Kürt sorununun 1984 sonrasındaki evresinde, özellikle Kürt köylülerin zorla göç ettirilmesi, “özel güvenlik stratejisi”nin temel ögelerinden biriydi. Zorunlu göç, yalnızca mezra, köy ve kasabaların yakılıp yıkılması yoluyla değil, köy ve kentlerde yaşayan Kürt ve Süryani ya da Alevilerin, sistematik terör uygulamalarıyla yaşama ortamlarını terk etmek zorunda bırakılması yoluyla da yaşandı. Zorunlu göçün yaklaşık 3 milyon kişiyi etkilediği sanılıyor. Bunların önemli bir kısmı, yaşama ortamlarını terk ettiklerinde çalışma, beslenme ve barınma olanaklarından tamamen yoksun kalan köylüler oldu. Onlar yalnızca aç ve yoksul düşmediler; aynı zamanda görünmez oldular: yalnızca devletin dışına değil, insanlığın dışına da sürüldüler. 1990 yılından itibaren tırmanan ve “1993 konsepti” denilerek belirginleşen Milli Güvenlik Kurulu’nun “özel güvenlik stratejisi”, Kürt sorununun bu en kitlesel bedelinin görünmezleştirilmesini de kapsıyordu.
Bizzat MGK ve Genelkurmay Başkanlığı adına, zorunlu göçün PKK ile mücadele anlamında “güvenlik” stratejisinin önemli bir uygulaması olduğu, 1997 yılına gelindiğinde açıklanmıştı. 1997 yılında Genelkurmay Başkanlığı tarafından yapılan brifinglerden birinde, “eleştirilere karşın, belli bir plan dahilinde boşaltılan köylerin PKK’yi lojistik imkânlardan mahrum bıraktığı” ifade edildi. Bu açıklamadan sonra da, siyasal ve idari otoriteler sorumluluklarını inkâr etmeye, kitle iletişim araçları ve “sivil toplum” kuruluşları sorunu görmezden gelmeye ve tartışmamaya devam etmişlerdir. Daha önemlisi, hükümet kuruluşları ve yetkilileri, zorunlu göçten etkilenen kişilerin temel gereksinimlerini karşılama ve sosyal problemlerini giderme görevlerini de üstlenmemişlerdir. Üstelik, uluslararası ya da ülke içindeki insanî kuruluşların bu görevleri kısmen de olsa üstlenme çabaları da engellenmiş ya da açıkça yasaklanmıştır. İnsan Hakları Derneği, Mazlum-Der ve Tunceliler Kültür ve Dayanışma Derneği gibi kuruluşlar, mağdurların acil sorunlarını giderme çabalarının bedelini ödediler ve bu çabalarda başarısız oldular.
Yazının bundan sonrası, daha geniş bir çalışmanın kısaltılmış; hukuksal bölümlerden ve verilerden arındırılmış halidir.[1]
GİRİŞ
Bu yazıda, insan haklarının, zorunlu olarak göç eden kişi ve toplulukların durumlarında getirdiği bazı yükümlülük ve görevleri -insan hakları hukukunun devletlerin hükümetlerine getirdiği yükümlülükleri ve insan hakları fikrinin getirdiği görevleri- tartışmaya çalışacağım. Zorunlu göçmenler, aynı zamanda işkence ve kötü muamele, tecrit altında tutulma, yakınlarının öldürülmesine tanıklık, yakınlarının kaybedilmesi gibi travmaya neden olan başka bir dizi ihlâlden de etkilenen bir grup oluşturuyorlar. Ayrıca, özellikle göç edilen yerlerde dışlayıcı ve tecrit edici bir ortamda yaşama, mültecilik ve geleceğe ilişkin belirsizlikler gibi travma sonrası psişik ve sosyal problemleri ağırlaştıran durumlar da, zorunlu göç durumunu sıklıkla karmaşıklaştırabiliyor.
Zorunlu göç, temel insan hakları bakımından zincirleme bir ihlâl, insanlık durumu bakımından insanlıktan sürülme, psişik ve sosyal bakımdan uzatılmış-zincirleme travma olarak nitelenebilir.
Zorunlu göçün insanlık durumuyla en doğrudan ilgisini, zorunlu göçmenin terk ettiği yeri, onun yaşama ortamı olarak ifade ederek kurabiliriz. Yaşama ortamı, barınma gereksinimini karşılayan yer olmanın ötesinde, çalışma ve dolayısıyla beslenme, birincil dayanışma, bunların yanı sıra, sürekliliği ve bütünlüğü olan bir kimliğe sahip olma ihtiyaçlarının karşılandığı çevredir. Bu bakımdan yaşama ortamı, özellikle kapalı topluluklarda yaşayan kişilerin insanlık durumu için belirleyicidir. Kişinin yaşama ortamından kendi iradesinden ve denetiminden yoksun bırakılarak uzaklaştırılması, özellikle de bunun bir şiddet yöntemi olarak uygulanması, kişiyi, temel insan olanaklarından ve kapasitelerinden de yoksun bırakabilir.
Dış koşulların zorlamasıyla yaşama ortamlarını terk eden herkes, zorla yerinden edilmiş demektir. BM Genel Sekreteri Zorla Yerinden Edilenlerle İlgili Özel Uzmanı, zorla yerinden edilenleri şöyle tanımlamıştır: “Özellikle bir silâhlı çatışmanın, yaygın şiddet durumlarının, insan hakları ihlâllerinin ya da doğal ya da insanların yol açtığı felaketlerin sonucunda ya da bunların etkilerinden kaçınmak amacıyla evlerini ya da yaşama ortamlarını terk etmek zorunda kalan ya da terk etmek zorunda bırakılan fakat uluslararası olarak tanınan bir Devlet sınırını geçmemiş olan kişiler ya da kişi grupları.”
Zorunlu göç sorununa insan hakları bakımından yaklaşmak, zorla göç ettirilen ya da yerinden edilen kişilerin durumunda hangi hakların ihlâl edilmiş ve ihlâl edilmekte olduğunu, ve söz konusu ihlâllerin sonuç ya da etkilerinin insan onurunun gerektirdiği şekilde ve mümkün olduğunca nasıl giderilebileceğini araştırmayı kapsayacaktır. Böyle bir araştırma, zorunlu göç ve yerinden edilme olgularını, zorunlu göçmenlerin söz konusu uygulama öncesinde, uygulama sırasında ve özellikle de uygulama sonrasında içinde bulundukları durumları anlama çabalarını gerektirir. Bu olgu ve durumlara bakarken, uluslararası insan hakları belgelerinde yer alan standartlar, insan hakları kavramına dayanarak yorumlandığında, başlangıç olarak yararlı olacaktır. Ama ayrıca, zorunlu göçün sonuç ya da etkilerinden giderilmesi mümkün olanları giderme çabalarında, yani “reentegrasyon” ve rehabilitasyon çabalarında, oluşturulacak yeni yaşam ortamında, başka ihlâlleri olabildiğince önleyebilecek seçenekleri düşünmek de, zorunlu göç sorununa insan haklarından bakmanın kapsadığı gerekliliklerden biri olsa gerektir. Aşağıda dayanışma görevleri olarak tartışılan seçeneklerin göz önünde bulundurulmasında, insan haklarının bilgisi kadar, zorunlu göçmenlerin deneyim ve durumları konusunda doğru bilgi oluşturmak da önem taşır.
