Şerafettin Elçi ile Söyleşi: Kürt Aydınlarının ve Toplumsal Yapısının Değişimi Üstüne

Kürt meselesiyle ilgili bir çözüm tasarlayabilmek, salim bir gelecek tasavvur edebilmek için, politik mevzilenmelerden ötesini de görebilmek, son yirmi yılın yaşattığı toplumsal altüst oluşu anlayabilmek gerekiyor. Anlaşılması gereken şeylerden biri de, Kürtlerin son yirmi yılda marûz kaldıklarıdır, kendileriyle ilgili değiştirdikleridir ve bu tecrübelerini nasıl algıladıkları, anlamlandırdıklarıdır. Bir yeni merhaleye girdiği herkesçe kabullenilen ama halen de yaşanmaya devam edilen bu dönemin etkilerini uzun bir zaman kesiti ve yüklü bir tecrübeyle tartabilecek Kürt aydınlarının değerlendirmeleri, bu bakımdan da aydınlatıcı olmalıdır. Şerafettin Elçi, böyle bir “tecrübe”ye sahip olanlardan biridir. (Bir başkası şüphesiz Abdülmelik Fırat’tır; onunla Reha Mağden’in yaptığı mülakat Yeni Binyıl gazetesinin pazar ekinde 21 Mayıs’ta yayımlandı.)


Kürt toplumunda son on beş yılda ne gibi önemli değişimler yaşandı? Neler kaybedildi? Ne eklendi? Çürüyen yanlar var mı, yeşeren yanlar var mı?

• Son on beş yılda yaşanan olayların altında yatan nedenlerin ortaya konması lâzım. Bu ülkede geçmişi Osmanlı dönemine dayanan bir Kürt sorunu yaşanmakta. Kürtler, Yukarı Mezopotamya’nın ve Ortadoğu’nun en eski halklarından birisi. En azından on bin yıl öncesine giden bir tarihleri var, kendilerine ait olan yurtlarında yaşamışlar. Kürtlerin geçmişinde, özellikle son 2500 yılda, çok belirgin bir nitelik görülür. Kürtler devlet düzeyinde siyasî bağımsızlığı sanki çok fazla önemsememişlerdir. Yalnız ülkelerine fiilen başkalarının müdahale etmesi, günlük yaşamlarına karışması noktasında çok duyarlıdırlar, buna pek fırsat vermemişlerdir. Yani siyasî otoriteyi çok fazla önemsemeden, kendi bölgelerinde egemen olarak günlük yaşamlarını sürdürmeye gayret etmişlerdir. Kürtlerin bu özelliğini dikkate alan devletler, Kürtlerin kendi kendilerini yönetmelerine müdahale etmemişlerse, Kürtleri kendi toplumsal yapıları içindeki önderleriyle yönetmeye kalkışmışlarsa Kürt toplumuyla o devlet yönetimleri arasında fazla bir problem olmamıştır. Ne zaman ki, doğrudan yönetime kalkışılmışsa o zaman Kürtlerde büyük bir reaksiyon doğmuştur. Osmanlı döneminde Yavuz Sultan Selim’le Kürt beyleri, mîrleri arasında yapılan anlaşma gereği Kürtler 9 mîrlikten oluşan otonom bölgeler şeklinde kendilerini yönetmişlerdir. Mîr sadece savaşa katılır, ama anlaşmaya göre, savaşa katılanların komutanı da Kürt olacak şekilde... Vakta ki II. Mahmud’un reformları sonucu merkezî yönetime kalkışılınca Kürtlerle devlet arasında ihtilaflar doğmuş ve Kürt isyanları başlamıştır. Bunun ilk örneği, Cizre mîri Bedirxan Bey’in önderliğindeki isyan. Bunu fark eden, Kürtlerin karakterini kavrayan II. Abdülhamit, Sultan Selim’in politikasına dönerek Kürtleri oradaki Kürt liderleri aracılığıyla yönetmiştir. Kürtler Osmanlı devletini her zaman kendi devletleri olarak görmüşler, devletten kopma, ayrılma gibi ciddî bir hareket hiç olmamıştır.

