“Bir savaştan sonra en büyük sorun savaşı kazanandır. Çünkü savaşın ve savaşta kullandığı şiddetin ne kadar faydalı olduğunu kanıtlamıştır kendince.
Şimdi ona kim ders verebilir?”[1]
PKK lideri Abdullah Öcalan’ın yakalanıp Türkiye’ye götürülmesi, “Türkiye’nin Batılı müttefikleri” arasında bir heyecan dalgası yarattı. Bu heyecanın dozu, Öcalan’ın barış ve ateşkes çağrılarıyla biraz daha büyüdü. Washington, Brüksel, Strasbourg ve diğer “önemli” yerlerden yapılan açıklamalarda, artık bu sorunun çözümünün önündeki büyük bir engelin kalktığı belirtildi, Türkiye hükümeti soruna “siyasî” çözümler aramaya çağrıldı.
Artık Türkiye’nin Kürt meselesinde yeni bir sayfa açılacağı inancı Batı basınında da kuvvetle dile getiriliyordu. Öcalan’ın Türkiye’ye götürülmesinin hemen ardından Ingiltere’de yayımlanan The Economist, “Bay Öcalan’ın yakalanması açıktir ki iki tarafa da, durumlarını bir kez daha gözden geçirme fırsatı vermiştir. Bu da herhangi bir anlaşmaya varılabilmesinin tek yoludur”[2] derken, The Times, “Batı simdi, Türkiye’ye, sadece gerçek özerkliğin yeni bir şiddet döngüsünü engelleyebileceğini ısrarla anlatmalı. Böyle bir değişimi kabullenen bir Türkiye, Kürtlerin, geleceklerini arayacakları ülke olacaktır”[3] sonucuna varıyordu. Aynı günlerde, New York Times’ın Türkiye uzmanı William Saffire ise Türkiye’ye su satırlarla çağrı yaptı. “Türkiye, sakin ol. Zaferi kazandın. Zaferden aldığın güvenle, etnik ayrılıkları bir güç işareti olarak değerlendir. Balkan tipi düşman kabileler toplumu değil, çok kültürlü Batı demokrasisine yönel. (…) Hepsinin ötesinde Ankara, Churchill’in şu oğüdune kulak ver: Savaşta kararlı ol.. Muzafferken yüce gönüllü.”[4]
Batılı yorumcular, Türkiye’nin sorunu çözmek için neler yapması gerektiği konusunda da çeşitli öneriler sıraladılar. “Türkiyenin Kürt Açılımı” başlıklı başyazısında Washington Post “dostlarından” Türkiye’ye temenniler iletiyordu: “Egemen bir devletin toprak bütünlüğünün gerekleri ile, o ülkenin etnik unsurlarının özlemlerine cevap vermenin gerekleri arasında bir denge bulmak gerek. Türkler şimdiye kadar sertlik çizgisini izledi. Türkiye‘nin dostları, onun şimdi perspektifini genişletmek ve Öcalan girişimine samimi bir karşılık vermek icin gereken cesareti toplayabilmesini umuyor.”[5]
İngiltere’den Guardian ise bir başyazısında madde madde çözüm önerileri sıralıyordu: “1. Kürt dili, isimleri, Kürt dilinde eğitim ve yayın konularındaki sıkı kısıtlamalar kaldırılmalı. 2. Kürt siyasî faaliyetleri ve Kürtlerin politik yaşama katılımı üzerindeki fiili ve hukuki sınırlamalar kalkmalı. 3. Türkiye’nin ulusal kimliği konusundaki tartışmalar şu andan itibaren, kısıtlanmak yerine teşvik edilmeli. 4. Şiddetle ilgili olmayan siyasî suçlardan dolayı hapiste bulunan Kürtler serbest bırakılmalı, ordunun etkisi azaltılmalı 5. Türkiye‘nin bütünlüğü içinde Kürtlerin yaşadığı güneydoğu bölgeleri için bir tür ozerklik ya da özyönetim formülü bulmak için tartışmaların yürütüleceği bir forum yaratılmalı.”[6]
Batılı başkentleri ve kamuoyunu saran bu değişim havası, kuşkusuz Türkiye’de de hissedildi. “Türkiye’nin artık bahanesi kalmadı, bu sorunu halletmek zorunda. Zaten Amerika ve Avrupa da yakamızı bırakmaz artık” diye sevinenler ile “Biz onlar istiyor diye değil kendimiz uygun gördüğümüz için bir şeyler yapmalıyız” diye gururlu bir eda takınanlar ya da “Biz biliriz bizim işlerimizi, bizim işimiz kimseden sorulmamıştır” diye ayak direyenler bir süre kalem yarıştırdı. Ama acaba üzerinden bir buçuk yıl geçtikten sonra, Öcalan’ın tutuklanışı ve onu izleyen olayların bu sorunun çözümü doğrultusunda yeni bir sayfa açtığını söylemeye yetecek veri var mı elimizde? Bence yok. Türkiye’den bu konuda gelen sinyaller, en iyimser bir yorumlayışla dahi, konuyla ilgili olarak iç ama daha çok dış faktörlerin etkisiyle bazı adımlar atılacaksa bile bunların mümkün olan en küçük ve en geç adımlar olacağına işaret ediyor.