1. ZORUNLU GÖÇ VE TRAVMA
Yaşama ortamlarını terk etmek zorunda bırakılan insanların durumlarını ve gereksinimlerini, yaşadıkları travmayı tarif ederek anlamak mümkündür. Bu tarif, bize, onların gerçek durumlarında insan haklarını korumak için getirilen normları ölçmek ve dayanışma görevlerini belirlemek için bir ölçüt sağlayabilir. Pek çok zorunlu göç durumlarını bir yana bırakarak (Türkiye’de Ermeni tehciri, Anadolu Elenlerinin zorla göç ettirilmesi ve “mübadele”, Süryani, Alevi ve Kürt tehcirleri, Marmara depremi), Kürt sorununun 1984 sonrasında yaşanan evresi kapsamındaki zorunlu göçten etkilenenlerin durumunu, tipik örneklerden yola çıkarak tarif etmeye çalışacağım. “1993 konsepti” denilen “güvenlik/terör teknikleri” arasında önemli bir yeri olan zorunlu göç olgularını, birkaç modelde özetleyebiliriz:
A. İntikam Baskınları
A Köyü yakınlarında silâhlı bir PKK grubuyla çatışmaya giren kolluk biriminden bazı kişiler, çatışma sırasında yaşamını yitirir. Kolluk birimi, söz konusu silâhlı grubun A köyünden olduğu ya da A köyünün sağladığı olanaklarla orada bulunduğu inancına dayanarak, A köyüne bir “intikam baskını” yapar. Köyde bulunan farklı yaşlardan 300 kişiyi köy meydanında toplar. Köyün erkekleri çırılçıplak bırakıldıktan sonra dövülür. Söz konusu çatışmadan sorumlu olabilecek kişilerin isimleri istenir. Evler aranır, arama sırasında evlerde bulunan yiyecekler ve eşyalar tahrip edilir. Genç ve yaşlı erkeklerden 12 kişi seçilir; muhtarla birlikte gözaltına alınır. Tenha bir yere götürülen kişilere işkence yapılır; bu kişilerden kolluk görevlilerinin seçtiği 4 kişinin suçlanması istenir. Söz konusu 4 kişi öldürülerek “cezalandırılır”; çatışma sırasında “dört teröristin ölü ele geçirildiği” rapor edilerek üst birimlere bildirilir. Diğer 8 kişi, kolluk birimine götürülerek burada, “devletle işbirliği yapmaları” istenerek 30 gün boyunca tecrit altında işkence yapılır. Bu zaman zarfında 12 kişi zorla kaybedilmiş statüsündedir. İşkence görenler “devletle işbirliği yapmayı” kabul etmediyse, ya da bu konuda verdikleri güvenceler yeterli değilse, 8 kişi Devlet Güvenlik Mahkemesine çıkarılır ve Mahkeme, köy muhtarını “yardım ve yataklık yaptığı” gerekçesiyle tutuklar, diğer kişiler serbest bırakılır. Köye yapılan ikinci baskında, ilçe ya da ilin üst kolluk makamının kararına dayanılarak, köylülere köyden ayrılmaları için 15 gün süre tanınır; köydeki bir ev yakılır. 15 gün sonra boşaltılmamış olan köye yeniden baskın yapan kolluk görevlileri, köydeki evlerden bir kısmını eşyalarıyla birlikte yakar ve köylüler, en yakın kasabaya göç ederek, varsa buradaki akrabalarına sığınırlar. Köydeki tarla ve bahçelerin işlenmesi için köye zaman zaman dönüş yapılmasına izin verilmez ya da tarla ve bahçeler yakılır.
B. Güvenlik Kaygısı
B köyünde yaşayan bazı aileler ya da bazı kişiler, köy yakınlarındaki silâhlı çatışmalar ile silâhlı gruplar ya da kolluk birimlerinin baskın ya da baskıları karşısında, kendilerinin ya da ailelerinin güvenliklerini sağlamak amacıyla köyden göç ederek il merkezinde barınma ve yaşama olanağı ararlar. Örneğin çocukları silâhlı gruba katılan bir aile, kolluk birimlerinin baskılarından ve yaşam hakkı ihlâli tehdidinden korunmak için göç edebilir. Köy yakınında bulunan kolluk biriminin rastgele havan atışları, silâhlı grup ya da kolluk görevlileri tarafından köye silâhlı baskın yapılması, evlere rasgele ateş açılması, güvenlik kaygılarını acil hale getirerek, maliyeti ne olursa olsun, göç etmekten başka seçenek bırakmamış olabilir. PKK yandaşı bir gösterinin ardından ağır silâhlarla kısmen tahrip edilen ya da zaman zaman kolluk görevlilerinin evlere ateş açtığı kasabalardan göç etmek zorunda kalan zorunlu göçmenler de bu modelde ele alınabilir.
C. Lojistik Gerekçesi
Bir dağın etrafında bulunan C bölgesinin en üst kolluk yetkilisi, bu bölgede bulunan 20 köy ile 25 mezranın, bu bölgede yürütülen “güvenlik operasyonu” açısından çeşitli bakımlardan sakıncalı olduğuna karar verir. Bu sakıncaların başında, bu köy ve mezralardan gençlerin silâhlı gruplara katılmış olması ve/veya bazı kişilerin silâhlı gruplar için kuryelik ya da “milislik” gibi görevler yürütmesi ve/veya bazı ailelerin silâhlı gruplara yiyecek ve giyecek sağlaması ihtimal ya da kuşkuları gelmektedir. Önce bu köy ve mezraların bütün halkı ya da bazı aileler, göç etmeleri için tehdit edilir ve süre verilir. Tarla ve bahçelere giden yollara mayın döşenir. Süre sonunda köy muhtarları ve imamları gözaltına alınır; bazı evler, ahırlar, tarla ve bahçeler yakılır. Uzatılan sürenin sonunda ise, evlerin bir kısmı daha yakılır ve göç etmesi istenenler, eşya ve erzak almalarına izin verilmeksizin göç ettirilir. Göç edenlerin bir kısmı en yakın kasabaya, bir kısmı en yakın il merkezine, bir kısmı da Diyarbakır, Adana ve Mersin gibi metropoliten merkezlere göç ederek, geçici ya da sürekli olarak akrabalarının yanına sığınırlar.
D. Koruculuk Baskısı
silâhlı çatışmaların yaşandığı ya da yaşanmasının muhtemel olduğu D bölgesinin en üst kolluk yetkilisi, bölgede bulunan köylerde yaşayan erkeklerden bazılarının ya da büyük çoğunluğunun köy korucusu yapılarak silâhlandırılmalarına karar verir.
Köylülerin zorla ya da gönüllü olarak silâhlandırılması, silâhlı gruplar aynı topluma mensup olduğuna göre onlara karşı savaşanların da aynı toplumdan olması gerektiği ya da kendi güvenliklerinin bedelini kendilerinin ödemeleri gerektiği inancına, ya da köylülerin “devletin yanına çekilmesi” için onları silâhlandırmanın uygun bir yol olabileceği inancına dayanır. Koruculuk uygulaması, resmî kolluk görevlileriyle onlar arasında askerî ilişki kurmak ve/veya köylüler (özellikle aşiretlerin durumunda) ile “devlet” arasında malî çıkar bağı yaratmak ve/veya köylüler ile silâhlı gruplar arasında eninde sonunda gerçek silâhlı çatışmaya yol açabilecek bir karşıtlık oluşturmak ve/veya komşu köyler ya da aileler arasındaki çıkarlarla ilgili anlaşmazlıkları, toprak ve meralarla ilgili karşıt iddiaları siyasal çatışmaya dönüştürerek gruplardan birini “devletin yanına çekmek” ve/veya korucu olmayı kabul eden ya da koruculaştırılan köylülerden birinin, götürüldükleri bir silâhlı çatışmada yaşamını kaybetmesi sonucunda onun yakınlarını “devletin yanına çekmek” gibi beklentiler için uygun görünmektedir. Korucular, zamanla bir yandan silâhlı grupların hedefi ve onlarla silâhlı çatışmalara giren bir aygıt haline gelecek, bir yandan komşu ailelere ya da köyler üzerinde denetim ve baskı kuracak, bir yandan da kolluk birimlerinin aygıtı haline gelmenin, “devletin yanında yer almanın ve dolayısıyla onu arkasına almanın” çeşitli yasal ve yasadışı nimetleri konusunda örnek teşkil edecektir.