Cumhuriyet dönemine gelirsek... Atatürk ve Kurtuluş Savaşı’nı başlatanlar, kurulacak yeni devletin Türklerin de Kürtlerin de devleti olacağı vaadiyle Kürtlerin desteğini aldılar. Bu Amasya Protokolü’nde çok açık şekilde dile getiriliyor. Vakta ki devlet, özellikle Lozan’dan sonra, Kürtlerin desteğine ihtiyaç hissedilmediği bir anda yeniden Sultan II. Mahmud’un politikasına dönerek Kürtleri merkezden yönetmeye ve Kürtleri Türk potası içinde eritmeye girişiyor, o zaman Kürtlerde yeniden büyük reaksiyonlar başlıyor. Resmî açıklamalara göre 27 Kürt isyanına tanık oluyoruz. Bunların dördü özellikle önemli: 1922’deki Koçgiri hareketi, 1925’teki Şeyh Sait hareketi, 1929/30’daki birinci ve ikinci Ağrı hareketi, 1937/38’deki Dersim hareketleri. Bu hareketlerde, Kürtlerin ayrı bir devlet kurma gibi bir anlayışlarının olduğu kanısında değilim. Elbette bu görüşleri savunanlar olmuştur. Ama genelinde, bugün bile Kürtlerde bağımsız bir devlet kurma gibi bir anlayışın çok büyük kabul gördüğü kanısında değilim. Ama Kürtler kendi kimliklerini korumakta ısrarlı. Kürtlükten vazgeçip Türkleşmeyi kolay kabul edebilecek bir halk değil. Anadolu’da bazı halklar, baskı ve zorla Türk potasında erimiştir. Ama Kürtler kendi kimliklerini korumakta kararlı. Dilini unutmasına rağmen Kürt benliğine sahip çıkan çok geniş bir kitle var. Kürtlüğünden şikâyetçi ve rahatsız olan bir topluluk değil, hattâ zaman zaman onu bir üstünlük olarak görüyor. Bu kimlikten vazgeçmeye niyetli değil. Devleti yönetenlerin bu gerçeği göz önünde tutması lâzım. Ayrıca dünyada yeni anlayışlar gelişti. Eskiden bir devleti oluşturan toplumun ulusal birliği, ırk birliğinde veya kültür birliğinde aranırdı. Günümüzde ulusal birliğin sağlanmasında, vatandaşların beraber yaşama iradesi esas ölçüdür. Kürtler açısından da, günümüzün anlayışları doğrultusunda, her halkın illâ kendi devletini kurmasının gerekmediği doğrultusunda bir yaklaşım var. Devletin geçmişten bugüne uygulayıp da başarılı olamadığı ırkçı, şoven Türk milliyetçiliği politikasından vazgeçmesi lâzım. Aksi takdirde mutlaka, her zaman Kürtlerden büyük bir tepki görülecektir.

Son on beş yılda yaşananlara gelecek olursak... Bu olayların temel kaynaklarından biri, devletin Cumhuriyet’in başından beri süregelen ve Kürtleri rahatsız eden ırkçı politikasının, özellikle 12 Eylül’den sonraki zorba devlet anlayışıyla pekişmesidir. Bu dönemde Kürt toplumunda devlete karşı aşırı bir kin ve nefret oluştu. Çünkü o dönemi yaşayanlar bilirler ki, devletin zulmüne marûz kalmayan, ondan zarar görmeyen hemen hemen hiçbir Kürt ailesi yoktur. Sadece 1980-1984 arasında 200 bin kadar insan gözaltına alındı. Kürtlerin aile bağları, köylülük bağları, mahallî bağları gözönüne alındığı zaman, bundan rahatsız olmayan hemen hemen hiçbir Kürt kalmadı. Böylece devlete karşı çok şiddetli bir potansiyel tepki oluşmuştu. Tam bu ortamda PKK ortaya çıktı. 1984’ün 15 Ağustos’unda silâhlı bir mücadele başlattı. Sizi bu zorbalıktan, bu zulümden kurtaracağım, sizleri bağımsız bir devlet haline getireceğim gibi bir iddiayla ortaya çıkınca, 12 Eylül’ün zulmünden gına getiren halktan ciddi bir destek gördü. PKK’yi yöneten kadroların gerçek amacı bu muydu, değil miydi, o ayrı. Çünkü PKK’nin yöneticilerinin karargâhı, hem Türkiye’yle ilişkileri iyi olmayan hem de aynı zamanda kendi içlerindeki Kürt problemi nedeniyle Kürtlerle de dost olmayan devletlerin sınırları içindeydi. Onların stratejik hedefleri, siyasî amaçları zannedersem zamanla PKK’nin hareketlerinde etkili olmaya başladı ve PKK’den beklenenin, beklenebileceğin tersine olaylar da gelişti.

