, bir yandan sermayenin egemenliğinin tesisine katkıda bulunurken, “ulusa mensup olanların eşitliği ve kardeşliği ve popüler egemenlik” fikirlerine dayanmasından ötürü, 19. ve 20. yüzyıl siyasetini daha demokratik kılan bir performans da arz ediyordu. Ulus fikri ile demokrasi arasındaki tarihsel buluşma bununla sınırlı kalmamıştır. Bilindiği üzere, dönemin köhnemiş imparatorlukları merkezî ve modern devletler haline gelmeye çalışırken, aynı zamanda millî devletler olma temayülünü de gösteriyorlar, bu ise çok-etnili imparatorlukların tâbi unsurları üzerinde etnik içerikli bir siyasî baskının örgütlenmesi anlamına geliyordu. Modern siyasetin bu konjonktüründe, burjuvazinin ulus-devlet projesi, bu “yeni baskı” tarzına karşı “doğal” bir direnci de içerdiğinden, ulus-devlet projesinin ideolojisi olarak ulusalcılık ile demokrasi arasında ikinci bir “tarihsel” eklemlenme gerçekleşmişti. Yurttaşların birliği fikri üzerine örgütlenen ulus-devlet projesi, bizzat kendisinin başvurduğu etnik referanslı modern tazyikten kurtulmanın da programı (yeni bir ulus-devlet) olması itibariyle demokrasiyle ikinci kez eklemleniyordu. Bugün, bu eklemlenmenin sona ermiş olduğu artık ortadadır. Kabul etmek gerekir ki, bugünün modern siyaset geleneği etnik referanslı siyasî baskının giderilmesi için yegâne imkânın (yeni bir) ulus-devlet olduğu bir anı çoktan geride bırakmıştır. Diğer bir deyişle, bugün etnik referanslı tazyikten kurtulmak ya da etnik referanslı toplumsal ve siyasî hakları kullanılabilmek, modern demokrasiler içerisinde yeni bir ulus-devlet kurmadan gerçekleşebilir bir imkân haline gelmiştir. Bununla birlikte, popüler egemenlik fikrinin, biçimsel de olsa, teokratik ve monarşik siyasî rejimler tarafından bile kabul edilerek modern siyasetin tartışma götürmez bir normu haline gelmiş olması, modern siyaset içerisinde (yeni bir) ulus-devlet projesi ile demokrasinin genişletilmesi arasındaki tarihsel eklemlenmenin artık sona ermekte olduğunun göstergesidir.[3]
Ulus-devletle demokrasi arasındaki tarihsel eklemlenmenin sona ermekte oluşu, özgürlükçü bir siyasetin takipçileri açısından, ulus-devlet paradigmasının hem ulusalcı, hem de ulusal soruncu varyantlarının geçersizleştiğine, geride kaldığına işaret eder. Bu itibarla, Türkiye’ye ve Kürt sorununa özgürleşmeci bir siyaset üzerinden ilgi duyanlar şu gerçeği kabullenmek durumundadır: bugünün Türkiye’sinde, Kürt sorununun geleceğine ulus-devlet paradigmasının tedarik ettiği siyasî enstrümanlar aracılığıyla dahil olmanın imkânı kalmamıştır. Esasında, ulus-devlet paradigmasının geçersizleşmek üzere oluşu, bu paradigmanın kuruluşu esnasında ortaya çıkan bir durum olarak Kürt sorununun mahiyetini de kökten değiştirmiştir. Geçmişe ait bir paradigma içerisinde ortaya çıkmış olmasına karşın, geleceğe taşmış bir hadise olarak Kürt sorunu, artık bir başka biçimde düşünülmek zorundadır. Geçmiş ulus-devlet paradigması içerisinde etnik-referanslı toplumsal sorunlar ulusal sorunlar olarak kodlanırken, bugünün güçlenmekte olan “demokrasinin derinleştirilmesi” ya da “demokrasinin demokratikleştirilmesi” paradigması, etnik-referanslı toplumsal sorunları, demokrasinin derinleştirilmesine dair bir sorun olarak kodlayabilmeye imkân tanımaktadır. Bu yeni imkân, meselenin mahiyetindeki bir dönüşümün işaretidir.