Kolluk birimleri, bu beklentilerden bazılarına dayanarak D bölgesindeki köylüleri “gönüllü korucu” olmaya davet eder. Korucu olmayanların, köylerini terk etmeleri istenir. Bazı köylerde köy muhtarı ve bazı aile liderleri, diğerleri koruculuğu kabul edinceye kadar gözaltına alınır. Verilen süre sonunda D köyü halkından bazı kişilerin koruculuğu kabul etmemesi halinde, bir ev “ibret” olarak yakılır ve yine süre verilir. Bu sürenin sonunda, bazı ailelerden erkekler korucu olmayı kabul eder; hiçbir ferdinin korucu olmayı kabul etmediği ailelerden bazıları göç etmek zorunda bırakılır; bazıları da, korucu olan ailelerle geçmişteki anlaşmazlıkları nedeniyle göç etmek zorunda kalır.
E. Korucu Baskısı
D bölgesinde korucu olmayı kabul edenlerin bulunduğu D köyüne komşu E köyündeki erkeklere korucu olmaları için yapılan baskı devam etmektedir. Köye yapılan son baskında (diğer köyde bazı kişilere silâh vermek amacıyla yapılan törenin ardından), kolluk görevlileri bazı evleri yakmış, bazı evlerdeki eşyaları tahrip etmiştir. Fakat köyün büyük çoğunluğu köyde kalmaya devam etmektedir.
Silâhlı bir grup, D köyüne baskın yaparak, silâh alan köylülerin koruculuğu bırakmasını ister; bu köyden bazı kişileri kaçırır, bazı kişileri öldürür. Kolluk yetkilileri ve D köyü korucuları, E köyüne baskın yaparak, bu köyde yaşayanları silâhlı gruba “yardım ve yataklık yapmakla” suçlar. Korucular, E köyünde geçmişten gelen çıkar çatışması içinde bulundukları bazı ailelerin evlerine baskın yapar; bu ailelerin fertlerini döverek yaralar.
D köyü korucuları, zamanla korucu olmaları nedeniyle “ödedikleri bedeli” E köyünün ödemesini istemeye ve E köyünün arazileri üzerinde hak iddia etmeye başlarlar. Bu nedenle, köyün boşaltılmasını ister; bağ ve bahçelere giden yollara mayın döşer, hayvanları öldürür ve tarlaları yakarlar. E köyündeki aileler, köyle kasaba arasında yolculuk yaparken korucular tarafından kaçırılır, gözaltına alınır ve tehdit edilir. E köyündeki aileler, yavaş yavaş göç ederler. E köyünün arazileri D köyündeki korucuların eline geçer.
F. Gıda Ambargosu
Kolluk görevlileri, halkı korucu olmayı kabul etmeyen ve silâhlı gruplara “yardım ve yataklık yapmakla” suçlanan F köyü, “devletle işbirliği yapmamaktadır”, yani “terörist köyü”dür; ancak “stratejik bakımdan sakıncalı” olmayan bir yerde bulunmaktadır. Köylülerin tamamının ya da bir kısmının köyde kalmasına izin verilir, ancak “gıda kontrolü” uygulanır. Bu uygulamada, asgari bir miktarda un ve diğer besin malzemeleriyle yaşanabileceği hesaplanır ve köye bu miktardan fazla erzak götürmeleri ya da bu miktardan fazla buğdaylarını öğütmeleri engellenir. Bu amaçla, tarla ve bahçelerinde hasat yapmaları da kontrole bağlanır. Köyün bulunduğu bölgede silâhlı grupların faaliyet durumuna göre miktarlar değiştirilir. Kolluk görevlilerinin öldüğü bir çatışmanın ardından, ceza olarak miktar azaltılabilir. İlaçlar da “kontrol” kapsamındadır. Bu tür köylerde çocuklara aşı yapılmasının önlendiği durumlar da rapor edilmiştir. Köyde yaşayan bazı aileler, zamanla köyden göçerler.
Bu modeller, yaşanan bütün deneyimleri kapsamamakla birlikte, durumu anahatlarıyla sunmak için yeterli görünüyor. Elbette bazı zorunlu göç mağdurları, zaman içinde bu modellerden birkaçına birden uygun deneyimleri de yaşamış olabilir. Ayrıca, zorunlu göçmenler arasında, sayısal olarak ifade edemeyeceğimiz geniş bir kentsel grup da vardır. Kentsel grup, 1992 yılından itibaren hükümet güçlerince uygulanan ya da yönlendirilen terör pratikleri (özellikle kontrgerilla faaliyetlerinden biri olan faili meçhul siyasal cinayetler) nedeniyle kentsel merkezleri terk eden ya da Olağanüstü Hal Bölge Valiliği tarafından bölgeden sürülen hekim, avukat, sendikacı gibi meslek gruplarından kişileri de kapsıyor. Fakat bu grubun büyük çoğunluğu, güvenlik kaygısı diye özetleyebileceğimiz nedenlerle yerlerini terk ederek başka kentlere göç etmiş olan ailelerden oluşuyor. Kentsel gruplar ile yukarıda özetlediğimiz durumları yaşayan grupları bir arada almak uygun görünmüyor.
Yukarıda sunulan modellerdeki travma deneyimlerini, kabaca üç gruba indirgeyerek sınıflandırabiliriz.
i. Zorunlu göç öncesi ortama bağlı travma:
Zorunlu göç öncesi ortamda, silâhlı çatışmalar, etnik ayrımcılık ve sistematik insan hakları ihlâlleri belirleyicidir. Kişiler ve topluluklar, silâhlı çatışmalarda taraf olmaya zorlanmakta; taraf olmamaları halinde yargısız infaz, katliam, kaybetme ve işkence ya da kötü muamele gibi uygulamalara marûz kalmaktadırlar. Aile bireylerinin çatışmalarda ya da “operasyon”larda kaybedilmesi, katliam ve işkenceye tanıklık, “operasyon” ya da baskın korkusu, bu ortamda günlük olaylardır.
Bazı durumlarda, zaten yetersiz olan temel sağlık ve eğitim hizmetlerinden yoksun kalmakta, hattâ tarlaları yakılmakta ve mallarına el konulmaktadır. Bazı durumlarda, evlerinin ve tarlalarının etrafına taraflardan birince mayın döşenmektedir. Şiddet, kişiler ve topluluklar arası ilişkilerde de belirleyicidir. Şiddetin egemen olduğu ve ne düşüneceklerinin ve hayatlarını etkileyen konularda hangi yönde yargıda bulunacaklarının şiddet aygıtlarına sahip olan taraflarca belirlendiği, anadillerinin ve etnik kimliklerinin yasaklandığı ya da inkâr edildiği bir ortamda, hayatlarını özerk bir şekilde belirleyememekte, kendilerinin ve çocuklarının geleceğini güvence altına alamamaktadırlar. Silâhlı çatışmalar konusunda yargıda bulunabilmeleri ve taraf belirleyebilmeleri halinde, kayıplarının ve acılarının bir anlamı olacak, kendilerini daha fazla kişi olarak görebilecek ve travmanın üstesinden daha kolay gelebileceklerdir.
ii. Zorunlu göç deneyimine bağlı travma:
Zorunlu göç uygulaması da, yukarıda sayılan ihlâlleri kapsar. İşkence ve katliam tehdit ve uygulamaları, zorunlu göç kararının bir parçasıdır. Bu deneyim, ailenin diğer bireyleriyle birlikte yaşanmaktadır. Yaşama ortamının boşaltılmasına yönelik zorlama, çoğu durumda evlerin, tarla ve bahçelerin yakılmasını ya da tahrip edilmesini, hayvanların katledilmesini ve çevrenin mayınlanmasını da içermiştir. Burada yeni olan, bizzat yaşama ortamından ve yaşama olanaklarından kopmanın getirdiği baskı ve kaygılardır. Bu deneyim, bölgedeki daha küçük azınlıkların durumunda daha sarsıcıdır. Zorunlu göç, Süryani ya da Yezidi grupların durumunda olduğu gibi, grubun yok olmasına ve onların kimliklerin bir parçası olan kültürel pratiklerin sürdürülememesine yönelik kaygıları da beraberinde getirecektir.