Fakat bu hareket toplumda ciddî bir değişime neden oldu. Ancak her ne kadar Kürt milliyetçiliği motiflerini kullanıyor ise de, temel ideolojisi Marksizmdi. Yöneticileri de, yayın araçları da bunu sık sık ifade ettiler, “amacımız Ortadoğu’da bir sosyalist halklar federasyonu kurmaktır” dediler. Sosyalist ideolojinin de Stalinist yöntemini benimsemişlerdi. Yani o ideolojiyi benimseyenleri bile, eğer kendi disiplinleri altında değilse, onlarla beraber çalışmıyorsa, bertaraf edilmesi gereken unsurlar olarak görüyorlardı. Marksizmin bir gereği olarak sınıf mücadelesi bu harekette başat bir rol oynadı. Bu hareket daha çok bir köylülük hareketiydi, köylüye dayanıyordu. Ve o zamana kadar süregelen Kürt egemen sınıflarını bertaraf etmeyi amaçlıyordu. Bunda da önemli oranda başarılı oldu. Bölgede iki egemen güç vardı: Aşiret reisleri ve şeyhler. Bu iki kurum da son derece geriledi. Hele devlet doğrudan doğruya aşiret reislerini korucu kisvesi altında örgütleyip desteklemeseydi tamamen tasfiye oluyorlardı, aşiret yapısı çözülüyordu. Fakat devletin PKK’ye karşı kullanıyorum diye onlara büyük destek vermesi, aşiret reislerinin yeniden güç toplamasına katkıda bulundu. Buna rağmen, aşiret reisleri büyük itibar kaybettiler, ağırlıkları kayboldu. Şeyhlik alanında ise farklı bir gelişme oldu. Dine dayalı siyasî amaçlı, aksiyoner hareketler klasik tarikat şeyhlerinin yerini aldı ve toplumda onlardan daha fazla etkili olmaya başladı. Hizbullah olayı bunun sonucudur. Hizbullahçılar da halkı bu devletin zulmünden kurtaracaklarını, ama dindar olduklarını söylüyorlardı. Burada da devletin PKK’ye karşı kullanma gayesiyle bu güçleri desteklemesi önemlidir. Devletin kanatları altında palazlandılar. Sonuçta, hem aşirete dayalı feodal düzen büyük bir çözülmeye uğradı, hem de geleneksel tarikat şeyhlerinin egemenliği gerilemeye uğradı.

Şimdi, bu sorunun çözülmesinde önderliğin kimde olacağı ciddi bir tartışmadır. PKK, dediğim gibi, bir köylü hareketi olarak gelişti. silâhlı bir mücadeleye elbette bir köylü çocuğu bir burjuva çocuğundan, bir entellektüelden daha fazla katkı sağlayabilirdi. Ama şimdi olay değişik bir boyuta girdi. Bizzat o silâhlı mücadeleyi yönetenler silâhlı mücadelenin çare olmadığına vurgu yaptılar, siyasî alana dönme kararı verdiler. Köylülük sınıfıyla da böyle bir siyasî hareket yürütülemez. Burada önemli rol aydınlara düşüyor. Aydınlar önderliği üstlenebilecekler mi? Bunun ciddi arayışı var. Kürtlerin özellikle aydın çevresi, her halkın mutlaka kendi devletine sahip olmasının gerekmediği anlayışına uygun hareket etme ihtiyacını duyuyor. Türkiye’nin siyasî sınırları içinde kendi kültürel farklılıklarını koruyarak, Avrupa Birliği’ne girerek daha büyük bir siyasî entegrasyon içinde yer almayı, Kürt aydınlarının büyük bölümü benimsemiş durumda. Ancak şu anda durum hiç net değil. Şiddete dayalı politikayı yürüten PKK’nin durumu netleşmiş değil. Onların nihaî kararı gerçekten silâhlı mücadeleyi bırakmak mıdır, yoksa bu taktiksel midir? Beri taraftan çok dağınık olan ve özellikle PKK hareketinin egemen olduğu dönemde Kürtler arasında fazla etkin olamayan, hem devletin baskısından hem PKK’nin baskısından çekinerek köşeye çekilmiş Kürt aydınları tam olarak ortaya çıkabilmiş değil. Yeni bir siyasî harekete öncülük edebilecek bir organizasyon içinde olamadılar. Ama bir arayış var.