Ulus-devletle ve onun ideolojisi olarak ulusalcılıkla demokrasi arasındaki bu tarihsel buluşma ve vedalaşma hikâyesinden çıkarılması gereken genel siyasî sonuç ortadadır: geleceği özgürleşmeci bir siyaset üzerinden örgütlemek üzere, bugünü geçmişle gelecek arasında kurucu bir diyalog zamanı olarak inşâ etmek isteyen bir siyaset, Kürt sorununu Türkiye demokrasisinin derinleştirilmesine dair bir sorun olarak, kestirmeden söylersek, bir demokrasi sorunu olarak kodlamak durumundadır.
III.
Ulusal sorun kodlamasının geçersizleştiği, ancak Kürt kimliğinin yeniden üretilmesinin önündeki engellerin olanca azametiyle devam ettiği mevcut halde, Türkiye solu, Kürt sorununu bir demokrasi sorunu olarak kodlamak ve demokrasinin derinleştirilmesi paradigması içerisinde siyasîleştirmek gibi zor bir görevle karşı karşıyadır. Zorluk, Kürt sorununun demokrasi paradigması içerisinde kodlanabilmesinden ziyade, bu paradigma içerisinde siyasîleştirilebilmesinden kaynaklanmaktadır. Kürt sorununun, Türkiye solu tarafından, yeniden ve artık tümüyle yeni bir paradigma içerisinde siyasîleştirilebilmesini zor kılan birkaç neden vardır. Bunların en başta geleni, hiç şüphesiz, Türkiye solunun Kürt sorunu etrafında hareketlenen Kürtlerle yaşadığı uzun süreli manevi ve örgütsel kopukluktur. 1960’ların ortalarından itibaren oldukça uzun bir süre memleketin kaderine dair ortak bir hissiyat ve projede buluşan Kürtler ve Türkiye solu arasında 1980 öncesinde başlayan ayrışma giderek yapısal bir kopukluğa dönüşmüş, geçen zaman içerisinde “ortak kader” fikri zayıflarken, “farklı kaderler” fikri güçlenmiştir. Bugün, Kürt sorununu demokrasinin derinleştirilmesi paradigması içerisinde siyasîleştirebilmek için aşılması gereken ilk engel, bir zamanlar yaşanmış ortak kader fikrini zayıflatan bu manevi ve örgütsel kopukluktur. Aynı minvaldeki ikinci bir engelse, kategorik olarak Türkiye soluyla, Türkiye solunun siyasî zaaflarıyla alakalıdır. Çetelere ve şeriat-darbe çıkışsızlığına karşı parlak, ancak devamı gelmeyen son dönemki çıkışları saymazsak, yirmi yıldır memleketin hiçbir temel meselesini kendi program ve projesi etrafında siyasîleştirme beceresini gösterememiş olması, Türkiye solunun Kürt sorununu demokrasi sorunu olarak kodlayıp siyasîleştirebilmesinin de önünde bir engel oluşturmaktadır. Türkiye solu, uzun süredir yitirmiş olduğu bu tür siyasî meziyetlerini yeniden kazanmadan, memleketin geleceğini özgürlükçü bir siyaset uyarınca örgütleyebilme yeteneğini arz edemeyecektir. Kürt sorununun demokrasi miti etrafında siyasîleştirilebilmesinin önündeki üçüncü engelse, bizzat meselenin mağdurlarıyla, Kürtlerle alakalıdır. Bütün bu olan bitenden sonra, Kürtlerin herhangi bir yeni proje etrafında “yeniden” hareketlenmekte, bundan böyle daha isteksiz olabilecekleri siyasetin tabiatı gereğidir.