iii. Zorunlu göç güzergâhındaki deneyimlere bağlı travma:
Zorunlu göç, tipik olarak şu güzergâhı izlemiştir: en yakın büyük yerleşim merkezi (örneğin Cizre), en yakın metropol (örneğin Diyarbakır), bölge dışındaki bir metropol (örneğin Mersin), bir Avrupa ülkesi (örneğin Almanya). Bu güzergâhın hangi durağında kalırsa kalsın, zorunlu göçmen, tamamen yoksunlaştırılmış olarak yeni bir hayat kurmak zorundadır ve çoğu zaman da, yeni hayatında, insan haklarının büyük bölümünden yoksun kalacaktır. Ama bu güzergâhın önemli bir yönü, nerede kalacağının göçmenin kendisine bağlı olmamasıdır; bulunduğu durakta kalıp kalmaması, büyük ölçüde kendisinin dışındadır. Bu güzergâh boyunca artan uyum sağlama zorluğunun getirdiği travmanın yanı sıra, geleceğe yönelik belirsizliğin getirdiği bir travmadan da söz edilebilir.
Bu belirsizlikte, güvenlik, beslenme, barınma, sağlık ve eğitim haklarından yoksun olmanın payı büyüktür. Kadınlar için ek bir yük, çocuklarının bilinmeyen ve belirsizliklerle, tehlikelerle dolu bir ortamda sokaklarda çalışmak zorunda kalmasıdır. Ayrıca, bu koşullarda ev içi şiddette de artış olduğunu tahmin etmek zor değildir.
Bölge dışındaki yerleşim yerlerinde, etnik ayrımcılığa dayalı sivil şiddet tehlikesi ya da aşağılayıcı muamele de travmayı arttırmaktadır. Bölge dışındaki yerleşim yerlerinde, bu kişiler, hem kolluk görevlileri hem de komşuları tarafından tehdit olarak algılanabilmektedir. Bu tehdit algısı, resmî makamlar ve kitle iletişim araçları tarafından sürekli körüklenmiş ve canlı tutulmuştur.
Mülteci olma durumunda ise, güvenlik ve yaşam koşullarına ilişkin olumlu beklentilerin getirebileceği katkılara karşılık, yaşanan deneyimin kanıtlanması yükümlülüğü ve yeni çevresel koşullara uyum sağlama gerilimi söz konusudur.
İnsan hakları ihlâlleriyle ilgili travmatik deneyimin önemli bir yönü, gerçeklik duygusunun parçalanması olsa gerektir. İşkence deneyiminde olduğu gibi, zorunlu göç mağdurunun da acil gereksinimlerinden biri, yaşadıklarını başkalarına kendi bakış açısından ya da kendi tarih kurgusuna göre anlatabilmek olsa gerektir. Çünkü kişinin deneyimsel gerçekliği, biyo-psişik bütünlüğünün aslî unsurları arasındadır. Oysa zorunlu göçmen, göç ettiği büyük kentlerde dışlanmakta; mülteci olması durumunda ise, formel bir yaklaşımla karşılaşmaktadır. Mültecinin deneyimsel gerçekliği, kanıtlama yükümlülüğünü de içeren formel ve insan yüzü olmayan hukuksal gereklilikler arasında kaybolur. Bu, travmanın etkilerini arttırabilir.
2. ZORUNLU GÖÇ UYGULAMASININ KAPSAMI
Kürtlerin ve Doğu Hıristiyanlarının (ve daha sonra Alevilerin) yaşadığı çatışma bölgelerinde 1980’li yılların sonlarında hız kazanan zorunlu göç, resmî rakamlara göre en az 3500 yerleşim bölgesinin kısmen ya da tamamen boşaltılmasına neden oldu ve halen tahminen 3 milyon kişi zorunlu göçmen konumundadır. 3500 sayısı, Olağanüstü Hal Bölge Valiliği’nin ve bu bölge dışındaki bazı illerin valiliklerinin verdiği düzensiz ve güvenilir olmayan rakamlara dayanmaktadır. Söz konusu rakamın, yalnızca kolluk görevlileri tarafından doğrudan boşaltılan yerleşim birimleriyle ilgili olarak sivil yetkililere verilen bilgileri kapsadığı (A, C ve D modelleri) tahmin edilebilir. Özellikle B modeline uyan ya da (burada ele almadığım) doğrudan PKK ya da başka silâhlı grupların baskısı sonucunda kısmen ya da tamamen boşaltılan köy ve mezraların bu sayıya dahil olması düşük bir ihtimaldir. Öte yandan, güvenlik kaygısı nedeniyle, özellikle de kasabalardan, hattâ Diyarbakır gibi merkezlerden göç etmek zorunda kalanların sayısının yüksek olduğu düşünülmelidir.
Burada ele alınan zorunlu göç yasal bir uygulama olmadığı gibi (Olağanüstü Hal Bölge Valiliği, kişilerin sürgün edilmesi dışında zorla köy boşaltma yetkilerini kullanmadıklarını açıklamıştır), zorunlu göçe yol açan ya da ona eşlik eden uygulamalar, Türkiye hukukunda ve Olağanüstü Hal Bölgesi hukukunda suç teşkil etmektedir; ancak bu uygulamaları durduracak ya da hak arama yolu sağlayacak idari ya da yargısal mercilerin var olmadığı görülmüştür. Bu suçlara ilişkin cezai işlem yapılmamış; ya da mağdurların zararları tazmin edilmemiştir. Zorunlu göç, siyasal ya da idari otoriteler tarafından inkâr edilmiş ya da bu uygulamalarla ilgili sorumluluk kabûl edilmemiştir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin zorunlu göç (köy boşaltma ve yakma) uygulamalarını tespit ettiği üç önemli davanın sonuçlanmış olmasına karşın, bu davalara konu oluşturan olgularla ilgili olarak, söz konusu olgulardan sorumlu olanların sorumluluğunu tespit etmeye yönelik cezai ve idari yollar işletilmemiştir.
Bu hatırlatmaları, zorunlu göç uygulamalarının sistematik olduğunu belirtmek için yapmak gerekiyor. Zorunlu göç uygulamaları, tek tek bu durumların her biri nedeniyle sistematiktir. Zorla göç ettirmenin sona erdiği günümüz koşullarında da zorunlu göç sistematiktir. Çünkü sorumlular cezalandırılmamakta ve hükümet, temel hakların ve yurttaşlık haklarının gerçekleştirilmesi konusunda sorumluluk üstlenmemektedir. Zorunlu göç mağdurlarının, yaşam ortamlarına dönmelerine (“stratejik” olarak seçilen bazı köylerin durumunda, koruculuk koşullarını kabul edenler dışında) izin verilmemektedir. Zorunlu göçmenlerin, bulundukları yerde ya da gönüllü olarak seçebilecekleri bir yerde yeniden yerleştirilmeleri de söz konusu değildir. Hükümetin gündeme getirdiği yeni bir düzenleme ise, zorunlu göçmenlerin, hükümet tarafından “stratejik” ölçütlere göre seçilecek olan bazı yerleşim yerlerine zorunlu olarak göç ettirilmelerini öngörmektedir; öyle anlaşılıyor ki, bu düzenlemeyle, belirlenen yerlere yerleşmeyi kabul etmeyenler (hattâ bazı hakları bakımından kabul edenler de), onlara Türkiye Cumhuriyeti yasalarının verdiği haklardan (özellikle tazminat ve mülkiyet haklarından) mahrûm kalacaklardır. Dolayısıyla, insan hakları standartları bakımından zorunlu göç, kitlesel ve sistematik bir hak ihlâli olarak sürmektedir.