Kürt aydınlarının durumunu biraz anlatır mısınız? Kürt aydınları ya da Kürt toplumunun tahsilli zümresi son dönemde nasıl bir değişim geçirdi?

• Aydın biraz rahatına düşkün bir insandır. Fazla riski, tehlikeyi göze almaz. Dün, politika yapmak aydınlar için çok riskliydi. PKK, kendisinin dışında hiçbir insanın Kürtlük alanına girmesine müsaade etmiyordu ve girmeye yeltenenleri şiddetle cezalandırıyordu. Bu baskı, bu tehdit, aydınların köşeye çekilmesine neden oluyordu. Tabiî öte taraftan devletin de baskısı vardı. Devletin Osmanlı döneminden beri şaşmayan bir anlayışı var. Daima Kürt aydınlarıyla Kürt halkını birbirinden koparmaya çalışır. Adeta başsız bir gövde şeklinde Kürtlerin varlığını sürdürmesinden yanadır. Oldum olası, bölge, Kürt aydınlarının orada yaşamasına uygun olmayan bir atmosfer içinde tutuldu. Devlet, adeta, Kürtlerin uygar bir siyasî yapıya kavuşmasını da istemez, bundan memnun olmaz gibidir. Kürt hareketinin PKK gibi, ilkel, şiddete dayalı bir hareketin öncülüğünde olmasına devlet adeta taraftar gibi görünüyor. Böyle bir hareketin Türkiye’deki demokrat kamuoyundan destek görmeyeceğini, dünya kamuoyunun desteğini alamayacağını, ayrıca terörle mücadele ediyorum bahanesiyle Kürtlere yönelik baskıcı politikasını daha rahat sürdürebileceğini düşünerek, devlet de Kürt aydınlarının ağırlık kazanmasına pek taraftar değil.

Bunun somut örneği, bizim partinin davasıdır. Biz 1997’nin başında Demokratik Kitle Partisi’ni kurduk. Partiyi kurarken temel ilkelerimiz, Türkiye’nin siyasî sınırlarını kabul etmek, bağımsız bir devlet kurmayı amaçlamamak, her türlü şiddet hareketine karşı olmaktı. Bu sorunun uygar toplumlarda olduğu gibi tamamen politik yoldan çözümünü yöntem olarak benimsemiştik. Ama bizim kuruluşumuzdan beş ay geçmişti ki, hemen aleyhimize kapatma davası açıldı, nitekim o dava kapatılma kararıyla sonuçlandı. Beri taraftan, bizzat devlet yöneticilerinin PKK’nin yandaşlığıyla itham ettiği başka bir siyasî örgüt hakkında, bizden üç yıl önce kurulmasına rağmen hiçbir dava açılmamıştı.

Fakat Kürt aydınları, aydın sorumluluğunun gereği olarak bu alana girmeliler. Çünkü ortada böyle bir sorun varsa ve bu sorunu, onu çözmeye ehil olmayan insanlar sahipleniyorsa, bu herkese zarar verir.

Kürt aydınlarının değişimini, medrese kültüründen bugüne gelen tarihsel süreç içinde, nasıl görüyorsunuz?

• Eskinin üniversiteleriydi, medreseler. Mesela Cizre’de iki büyük medrese vardır. Birinin adı, tuğladan yapıldığı için “Kırmızı Medrese”dir, diğeri Cizre’nin mîrlerinden birisinin adını taşır. Mîrlik döneminde bu bölge ekonomik olarak çok gelişmiştir. İlim-irfanda da büyük gelişme görürsünüz. Önemli bilginler yetiştirilmiştir. Her mîrin mutlaka bir büyük medresesi vardı. 19. asırdan sonra mîrlik kalmıyor, o dönemde büyük tarikat şeyhlerinin medreseleri var. Medreseler, konuları ağırlıkla dinî olsa da, Kürt diliyle eğitim yapan kurumlardı. Dolayısıyla medreselerde Kürtlük korunuyordu. Cumhuriyet döneminde, tekke ve zaviyelerle beraber yasaklanmalarından sonra, medreselerde illegal eğitim yapmaya devam edildi, tarikatlara bağlı olarak. Oradan yetişen insanlar genellikle millî duygularına sahip olan insanlardı, Kürt siyasî hareketlerine öncülük eden elitti bunlar. 1937’den, Dersim isyanından sonra, normal okullarda yetişen Kürtlerin hemen hemen tamamı Kemalist yetişiyor. O dönemde de kendi halkının sorunlarına sahip çıkan, sayıca az olsa da kaliteli Kürt aydınları var. Ama o nesiller genellikle toplumdan kopuk. 1958-60’dan sonra, Kürt aydınlarında Kemalizmden uzaklaşma ve tekrar kendi halkına dönüş görünüyor. Ben böyle üç dönem ayırıyorum.