Netice itibariyle, Kürt sorununu demokrasi göstereni etrafında siyasîleştirme göreviyle karşı karşıya olan Türkiye solu, bütün bu engelleri tek tek aşmak zorundadır. İşe, Türkiye soluyla Kürt sorunu ve Kürt sorunu etrafında hareketlenen Kürtler arasında bir buluşmanın yeniden gerçekleştirilmesinden başlamak elzemdir. Türkiye solu, yirmi yıldır yaşanan kopukluğa bir son vermenin ve Kürt sorunu etrafında hareketlenen Kürtlerle, Türkiye demokrasisinin derinleştirilmesi zemininde buluşmanın yollarını bugünden yarına inşâ etmelidir. Bunun anlamı şudur: Türkiye solu, Kürt sorunu etrafında oluşan toplumsal-siyasî hareketliliği, ulusalcı motiflerinden sıyırıp, Türkiye demokrasisi için hareket eden özgürlükçü ve eşitlikçi bir toplumsal-siyasî harekete çevirmenin yollarını bulmalıdır. Şundan emin olmak gerekir: mevcut hareketlilik, dün olduğu gibi, bugün de bu potansiyele, hem de fazlasıyla, sahiptir. Şiddet ortamının yarattığı tahribat, katmerlenen yoksulluk, demokratik-kültürel haklar söyleminin güçlenmiş olması, (sorunları ve gel-gitlerine rağmen) tecrübe edilegelen beş yüz yıllık siyasî birlik gibi unsurlar, mevcut hareketliliğin Türkiye demokrasinin derinleştirilmesini hedefleyen, özgürlükçü bir toplumsal-siyasî hareketliliğe çevrilebilir olduğunun işaretleri olarak değerlendirilmelidir.[4]
IV.
Kürt sorunu etrafında hareketlenmiş kitleleri özgürlükçü ve demokratik bir siyasî birliğin aktif ve hevesli özneleri kılabilecek bir imkân olarak Türkiye solunun Kürtlerle buluşması, yukarıda değinildiği üzere, epey bir siyasî performansı gerektirmektedir. Kabul edileceği üzere, Kürt sorunu etrafında hareketlenmiş Kürtlerle Türkiye solu arasında yaşanabilecek buluşma imkânı asla heba edilmemesi gereken bir “fırsat” olmakla birlikte, “kendiliğinden” gerçekleşebilecek bir durum da değildir. Bu türden bir kendiliğindenlik anlayışının göstergesi olarak “Kürtlerin kâbesi yıkıldı, dolayısıyla bize döneceklerdir” gibi bir tutum ahlâken zayıf olduğu gibi, siyaseten de geçerli değildir. Siyaset, güvenilir kâbeler inşâ etme işi olduğundan, Türkiye solunun güvenilir bir kâbe olmadan Kürtlerle (ne de başkalarıyla) tarihsel buluşması gerçekleşmeyecektir. Netice itibariyle, Türkiye solunu Kürtler için güvenilir bir kâbe kılacak siyasî performansın gösterilip gösterilemeyeceği, bugünün acil sorunlarının başında gelmektedir. Kürtlerle yitirilmiş manevi ve örgütsel bağların yeniden tesisisinin yanısıra, Kürt sorununa dair “makûl” bir çözüm siyaseti önermek ve örgütlemek, böylesi bir performansı başlatmanın öncü adımları olmak zorundadır.
Türkiye solunun Kürt sorununa dair örgütleyebileceği özgürlükçü çözüm siyaseti, Kürt sorununun demokrasi paradigması içerisinde kodlanabilme imkânıyla birlikte, memleketin tarihsel siyasî birikimini ve siyasetin mevcut mevzilerini de göz önünde bulundurmak durumundadır. Meseleye bu açıdan bakıldığında, diğer bir deyişle, Kürt sorunu, özgürlükçü bir çözüm siyaseti ve siyasetin mevcut mevzileri arasındaki diyalektik ve Türkiye’nin siyasî tarihi üzerinden düşünüldüğünde, üç ana başlıktan oluşan sade ve makûl bir çözüm siyasetinin örgütlenmesi imkân dahilinde görünmektedir. Kürt kimliğinin yeniden üretilmesini engelleyen kısıtlamaların kaldırılması, kapsamlı bir bölgesel yeniden inşâ ve kalkınma programının uygulanması ve yerel idarelerin güçlendirilmesinden oluşan bir çözüm siyaseti Türkiye solunun bugün sırtlanabileceği bir program olarak karşımızda durmaktadır. Ancak, kabul etmek gerekir ki, Türkiye solunun esas meselesi, makûl ve sade bir çözüm programını ifade etmekten ziyade, (“herhangi”) bir çözüm programını siyasîleştirebilmektir. Kürt sorunu da dahil olmak üzere toplumsal sorunları özgürlükçü bir program uyarınca siyasîleştirebilmenin yolu ise tek bir şeyden, Türkiye solunun bir dönem sahip olduğu ve layıkıyla kullandığı bir beceriyi yeniden edinmekten geçer. Türkiye solunun bu becerisi halen hafızalardadır. Kaderimizi halkın kaderiyle birleştirmek becerisinden söz ediyorum.