3. ULUSLARARASI İNSAN HAKLARI HUKUKU VE ZORUNLU GÖÇ
BM Ülke İçinde Yerinden Edilen Kişilerle İlgili Yol Gösterici İlkeleri, mevcut uluslararası insan hakları hukuku ve insanî hukuk normlarının yanı sıra, başta Evrensel Bildirge olmak üzere uluslararası örf hukukunun geçerli normlarının, zorunlu göç durumlarında uygulanmasına yöneliktir. İlkelerin çoğunda, uluslararası hukukun bir normu belirtildikten sonra, bu normun, bilinen zorunlu göç örneklerine ilişkin gözlemlere dayanarak, bu tür durumlar için getirdiği emplikasyonlar norm olarak belirtilmiştir. Söz konusu normların silâhlı çatışma ya da “olağanüstü durumlarda” da uygulanabilmesi için, bu ilkelerin uygulanmasının, çatışmaya taraf olan silâhlı güçlerin uluslararası hukuk karşısındaki statüsünü değiştirmeyeceği belirtilmiştir. Uluslararası örf hukukunun bir parçası olmaya istidat gösteren bu ilkeler, öncelikle ülkelerdeki ilgili düzenleme ve pratiklere yol göstermeyi amaçlamaktadır; ama bunlar, uluslararası ya da ulusal hak arama yollarında ileri sürülebilecektir.
İnsan hakları hukukunda zorla göç ettirme uygulamalarıyla doğrudan ilgili normlar, barınma hakkının emplikasyonları olarak, ikametgâhını seçme hakkı ve kişilerin özel yaşamına ve konutuna müdahale etme yasağıdır. Ancak insan haklarıyla ilgili uluslararası hukuk düzenlemelerinde, hükümetlerin belirli durumlarda insan haklarını kısıtlama yetkileri tanınmıştır. Barınma hakkının temel bir hak olduğunun açıklığa kavuşturulmaması, dahası hükümetlerin temel hakların sınırlarını çizme yetkilerinin olmadığının açıklıkla belirlenmemesi nedeniyle, bu hakkın ihlâl edilmesi durumlarında ileri sürülebilecek normatif çerçeve de belirsiz kalmaktadır. Fakat insanî hukuk bakımından, “güvenlik” tekniklerinin bir parçası olarak zorla göç ettirme uygulamalarının her halükârda olacağını göz önünde bulundurarak, hem zorla göç ettirme yasağının hem de bu tür uygulamalar vuku bulduğunda korunması söz konusu olan hakların açıkça belirlenmesi gerekmektedir. Tıpkı işkence yasağının ve işkence görenlerin korunması gereken haklarıyla ilgili normların (tedavi ve tazminat hakları, işkencecilerin yargılanması) açıkça belirlenmesinde olduğu gibi.
Kuşkusuz, insanların yaşam ortamlarından -onların başka insan haklarını korumak söz konusu olmadıkça- zorla kopartılmaları kabul edilemez ve bu nedenle de, insan hakları savunucuları bakımından, bu uygulama için kurallar getirmek ya da bu uygulamaya marûz kalanların başka insan haklarının korunması için önlemler getirmek rahatsız edici olabilir. Oysa, bu tür normların açıkça getirilmemesi, zorla göç ettirme olaylarını, yer değiştirmenin ötesinde felaket haline getirmektedir. İnsan hakları savunucuları, gerçek durumları hesaba katarak yargıda bulunmak zorundadır. İlkeler, bu gerçek durumlarda insanların haklarını koruyabildikleri ölçüde, insanların gerçek gündelik hayatlarında anlam taşıdığı ölçüde savunulabilir.
Zorla göç ettirmeye ya da yerinden edilmeye genel olarak karşı çıkan bir hakkın ileri sürülmesi, bu tür bir uygulamanın, marûz kalanların başka haklarının korunması amacıyla da yapılabileceği muhtemel durumları hesaba katmak zorundadır. Gerçekten de, bir yerleşim biriminin, doğal ya da insanî bir felaket karşısında insan yaşamını koruma amacıyla ve orada yaşayanların rızası hilafına boşaltılması söz konusu olabilir. Böyle bir durumu, aynı gerekçenin keyfî (ya da günümüzdeki tabiriyle “güvenlik” amacıyla ya da “siyasal” olarak) kullanıldığı bildik ve muhtemel durumlardan ayıran ölçüt de, insan hakları standartlarında bulunabilir: Bu ölçüt, söz konusu uygulamadan etkilenen kişilerin insan haklarını koruyan ve uygulamaya ilişkin belirli güvencelerle -özellikle göç ettirme yetkisinin keyfi ve insan haklarını ihlâl edecek şekilde kullanımına karşı güvencelerle- güçlendirilen bir normatif çerçevenin varlığıdır.
Bu, barınma hakkının temel haklardan olduğu ve dolayısıyla hiçbir koşulda ihlâl edilmesinin haklı ya da “makûl” gerekçesi olamayacağına aykırı bir sav değildir. Zorunlu göçün gerçekten de zorunlu olabileceği –insan hakları ya da yurttaş hakları bakımından zorunlu olduğunun gösterilebileceği– durumlar muhtemeldir. Bu durumlarda devletin barınma hakkı bakımından yapması gereken, zorunlu göçe marûz kalan kişi ya da gruba, onun ya da onların gerçek koşullarına uygun alternatif barınma olanağı sağlamaktır. Zorunlu göçün sorumlusunun devletin bir kuruluşu ya da görevlileri olması durumunda ise, barınma hakkının devlete -onun kuruluş ya da görevlilerine- getireceği yükümlülükler -durumun özelliklerine göre- daha fazla olacaktır. Aynı şey, diğer temel haklar için de, örneğin zorunlu göç durumlarıyla en sık ilgili olan beslenme, çalışma, sağlık ve eğitim hakları için de geçerlidir. Başka bir deyişle, zorunlu göçün “gerçekten zorunlu olduğu” durumlarda, tıpkı yaşam hakkında olduğu gibi, söz konusu haklar hiçbir koşulda ihlâl edilemez, ama uygulama sırasında ve sonrasında temel hakların korunduğu zorunlu göç uygulamaları yapılabilir.
Dolayısıyla, “kimse rızası hilafına yerinden edilemez” gibi soyut bir norm yerine, “kimse, açık rızası hilafına ya da keyfî olarak ya da ayrımcı bir şekilde ya da insan haklarına dayalı bir devlette, devleti oluşturan ilkeler bakımından meşrû bir gerekçe olmaksızın; uygulamanın zorunluluğunu hak arama yollarında denetlemesini sağlayabilecek ve diğer haklarını etkin olarak koruyabilecek yeterli güvenceler olmaksızın yerinden edilemez” gibi bir normu önermek daha makul görünüyor. Böyle bir norm, yerinden etme uygulamalarının varlığını görmezden gelmek yerine, a) bu tür uygulamaların ancak istisnaî olarak yapılabileceği; b) bu istisnanın, insan hakları bakımından ve hukukun üstünlüğüne dayalı bir siyasal ortamda meşrûlaştırılmak zorunda olduğu ve c) böyle bir uygulama yapılmışsa, ondan etkilenen kişilerin insan haklarını korumak için yeterli güvenceler olması gerektiği anlamına gelir. Böyle bir norm, bağlayıcı bir yükümlülük haline gelmesi halinde, zorunlu göçün bir insan hakları ihlâli olarak ortaya çıktığı durumlarda da, hak aramak, uygulamayı durdurmak ya da uygulamanın sonuçlarını gidermek amacıyla yargı yollarına başvurmak için yeterli bir dayanak oluşturabilir.