1960’dan sonraki gelişmede iki ana siyasî çizgi gelişiyor. Biri Marksist eksenli, diğeri milliyetçi eksenli. O zaman Türkiye’de güçlü bir sol rüzgâr esiyor. Solcu Kürt aydınları biraz da Marksizmin ezilen halkların sorunlarını çözmede çok etkili bir araç olabileceğini düşünerek Türkiye’deki Marksistlerle birlikte topluma yeni bir düzen verme ve o düzen içinde Kürtlerin de hak ettiği yeri almaları gibi bir anlayışa sarılıyorlar. Beri tarafta, milliyetçi Kürt kesiminde, “ezilen bir toplumun kendisine egemen olan toplumun insanlarıyla birlikte bir siyasî hareket içinde davasını savunması mümkün değildir”, görüşü ve bağımsız örgütlenmeye dönük bir siyasî eğilim gelişiyor.

Buralarda da bir sürü ayrışma oldu. Yine Marksist olmasına rağmen, Türk solcularıyla birlikte hareket etme taraftarı olan Marksistlere tepki gösteren, bağımsız örgütlenmeyi savunan gençlik hareketleri başladı, Devrimci Doğu Kültür Ocakları’yla... Dolasıyla Kürt Marksistleri, solcuları arasında da ayrışma başladı. Sonra Türk Marksistleri arasındaki amip gibi parçalanma olayını biliyorsunuz, Kürt örgütleri de kendi aralarında on-on bir fraksiyon halinde bölündüler. Milliyetçilik eksenli örgütler fazla etkili olamadılar, gençlik tabanına inemediler, çok aksiyoner olamadılar. Bu şekilde 1980’e gelindi. ’80’de de PKK hareketi...

1960’dan sonra tespit ettiğiniz iki ana akımın, yani Marksist yönelimle milliyetçiliğin PKK tarafından aynı mecraya akıtıldığını, bir harman yapıldığını söylemek mümkün mü?

• Tabiî. PKK, ideolojisi Marksizm olmasına rağmen hep milliyetçi motifleri kullandı. PKK Marksist motifleri hiç kullanmadı. Hattâ lideri bir gün, Türk solcularının katıldığı bir programda Med-TV’de çok net söyledi: “Siz bizim Kürt motiflerini kullanmamıza fazla önem vermeyin, amacımız sosyalist bir Ortadoğu düzenidir” dedi. Ama PKK’nin üzerinde yükseldiği temel taban milliyetçi duygulardır. Halen de PKK’nin yanında yer alanların belki yüzde 95’i, milliyetçi duygularla hareket ediyor. PKK orada önemli bir rol oynadı; milliyetçilerin tabanını kendine çekti, ama bunu yapan örgütün tavanında, Marksist ideolojiyi benimsemiş insanlar vardı.

PKK’nın dayandığı toplumsal temel bugün nasıl bir görünüm arzediyor? Orada ne gibi dönüşümler oldu? Buna bağlı olarak, söz konusu köylü kitlesinin yaşadığı zoraki şehirleşmenin sonuçlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

• Şehirleşmedi de, şehirlere akın etti. Hâlâ o temel köylülük psikolojisini, köylülük dayanışmasını terk edebilmiş değil. Ama mutlaka şehir yaşamında değişime uğrayacak. Türkiye’nin başka bölgelerinde yaşayan Kürtlerde, bağımsız bir devlet kurma arzusu, bölgede yaşayanlara göre daha da alt düzeydedir tabiî. Anadolu’ya göç eden o insanlar ekonomilerini, her şeylerini Türklerle beraber yaşayabilmek üzerine kurmuşlardır.

Bu toplumsal değişimin sonuçlarını, demokrasi kültürünün gelişmesi açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?