[1] Bir yanlış anlaşılma ihtimalini gidermek gerekiyor: burada bahsedilen, her halükârda Avrupa Birliği’ne üyelikle sonuçlanacak bir “gelişme” süreci kesinlikle değildir. Bahsedilen, Türkiye’nin çürüyen ve alttan alta işleyen yeni toplumsal dinamiklerini bir genel gösteren etrafında toplayanın, bir araya getirenin bugün Avrupa Birliği mefhumu olduğudur. Yarın, aynı dinamikler, başka birtakım eklemlenmelerle, başka bir “mecra”, başka bir genel gösteren üzerinden işaret edilebilirler.
[2] Siyasî iktidarda taşralı ve kentli varyantlarıyla otoriter-milliyetçi bir ittifakın, DSP ve MHP koalisyonunun olduğu, dahası, MHP’nin istikrarlı bir biçimde ülkenin en büyük partisi olma yolunda ilerlediği mevcut halde, milliyetçiliğe dair bu yorumun “temelsiz” olduğu düşünülebilir. Oysa burada zayıfladığı öngörülen, DSP ve MHP’de cisimleştiği haliyle “dejenere” bir ideoloji olarak milliyetçilik değil, modernliğin bugünkü seyrinde, geleceğe dair bir vaat oluşturabilme ihtimali olan organik bir ideoloji olarak milliyetçiliktir. Küreselleşmenin ve neo-liberal iktisat politikalarının yıkıma uğratıp bileşenlerine ayırdığı her memlekette milliyetçiliğin bizdekine benzer bir yükselişi yabancımız değildir. Halbuki burada zayıfladığı, kaynaklarının kurumakta olduğu öngörülen, milliyetçilik ideolojisinin, modernliğin geride kalan iki asırlık seyrinde sahip olduğu geçerli, aşkın ve geleceği vaat edebilen bir ideoloji olma durumudur; diğer bir deyişle, milliyetçiliğin, katı olan her şeyin buharlaşmasının esas olduğu modern toplumsal hallerde siyasî birliğin esası olabilme durumu. Zayıfladığı öngörülen milliyetçiliğin bu halidir. Görünen odur ki, günümüzün küresel sosyolojik zemini, milliyetçiliğin geleceğe dair dayanıklı, aşkın ve organik bir ideoloji olabilme imkânını giderek daraltmaktadır.
[3] Dolayısıyla, bütün bu hikâyeden şöylesi bir mantıksal sonuç çıkarılabilir gibi görünür: bugün ulus-devlette ısrar etmek, artık burjuvazinin egemenliği ile demokrasi arasındaki bir buluşmada ısrar etmek olmayıp, burjuvazinin egemenliğinde ısrar etmek olacaktır. Oysa, böylesi bir durumun da artık mevzubahis olmadığını biliyoruz. Dünyanın küresel bir kapitalizmin boyunduruğuna girdiği mevcut dönemde, sermayenin millî karakterinin sona ermekte olduğu kesindir. Bu durumda, ulus-devlette ısrar etmek, millî bir burjuvazinin egemenliğinde ısrar etmek de olamayacağı için, olsa olsa, entellektüel-ideolojik ya da manevi önderliğin bürokrasi, maddi önderliğin orta ölçekli sermaye, popüler desteğinse küreselleşmenin yıkımına uğrayarak kaybedenler tarafından sağlandığı, otoriter ve içe kapanmacı bir devlette ısrar etmek olacaktır.
[4] Türkiye soluyla Kürtler arasındaki bu tarihsel yeniden-buluşma meseleye dair günümüzün en yakıcı siyasî sorununun da çözüm ihtimalini içerir. Günün acil sorunu, Kürt sorunu etrafında hareketlenen Kürtlerle Türkiye Cumhuriyeti siyasî birliği arasında son yıllarda zayıflamış bulunan siyasî rabıtanın, yine siyaset üzerinden nasıl güçlendirileceğidir. Diğer bir deyişle, Kürtlerin memleketin kaderine dair karar alma süreçlerine, memleketin kaderi esprisi üzerinden siyasî katılımının nasıl sağlanacağı bugün kritik bir mevzudur. Anılan siyasî rabıtanın kurulması görevi bugün Türkiye soluna düşmektedir.