BM temsilcisinin uluslararası hukuk analizine göre de, zorla göç ettirme uygulamaları, belirli formel sınırlar içinde kabul edilmiştir. Bu tür uygulamalar, ancak istisnaî olarak, zorunluluk ve zorunluluğa uygunluk (proportionality) ilkelerine uygun olarak ve ayrımcılık yapılmaksızın uygulanması ve söz konusu durumun gerektirdiğinden uzun sürmemek koşuluyla mümkündür. Devlet organları, zorla göç ettirme uygulamasına başvurmadan önce, bu uygulamadan kaçınmak, kaçınılamıyorsa hiç değilse en az sayıda insanı etkilemek için, başka alternatifleri göz önünde bulundurmuş olmalıdır. Buna karşın zorla göç ettirmeye karar verdilerse, etkilenecek kişilerin uygulama ve sonuçları hakkında yeterli bilgileri ve tazminat hakları olmalı; devlet kuruluşları, zorla göç ettirilen kişilerin barınma, beslenme, sağlık, eğitim ihtiyaçlarını karşılamak ve çalışma olanakları sağlamak için önlemler almış olmalıdır. Bu güvencelerin sağlanmadığı ya da önlemlerin alınmadığı koşullarda, zorla göç ettirme keyfî bir müdahaledir ve insan hakları hukukuna aykırıdır.
Bu analizden yola çıkarak, uygulamanın keyfi olup olmadığını test etmek bakımından ölçüt oluşturabilecek başka bazı gerekliler de ileri sürülebilir: Göç ettirilenlerin göç sonrasında yaşayacakları yer, onların özelliklerine ya da koşullarına uygun seçilmiş olmalı ve gerekiyorsa, bu yerin koşullarına uyum sağlamaları konusunda da onlara yardım edilmelidir. Uygulamayı yapan ya da uygulamadan sorumlu olanlar, yeniden yerleşim ya da geçici yerleşim için seçilecek yer konusunda göç ettirilenleri doğru bilgilendirmiş ve onlara danışmış olmalı; bunun mümkün olmadığı ya da bu yolla uygun bir sonuca varılamadığı gösterilebiliyorsa, seçilen yerin göç ettirilenlerin insan haklarını ve yurttaş haklarını korumak için en uygun yer olduğunu gösterebilmelidir. Çalışma alışkanlıkları ya da anadil gibi faktörler, uygun yerin seçiminde ya da seçilip seçilmediğinin belirlenmesinde ölçüt olarak kullanılmak durumundadır.
Uluslararası insan hakları hukuku, insan hakları ve yurttaş hakları dışındaki gerekçelere de açık kapı bırakabiliyor. İnsan hakları belgelerindeki standartlar her zaman insan haklarının bilgisine dayanarak hazırlanmadığından ve bu arada mevcut devletlerin insan haklarına aykırılığı ya da insan haklarıyla bağdaşmazlığı açıkça belli olmayan pratiklerini “hayatın gerçekleri” gibi önceden kabul ettiğinden, bu kaçınılmaz bir sonuç olarak karşımıza çıkıyor. Elbette, insan hakları standartlarını yorumlamak ve durumlara uygulamakla sorumlu kuruluşların olması halinde (örneğin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yetki alanında), insan haklarının bilgisine dayalı argüman getirerek standartların anlaşılması değiştirilebilir.
Öte yandan, mevcut insan hakları hukuku bakımından da herhangi bir zorunlu göç uygulamasının sınırları; ya da böyle bir uygulama sırasında ya da sonrasında asla ihlâl edilemeyecek normlar vardır. Bu tür uygulamalar, etnik temizlik, soykırım, sistematik ayrımcılık ve işkence ve insanlıkdışı muameleyi kapsaması halinde ya da bu tür amaçlarla ya da bu tür sonuçlara yol açacak şekilde uygulanması halinde, mutlak olarak yasaktır ve bu uygulamaya katılanların kişisel sorumlulukları doğmaktadır; bu tür uygulamalar, insanlığa karşı suç olarak nitelenmektedir. Bu tür durumlarda devlet organlarının ya da daha doğru bir deyişle, hükümetin yetkili makamlarının aktif ya da pasif olarak rol oynamaları halinde, “devlet” (hükümet) sorumluluğu da söz konusudur.
Yol Gösterici İlkeler, öncelikle kişilerin ya da grupların zorunlu olarak yaşam ortamlarını terk etmelerine ya da zorla göç etmelerine yol açan koşulların önlenmesini, bütün yetkililer ve uluslararası aktörler için bir görev olarak getirmektedir (İlke 5). Silâhlı çatışma durumlarında, “zorunlu askerî gerekçeler” keyfî zorla yerinden etme uygulamalarının dışında tutulmuştur (İlke 6/2, p. b), ancak bu şekilde haklı gösterilen zorla göç ettirme uygulamaları, cezalandırma olarak kullanılmamalı (İlke 6/2, p. e) ve öne sürülen koşulların geçerli olduğu süreyi geçmemelidir (İlke 6/3). 6. İlkede “zorunlu askerî gerekçeler” kuralının uygulanması yeterince açık değildir. Ancak bu ilke, ilgili diğer belgelerle birlikte yorumlanmak durumundadır.
Öte yandan, diğer ilkelerde de zorunlu göç uygulamalarının keyfî olmasına karşı başka güvenceler getirilmiştir. Bunlardan en önemlisi, haklı bir gerekçe olsa da olmasa da uygulanması gereken usûl güvenceleridir: 7. İlkeye göre, kişilerin yerinden edilmesine yönelik bir karar verilmeden önce, “ilgili makamlar, yerinden etme uygulamasından bütünüyle kaçınmak amacıyla, uygulanabilir bütün alternatifleri araştıracaktır. Alternatiflerin olmaması halinde, yerinden etme uygulamasının kapsamını ve olumsuz etkilerini en aza indirmek için gerekli önlemler alınacaktır (İlke 7/1).
Yetkililerin zorunlu göç kararının ardından, uygulama aşamasında alacağı önlemlerin en önemlileri, yerinden edilenler için yeterli barınma, güvenlik, beslenme, sağlık ve hijyen koşullarını ve ailelerin ayrılmamasını güvence altına almaktır (İlke 7/2). Ayrıca, zorunlu göçmenlerin, “(a) ülkenin başka bir parçasında güvenliğini sağlama hakkı; (b) ülkelerini terk etme hakkı; (c) başka bir ülkeye sığınma başvurusu yapma hakkı; ve (d) yaşamlarının, güvenliklerinin, özgürlüklerinin ve/veya sağlıklarının risk altında olduğu herhangi bir yere dönmeye ya da yeniden yerleştirilmeye karşı koruma hakkı” da tanımlanmıştır (İlke 15). Bu ilke, zorla göç ettirilenlerin uluslararası koruma görmesi de düzenlenmiştir. Bu ilke, iltica hukukundaki önemli –ancak uygulama şansı zayıf olan– bir eksiği gidermeyi amaçlamaktadır.
Öte yandan, Yol Gösterici İlkeler, usûle ilişkin bazı güvenceleri, felaketlerde ya da silâhlı çatışmaların “aciliyet gösteren aşamalarında” gerekli görmemektedir: Bu güvenceler arasında, yetkili bir devlet organının, bu uygulamaya ilişkin emri belirli bir kararla vermiş olması; göç etmek zorunda bırakılacakların, göç etmelerinin nedenleri ve usulleri konusunda tam olarak bilgilendirilmeleri için ve gerekirse, zararların tazmin edilmesi ve başka bir yere yerleştirilmeleri için yeterli önlemlerin alınması; göç ettirileceklerin özgür ve bilgiye dayalı rızalarının alınması için çaba gösterilmesi; göç ettirileceklerin, özellikle kadınların, yeniden yerleştirme işlemlerine katılımlarına çaba gösterilmesi; kolluk görevlerinin yetkili makamlar tarafından yerine getirilmesi; ilgili kararların denetiminin uygun yargı makamlarınca yapılması dahil olmak üzere, etkin hak arama yollarının açık olması vardır.