• Bence iyidir. Köyden gelen insanlara bugün şehirli demek zor. Çünkü şehirlilik bir kültürdür, bir hayat tarzıdır. Bu hayat tarzının oluşması için en azından bir nesil geçmesi lâzım. Ama ne olursa olsun, o insanların şehre gelmesi, demokrasi kültürü açısından bir fırsattır. Ama o fırsat değerlendirilmezse, bir bombaya da dönüşebilir. Şehre gelen insanların talepleri köylünün taleplerinden daha fazladır. Köylü, fukara da olsa kendi durumunu “iyi” görür, köylüler hallerinden fazla şikâyetçi olmazlar. Talepleri sınırlıdır. Ama şehre gelen insanların bir sürü talepleri olur; bunlar tatmin edilmediği zaman, bu çok şiddetli bir reaksiyona da dönüşebilir.

Peki, genel olarak Kürt hareketinin kimlik eksenli bir siyasallaşmaya dayandığı, muharrik gücünü oradan aldığı biliniyor. Bu toplumsal dönüşüm, siyasallaşmanın başka boyutlarını da canlandırmaz mı? Sınıfsallaşma ya da tepkilerin salt kimlik eksenli olmaktan çıkıp ayrışması ihtimali nedir sizce?

• Kimlik ekseninden çok fazla uzaklaşacağına ihtimal vermiyorum. Biçim değiştirebilir, sınıf sorununu da içerebilir, ama kimlik eksenli kalır. Bırakınız Kürtleri, Türkiye’nin gelişkin bölgelerinde bile sınıf bilincinin çok geliştiği kanısında değilim. Geleneksel değerler hâlâ sınıf bilincine baskındır. Milliyetçilik, baskındır. Türkiye’de sosyal patlamaya yol açacak dünya kadar sorun var, açlık sınırının altında yaşayan insanlar var, ama sınıf bilinci, ne hikmetse, Türkiye’de gelişmiyor! Bölgede de, diyelim yoksulluk, Kürt sorununun bir sonucu olarak algılanır. Doğaldır da bu. Ben her zaman söylüyorum: Bölgedeki yoksulluğun nedeni siyasidir. Yoksa bölge son derece önemli bir ekonomik potansiyeli taşıyor.

Bölgedeki bir gence geçtiğimiz yıllarda hâkim olduğunu söylediğiniz öfke, kızgınlık gibi duyguların bugünkü siyasî adı nedir sizce? Topluma, siyasete nasıl bakıyorlar?

• O insanlar, genelde, PKK’nin başta vaat ettiği, ayrı bir devlet kurma isteğinden kopmuşlardır. Ama Kürtlerde duygusallık önemli: Adam şöyle veya böyle seninle bir bağ kurmuşsa, bu bağ nedeniyle zarara da uğrasa, kolay kolay o bağı koparma temayülünde değildir. Bu çok baskındır. O nedenle, PKK’nin geçmişteki politikasının kendisine verdiği zarara, bunu bilmesine rağmen, birçok insan halen PKK’yle bağını koparmış değil. Ama PKK’nin de bir dönüşüm geçirdiğine inanıyor. PKK’nin eskisi gibi yaygın bir etkinliği yoksa da hâlâ ciddi bir desteğe sahiptir.

Sizce insanlar geçmişle nasıl hesaplaşıyor? Geçmişe bakışta öfke mi hâkim, yoksa başka bir şey mi ve bu duygusal yapı içinde Batı’yla nasıl bir iletişim kurabilirler?

• Çok büyük bir öfke yok. Kürtler büyük kinlerini, öfkelerini rahat rahat unutabiliyorlar! Bilirsiniz, kan davası gütmüşlerdir, birbirlerinden bir sürü adam öldürmüşlerdir ama birileri araya girip onları barıştırınca o öfke, kin kayboluyor. İnsanların beklediği şu anda bu. Devletle barışmak istiyorlar. Devletin kendilerini insan yerine koymasını istiyorlar. Devletin eşit haklı yurttaşları olarak muamele görmeyi istiyorlar. Kürt karakterini bildiğim için ben bunu izah edebiliyorum. Türk toplumunda ise bir bölünme kompleksi var. Kürtlere en ufak bir hak kırıntısının verilmesinin bile bu devleti bölmeye götüreceği gibi bir kompleks var. Kürt aydınlarının, politikacılarının bu noktada Türk toplumuna bir güven vermesi lâzım. Sadece bir iki lâfla değil, davranışlarıyla, eylemiyle. Ben Türk toplumunda da ciddi bir yumuşama olabileceğine inanıyorum. Elbette her toplumun fanatikleri var. Özellikle Türk şovenizminin birdenbire yok olması kolay değil. İlkokuldan başlanarak, medyada, her yerde Türk şovenizmi beyinlere aşılanıyor. Ama dünyada öylesine olumlu bir hava esiyor ki, bu da insanları etkiler. Yaşanan olaylar da bu ülkedeki insanlara pahalı da olsa, acı da olsa, büyük bir ders verdi. Nedir bu ders? Belki 1993’e gelene kadar büyük çoğunluğunun kafasındaki tek siyasî çözüm bağımsız devletti ama, Kürtler, silâhlı mücadeleyle hak elde etmenin mümkün olamadığını gördüler. Devleti yönetenlerin de öldürerek, baskıyla Kürtleri tamamen sindirmenin mümkün olmayacağını görmüş olması lâzım. Bu iki halkın kaderi, onları beraber, birarada yaşamaya zorluyor.

Devletin, Kürtlerin bir halk olarak bazı haklara sahip olduğunu kabul etmesi lâzım. Kürtler de aptal değil ki! Bakıyorlar: Türkiye, Kıbrıs’ta federasyon da yetmez, konfederasyon olsun diyor, Yunanistan’daki 150 bin Türk’ün kimlik haklarını savunuyor. Bunlar, bir siyasî hareket olmasa bile, Kürtlerin bilinçlenmesinde etkili olur. “Niye onların kimlik hakları olsun, benim olmasın?” diye soracaktır.

Avrupa Birliği üyeliği nedeniyle istese de istemese de, adım adım, bazı gelişmeler sağlayacak tabiî. Devlet, Batılı dünyanın benimsediği moral değerlere âşık olmasından değil, stratejik nedenlerle Batı’ya yakın oluyor. Türkiye bu coğrafyada genellikle kendini yalnız hisseden bir devlettir. Her zaman sırtını dayayabileceği, kendini güven içinde hissedebileceği bir güç arar. Bu güç de her zaman Batı’da olmuştur. Onun için Türkiye Batı’dan kopmayı hiçbir zaman göze alamaz. İstese de göze alamaz! İstese de istemese de, kendini müttefiklerine beğendirmek, onlara uymak zorunda. Onun için ben Türkiye’nin geç de olsa, ayak sürtse de, o dünyanın içinde yer alacağı inancını taşıyorum. Ama bugünden yarına bir değişim beklenmemeli. Devlet hâlâ bu alanda çok ciddi adımlar atmaya niyetli görünmüyor. Bazı yanlış hesaplar yapıyor. Devleti yönetenlerde farklı görüşler var, ama özellikle askeriyeye hâkim olan anlayış, olayı hakkından gelinecek bir terör olayı olarak görmektir. Bunun geçerli olmadığı görülüyor. Bu yanlış anlayış devam ederse, Kürtlerde “bu devletin bizim kimliğimize saygı duyması mümkün değil” gibi bir anlayış yeniden doğarsa, bunu kaşıyan güçler de her zaman çıkar, arzulamadığımız olaylar yine gelişebilir ileride. Kürt aydınları olarak bize de görev düşüyor bu konuda. Ama en önemli sorumluluk devlete düşüyor. Ya uygun bir formül bulacağız, ya bütün gücümüzü, kaynaklarımızı, enerjimizi birbirimizi boğmaya harcadığımız ilkel bir topluma dönüşeceğiz.

Bölgesel ölçekte, Ortadoğu ölçeğinde baktığımız zaman, nasıl bir değişim görüyorsunuz?

• Kürtlerin, biliyorsunuz, Osmanlı haritalarında, bugünkü dünya atlaslarında “Kürdistan” diye gösterilen bir coğrafyaları var. Bu coğrafya 1639’da Kasr-ı Şirin anlaşmasıyla Osmanlı ve İran devletleri arasında ikiye bölündü, büyük kısmı Osmanlı yönetiminde kaldı. Osmanlı yönetimindeki coğrafyanın da 1. Dünya Savaşı’ndan sonra bir kısmı Irak sınırlarında, bir kısmı Suriye sınırlarında, önemli bölümü de Türkiye’de kaldı. Ama sınırlar Kürtleri tamamen birbirinden koparmadı. Bu parçalar, sosyal yapı, aile ilişkileri, ekonomik ilişkiler nedeniyle hep birbirleriyle yakın ilişki içindedirler.