Uluslararası insan hakları hukuku ve örf hukuku normlarına dayanarak, yerinden edilen kişilerin diğer insan haklarının korunmasına yönelik normları tanımlamaya ya da insan haklarının yerinden edilmiş bulunan kişilerin gerçek durumlarında getirdiği sonuçları ortaya koymaya ihtiyaç var. Kuşkusuz, yerinden edilmiş bulunan kişiler, hukuk bakımından, insan haklarından dışlanmış olmamaktadır. Fakat yaşanan durumlarda, onların yerinden edilmelerinin öncesinde ve yerinden edilmeleri sırasında yaşadıkları insan hakları ihlâllerinin yanı sıra, başka haklarının da ihlâl edildiğini görüyoruz. Bu hakların başında da, yaşama hakkı, kişi güvenliği ve özgürlüğü hakkı, beslenme, barınma, sağlık ve eğitim hakkı, insanca yaşama standartlarına hak ve çalışma hakkı geliyor. Bu hakların onların durumunda talep edilebilmesi ve korunması için, söz konusu hakları bu durumlara uygun normlara tercüme etmek gerekiyor.
Zorla göç ettirilen kişilerin durumunda, beslenme, barınma, sağlık, eğitim, çalışma ve insanca yaşama standart hakları özel bir durum gösteriyor. Zorla yerinden edilen kişiler, bu hakları yaşama ortamlarında düşük düzeyde korunuyor ya da hiç korunmuyor olsa bile, yerinden edilme koşullarında bu temel haklardan tamamen yoksun bırakılmış olmaktadır. Yerinden edilmek, en azından asgarî barınma ve beslenme gereksinimlerini karşılama işlevi gören mülkiyetinden ve mallarından yoksun bırakılmak demektir. Geçimlik üretiminden yoksun bırakılma, kendisinin ve ailesinin sağlık ve eğitim olanaklarının elinden alınması demektir. Pek çok durumda, akrabaların ve komşuların da aynı koşullarda olması nedeniyle, bu hakların asgari düzeylerde gerçekleşebileceği birincil dayanışma ağlarının da işlevsiz kalması söz konusudur.
Geri Dönüş, Yerleşim ve Entegrasyon Hakkı
Uluslararası insan hakları hukukunun zorunlu göç ya da zorla yerinden etme uygulamaları konusundaki zorluklarından biri, göç ettirilenlerin geri dönüşüne ya da başka bir yerde yerleşmelerine ilişkindir. Yol Gösterici İlkeler öncesinde, bu konuda normlaştırılmış standartlar yoktu. Yine de, uluslararası insan hakları hukukunun ve uluslararası örf hukukunun ilke ve normlarından çıkarsamalar yapmak mümkündür. Ayrıca, BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin, Kızıl Haç Komitesinin ve uluslararası hükümetler arası kuruluşların alan misyonları bağlamında uluslararası insanî yardım kuruluşlarının uygulamaları bu alanda örf haline gelen öncüller teşkil etmektedir.
İnsan hakları bakımından, öncelikle, kişi ya da toplulukların yaşam ortamlarına geri dönmeleri ya da başka bir yerde yerleşmelerinde gönüllülük ya da rıza esas teşkil etse gerektir. Kişilerin yaşam ortamlarını seçmeleri ve bu arada zorla yerlerinden edilmeden önceki yaşam ortamlarına dönmeleri, başlangıçta değinilen temel haklarının zorunlu bir sonucudur. Uygulama öncesi yaşam ortamına dönmemeleri, diğer temel haklarının (özellikle yaşam haklarının ve ona bağlı olarak güvenlik haklarının) korunmasıyla ilgili kaygılardan başka kaygılar temelinde belirlenemez. Öte yandan, yeni bir ortamda yaşam kurma çabaları da göz önünde bulundurulmalıdır; yani, zorunlu göç sonrasında bulundukları bir yerde yeni bir yaşam ortamı oluşturmuş ya da oluşturmaya girişmiş olabilirler. Dolayısıyla geri dönmeye zorlanmaları da, aynı şekilde bir zorunlu göç olacaktır.
Zorunlu olarak göç eden kişi ya da toplulukların geriye dönüş ya da yeniden yerleşim konusundaki tercihlerinin uygulanmasında birincil sorumluluk, insan haklarının korunmasında asli sorumluluğu olan (ve aslında varlık sebebi bu olan) devlete aittir. Ancak devlet, başta zorunlu göçe marûz kalanların kuruluşları olmak üzere, insanî kuruluşlarla ve insan hakları kuruluşlarıyla işbirliği yapmalıdır. Bu gereklilik, uluslararası hukukun getirdiği objektif bir yükümlülük olduğu kadar, hem uygulamalardan etkilenenlerin subjektif gereksinimlerine (örneğin güven duygusunun tesis edilmesine ve yaşamlarını yeniden kurmaya katılma gereksinimlerine) hem de ulusal ve uluslararası kuruluşların dayanışma görevlerine dayalıdır.
Söz konusu “restorasyon” ya da “onarma” uygulamalarının önemli bir veçhesi, geri dönen ya da yeniden yerleşen kişi ve toplulukların, eski ya da yeni yaşam ortamlarını oluşturmaları ve bu ortamdaki dış koşullara uyum sağlaması, yani sosyal ve psişik entegrasyonlarıdır. Bu süreçte, kaybedilen ya da zarar gören mal ve mülkiyetin tazmin edilmesi ve/veya iade edilmesi, entegrasyon sorununun asgari koşullarındandır.
Fakat entegrasyon kavramını, daha genel olarak, temel haklar ve yurttaş haklarının korunmasının ve gerçekleştirilmesinin koşulları olarak görebiliriz. Dolayısıyla entegrasyon, söz konusu yaşam ortamının insan hakları standartlarına göre oluşturulmasını, örneğin sağlık, eğitim ve çalışma haklarının korunması için gerekli düzenlemelerin yapılmasının yanı sıra, sosyal yardım ve psişik yardım anlamında rehabilitasyon hizmetlerinin sağlanmasını kapsamaktadır. Bu anlamda entegrasyonun en önemli hedefleri, zorunlu göçten özellikle ağır bir şekilde etkilenen çocuk ve kadınlara yönelik faaliyetlere ağırlık vermelidir.
4. ZORUNLU GÖÇ VE İNSAN HAKLARI SAVUNUCULARININ GÖREVLERİ
İnsan hakları savunucularının, zorunlu göç durumlarında insan haklarının korunmasına ilişkin görevleri neler olabilir? Ben bu görevleri, dayanışma kavramının farklı durumlarda kapsayabileceği işlevlerle ilgilerinde almaya eğilimliyim. Dayanışma, insan değerlerini korumak ve geliştirmek için insanlar arasında oluşturulan bir ilişki biçimidir. Başkalarının karşılaştığı sorunlara ya da marûz kaldıkları ihlâl ve adaletsizliklere öfke duymaktan, bunlara karşı sesini yükseltmekten, başkalarını bu tür durumlarına karşı korumaktan ya da onları himaye altına, vesayet altına almaktan ve onlar için hayır işlemekten farklı bir ilişki biçimidir.
Dayanışma, belirli durumlara ya da belirli kişilere karşı alınan tutumlardan ve bu tutumlar üzerinden “kurbanlarla” ya da “muhtaçlarla” kurulan ilişkilerden farklı olarak, kişilerle, yalnızca insan türünün üyeleri olmaları temelinde, insan onurunu korumak için kurulan kalıcı bir ilişki biçimidir. Bu kalıcılığı vurgulamak gerekiyor; çünkü belirli durumlara, uygulamalara ya da kişilere karşı geliştirilen tutumlar ve onlara dayalı ilişki biçimleri, karşı olunanın ortadan kalkmasıyla ortadan kalkmak durumundadır. Dolayısıyla, insan hakları ihlâllerine ya da faşizm gibi bir ideolojiye ya da belirli bir sınıfa karşı dayanışmadan söz etmek, kavramın içeriğini boşaltmak ve dayanışma sözcüğünü, geçici bir işbirliği ya da hınç veya öfke birliğini belirtebilecek başka sözcüklerin yerine kullanmak olur. İnsan türü var oldukça, insan değerlerini koruma ve her insanda gerçekleştirme-geliştirme amacı da var olmak durumundadır. Ben dayanışmayı, bu amaca yönelik eylemleri belirleyen bir ilke olarak anlıyorum.
İnsan hakları savunucuları, ihlâllere dikkat çekme ve ihlâllerin durdurulması ya da önlenmesi konularında faaliyet göstermeye eğilimlidir. Bu faaliyetler, genellikle ihlâllere ilişkin bilgi toplama, bu bilgileri rapor etme ve ihlâllere karşı duyarlılık oluşturma görevleriyle sınırlı kalıyor genellikle. Özellikle hükümet dışı uluslararası insan hakları kuruluşları, insan hakları standartlarının oluşturulmasında da etkin rol oynamaktadırlar. Türkiye’de de standartların oluşturulması ya da uluslararası standartların Türkiye koşullarına uyarlanması konusundaki çabalar son dönemde gelişmeye başlamıştır.
Bu faaliyetler, insan haklarını korumak ve gerçekleştirmek bakımından asli önem taşımakla birlikte, ihlâllerin mağduru olan kişilerle dışsal bir ilişki biçimine dönüşme tehlikesi taşıyor. Belki pratik olarak daha önemlisi, ihlâlleri olmadan önce ya da bir daha olmadan önce önlemenin koşullarını oluşturma görevlerini ihmal etme ve görünen ihlâllerin ortadan kalkmasıyla birlikte geri çekilme tehlikelerini taşıyor. Bu tehlikeleri önlemenin yolu da, ihlâllerin mağdurlarının en dikkat çekici şekilde ihlâl edilen haklarına odaklanmanın ötesinde, yaşanan koşullarda insan haklarının ihlâl edilemeyeceği ya da bir daha ihlâl edilemeyeceği koşulları hep birlikte kurmanın yolları üzerinde düşünmek olsa gerektir.
İnsan hakları aktivistlerinin faaliyetlerindeki bu ifade edilmemiş yöne dikkat çekerken, onların yürütmeye ve geliştirmeye çalıştıkları faaliyetlerin öneminin de farkındayım. Burada, Türkiye’deki zorunlu göçle ilgili olarak bu faaliyetlerin (dayanışma kavramını göz önünde bulundurarak) durumuna ve geliştirilmesine dikkat çekmeyi amaçlıyorum.
Hükümet (özellikle Milli Güvenlik Kurulu) tarafından Kürt sorunuyla ilgili geliştirilen politikalarının hedeflerinden biri, genel olarak çatışma bölgelerindeki insan hakları ihlâllerinin hepsinde olduğu gibi, mağdurlara (sosyal, hukuksal ya da tıbbi) yardım sağlama, araştırma ve raporlama faaliyetlerini engellemekti. Bu, insan hakları kuruluşlarının zorunlu göç alanındaki problemlerini anlamakta önemli bir veridir. Özellikle 1993 yılı sonlarından itibaren, çatışma bölgelerinde bilgi toplamak ve mağdurlara ulaşmak neredeyse olanaksız hale geldi. Bu sorunda bilginin önemli bir konumu vardır. İnsan hakları sorunlarına dikkat çekme ve ihlâlleri durdurmaya yönelik faaliyetlerde, kesin bilgi sunmak ve bu arada bilgiyi sunanların güvenilirliğini korumak, amacın gerçekleşmesi bakımından kritik bir önem taşıyor. Oysa işkence ve yargısız infazların yanı sıra zorunlu göç uygulamalarının sistematik özelliğini ve pervasızlığını, aynı zamanda da mağdurların içinde bulunduğu durumu ortaya koyabilmek, MGK’nin Kürt sorunu konusundaki “devlet politikası”na yönelik en ciddi tehditlerden biriydi. Dahası, 1993 sonrası “devlet politikası”nın doğasının anlaşılmasında ve sergilenmesinde, zorunlu göç uygulamalarının özel bir konumu vardır.[2]
Bunun sonucunda oluşan koşullarda, zorunlu göç uygulamalarının ve bu uygulamaların getirdiği diğer ihlâllerin teşhir edilmesi ve önlenmesi bakımından ciddi sorunlar doğurduğunu hatırlatmak gerekir. Bu durumda, Türkiye insan hakları kuruluşlarının ve insan haklarıyla ilgili kuruluşların böyle kitlesel bir felaketle uğraşacak şekilde örgütlenmemiş olmasının da etkisiyle, zorunlu göçe marûz kalan aile ve kişiler tek tek belirlenememiş; onların içinde bulunduğu koşullar ve bu koşullardaki ihtiyaçları da tam ve kesin olarak belirlenememiştir. Zorunlu göçün doğurduğu temel hak yoksunlukları ve travma düşünüldüğünde, ihtiyaçların onlarla birlikte belirlenmesi, çok önemli bir adım olabilirdi.
Dahası, zorunlu göçmenlerin bir araştırma yapmaya gerek olmadan da belirlenebilecek olan temel ihtiyaçlarının acil yardımlarla karşılanmasına ve onların yeni yaşam koşullarında birincil dayanışma ağlarını korumalarına ya da yeniden oluşturmalarına yönelik olarak örgütlenmesi konularında da, onlarla birlikte çalışma olanağı çok sınırlı olmuştur. Bu görevler, sosyal çalışma alanında yapılacak sistematik çabalarla yerine getirilmeyi bekliyor.
İçinde bulunduğumuz dönemde, zorunlu göçe ilişkin olarak en önemli görevler, zorunlu göçmenlerin geri dönüşü ya da yeniden yerleşmesi ve entegrasyonuna ilişkindir. Bu süreçte insan hakları savunucularının “zorunlu göçmenlerin geri dönüşüne izin verilmelidir” demesinin yeterli olmadığı açık olsa gerektir. İnsan hakları savunucularının bu alandaki temel dayanışma görevlerinden biri, zorunlu göçmenlerin ihtiyaçlarını ve temel haklarını tartışmalarının koşullarını sağlamak ve onların örgütlenmesine katılmak olabilir. En azından, bu gereğin açığa çıkartılması ve gündeme getirilmesi gerekiyor.
Bu bakımdan entegrasyon, zorunlu göç öncesi sosyal durumun yeniden kurulması olarak anlaşılmamalıdır her zaman. Entegrasyon faaliyetlerinde, özellikle insan hakları savunucularının oynaması gereken rol, yeni(den) oluşturulacak yaşam ortamlarının, insan haklarının daha iyi korunabileceği ve gerçekleştirilebileceği ortamlar olmasına katılmaktır. Bu çalışmalarda, özellikle zorunlu göçün travmasını en çok yaşamış olan kadınların ve çocukların insan hakları vurgulanmalıdır.
Reentegrasyon sürecinde karşılaşılacak ciddi sorunlardan biri de, zorunlu göçle ilgili fiziksel, psişik ve sosyal travmanın etkilerinin, bu sürece taşınması olacaktır. Zorunlu göçmenler, zorunlu göçün yanı sıra, kara mayınlarının, işkencenin, çatışmaların, yakınlarını kaybetmenin izlerini, reentegrasyon ortamına taşıyacaktır. Yetkililerin bu alanlarda sorumluluk üstlenmeye eğilimleri olmadığı görünüyor. Bu bakımdan, tedavi ve rehabilitasyon çalışmalarının örgütlenmesi ve aynı zamanda hükümet kuruluşlarının bu alanda sorumluluk üstlenmeye ikna edilmesi de, insan hakları kuruluşlarının üzerine kalacak gibi görünüyor. İnsan hakları kuruluşları ve insan haklarıyla ilgili meslek grupları, bu alanda en azından standart oluşturucu bir görev üstlenmek zorunda kalacaklardır.
[1] Özgün metin, İnsan Hakları Derneği tarafından yayımlanacaktır.
[2] Buna karşın İHD, Türkiye İnsan Hakları Vakfı ve Göç-Der’in raporlama çalışmalarının yanı sıra, TMMOB ve Türk Tabipler Birliği bünyesinde yapılan alan araştırmaları, zorunlu göç sorununu anlamak için gerekli verilerin bir kısmını sağlamıştır.