Irak kesiminde Kürtlerin siyasî durumu daha iyi gelişmiştir. O devlet Kürtlerin kimliğini, coğrafyasını inkâr etmiyor, onlara yönetimsel olarak geniş haklar veriyor. Ama o ülkenin sorunu, demokratik bir rejim olmamasıdır. Rejim demokratik olsaydı, Irak Kürtlerinin devletle hiçbir problemi olmayabilirdi - çünkü tamamen kendi kendini yöneten bir toplum. Zaten onlar bugün, uluslararası hukuk açısından kabul edilmemiş olmasına rağmen, uluslararası siyasette fiilen de kabul görmüş olan bir devlettir. Oradaki problem, bir demokratik rejimin yokluğudur. Türkiye’nin o bölgedeki oluşumdan rahatsız olmasının temel nedeni -oradaki hareketlerle PKK karşıtlığı temelinde iyi ilişkiler içinde olmasına rağmen-, farklı ülkelerdeki Kürt toplumları arasındaki etkileşim nedeniyle, Irak’taki federal devletin kendisi açısından “kötü örnek olması” endişesi.

Türkiye Kürtlerinin durumu daha dramatik, çünkü devlet onları bir varlık olarak kabul etmiyor. PKK’nin başlangıçtaki hedefi, “birleşik, bağımsız, sosyalist Kürdistan”dı. Yani sadece Türkiye’deki Kürtleri kurtarmak değil, dört parçaya ayrılmış bütün Kürtleri kendi yönetimi altında görmek istiyordu. Bu nedenle Irak’taki Kürt hareketinin siyasî otoritesiyle de çatışma içinde oldu. PKK’ye etki eden güçlerin etkisi de önemlidir. Mesela Suriye de Irak’taki oluşumdan rahatsız, İran da rahatsız; ve bu iki devlet de PKK’yi denetleyen devletlerdi. O nedenle PKK’nin fanatik yandaşları Kuzey Irak’taki oluşuma sıcak bakmıyor. Ama onun dışındaki Kürtler, oradaki kardeşlerinin huzura, barışa, sükûna kavuşmasından, kendi kendilerini yönetmesinden memnundur.

Görünen o ki, Irak’ta ve Türkiye’de, Kürt sorunu ile ilgili iki ayrı çözüm modeli gelişiyor.

• Ona şüphe yok. İçinde bulundukları devletin yapısı, toplumun yapısı, hareketlerin yapısı, farklı sonuçlara yol açıyor. Türkiye’de feodal yapı, devletin onu ısrarlı bir şekilde korumak istemesine rağmen, diğer bölgelere kıyasla daha fazla çözülmüştür. Ecevit der ki hep, “bütün problem, bölgedeki feodal yapı”... Oysa Ecevit de bilir ki, feodal yapıyı koruyan, devlettir. Feodal yapı, 1980 müdahalesi olmasaydı, 1980 öncesinde de Kürt politik hareketlerinin gelişmesine bağlı olarak çözülüyordu. Devletin bütün gücüyle feodal yapının yanında olmasına rağmen feodal yapı çözülüyor. Çünkü Türkiye bütün aksaklıklarına rağmen demokratik bir rejimdir. Ama Suriye’de, İran’da, Irak’ta bu şans yok. Oralarda aşiret yapısı daha belirgindir. Gerçi Irak’ta da, Türkiye’deki gelişmelere paralel, şehirlerde büyük yığılmalar oldu. Çünkü Saddam 4000 fazla Kürt köyünü ortadan kaldırmıştı. Şimdi köye dönme imkânı olmasına rağmen, o insanlar şehir hayatına alıştılar, özellikle kadınlar, “hayır, biz bir daha köye dönmek istemiyoruz” diyorlar. 1991’den önce kırsal alanda nüfus yüzde 50’den fazlaydı, bugün zannedersem yüzde 20’yi bulmaz. Bu nedenle aşiret bağları yavaş yavaş zayıflıyor, ama yine de Türkiye’ye göre daha güçlü, daha belirgindir. Irak-Suriye’yi bilirim; oralarla iç içeyiz, resmî olmayan ticarî bağ var. İran’ı o kadar iyi bilmiyorum. İran zaten ayrı bir politika geliştirdi. Zaten Farslarla Kürtler akrabadır, dilleri, kültürleri birbirine yakındır. İran, despotik devlet yönetimine rağmen, Kürtlere karşı daha anlayışlıdır. ’50’li yıllardan beri Kürtçe yayın yapılıyor, Kürdistan adını sakıncalı görmüyor. Bu, Kürtlerin tepkilerini biraz engelliyor.