Aslında eleştiriler ve beklentiler içeren açıklamalar sürüyor Atlantik’in iki yakasından. Örneğin Amerikan Dışişleri Bakanlığı tarafından hazırlanan yıllık insan hakları raporlarının sonuncusunda, “Güneydoğuda durum ciddi endişe kaynağı olmayı sürdürmektedir. Hükümet çoğu güneydoğuda yaşayan Kürt nüfusuna uzun süredir temel siyasî, kültürel, ve anadile dair haklarını tanımayı reddetmektedir”[7] saptaması yapılıyor. İnsan haklarından sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Harold Koh, Türkiye ziyareti sırasında “Amerika Birleşik Devletleri uzun zamandır, Kürtlerle ilgili sorunlara sadece askeri yollarla çözüm getirilemeyeceğini söylüyor. Kalıcı bir çözüm Türkiye’nin tüm vatandaşlarının tam demokratik siyasî katılımı ve güneydoğuda fikir hürriyetinin genişletilmesini teşvikten geçer” diyor.[8] Ayni şekilde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, önünde bekleyen ikibin cıvarında çoğu Kürt sorunu bağlantılı başvuruyu birer birer ele alıyor. Ve su ana kadar Türkiye’yi onlarca davada insan hakları ihlallerinden dolayı tazminat ödemeye mahkum etti. Avrupa Parlamentosu, yıllardan beri aldığı kararlarda Türkiye’yi “Kürt halkının siyasî, sosyal ve kültürel haklarını tanıyan bir çözümle çatışmaların sebeplerini ortadan kaldırmaya ve bunun için gerekli demokratik reformları yapmaya” davet ediyor.[9] Türkiye Avrupa Birliğinin cesitli kurumları ve Avrupa Konseyi tarafından, altına imza attığı insan hakları sözleşmelerini uygulamaya ve diğerlerini de imzalamaya davet ediliyor.
Ama diğer yandan en üst düzeyde yapılan açıklamalar ve alınan kararlara baktığımızda da aslında Türkiye’ye son birbuçuk yıl içinde Kürt meselesinin çözümü konusunda daha önceki tavsiye ve temennilerden farklı herhangi bir müdahale ya da baskı yapılmadığını görüyoruz. Mesela, Amerika Birleşik Devletleri’nde, Türkiye hükümetinin Kürt politikalarıyla ilgili kaygılarını belirten ve bu konuda ne adım atılacağını soran bir Temsilciler Meclisi üyesine Başkan Bill Clinton bu yılın başlarında yazılı olarak şöyle yanıt veriyor. “Türkiye’de demokrasinin geliştirilmesi gereği konusundaki görüşlerinize katılıyorum. Geçen ay Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne hitaben yaptığım konuşmada da Kürt kökenli Türkiye vatandaşlarının ‘normal bir yaşam sürme’ hakkından sözettim. Başbakan Ecevit’le yaptığım iki görüşmede de kendisine Türkiye’de demokrasinin genişletilmesi icin attığı değerli adımları sürdürmesini kuvvetle salık verdim.” Ama Clinton daha sonra, siyasî partiler yasasında yapılan değişiklikler, Öcalan’ın idam kararının ertelenmesi konusundaki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi başvurusuna olumlu yanıt verilmesi ve Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in Türkiye’nin bütün vatandaşlarının kendi anadillerinde konuşma, yayın ve eğitim hakkına sahip olması gerektiği yolundaki sözlerini Türkiye’nin demokratikleşme yolunda ilerlemekte olduğuna dair kanıtlar olarak göstererek, bu konuda pek büyük bir rahatsızlık içinde olmadığını belli ediyor.[10]
Diğer yanda Avrupa Birliği’nin liderler konseyinden sonra en üst organı olan Avrupa Komisyonu, Türkiye’nin adaylığının ele alındığı 1999 Avrupa Birligi Helsinki doruğu öncesinde hazırlayıp, Helsinkiye sunduğu Türkiye ile ilgili yıllık değerlendirme raporunun siyasî bulgularını söyle özetliyor. “Son gelişmeler gösteriyor ki, Türkiye, demokratik sistemin temel özelliklerine sahip olmakla birlikte, Kopenhag siyasî kriterlerine hâlâ uymamakta.11 İnsan hakları ve azınlıkların korunması konularında önemli eksiklikler görülüyor. İşkence sistematik değil ama hâlâ yaygın bir uygulama, ifade özgürlüğü, yetkili makamlar tarafından devamlı sınırlanıyor. Milli Güvenlik Kurulu siyasî hayatta önemli rol oynamaya devam ediyor.”[12] “Azınlık Hakları ve Azınlıkların Korunması” başlığı altında ise Öcalan’ın yakalanmasıyla artan sorunlara askerî olmayan bir çözüm bulunacağı umutlarının şu ana kadar boşa çıktığı kaydediliyor. Çözümden kastedilen ise şöyle özetleniyor: “sivil bir çözüm Kürt kültürel kimliğinin belli biçimlerinin tanınmasını, ve bu kimliğin ifade ediliş biçimlerine karşı, terörizm ya da ayrılıkçılığı tesvik etmedikçe, daha hoşgörülü olmayı içerebilir”[13] Bu saptamaların, ilk bakışta Türkiye’ye eleştirel yaklaşıyor olmakla birlikte geçmiş yıllarda hazırlanan komisyon raporlarına göre daha yumuşak bir dilde kaleme alındığı dikkat çekiyor. Üstelik, yargı bağımsızlığı, insan haklarının korunması ve siyasî partilerle ilgili yasa değişiklikleri de umut verici gelişmeler olarak sayılmış. Yine de bu rapor Türkiye’nin iki ay sonra resmen üye adaylığına kabulünü açıklayamaz. Ama Avrupa Birliği siyasî değerlendirmelerini yapıyor ve Türkiye’yi aday üye olarak kabul ediyor. Helsinki doruk toplantısının sonuç bildirgesinde ise , bu komisyon raporunda bahsedilen olumlu gelişmelere gönderme yapılarak Türkiye, demokratikleşme yolunda kaydettiği ilerlemelerden ve reformları sürdürme niyetinden dolayı tebrik ediliyor. Türkiye’ye özellikle insan hakları konusundaki eksikliklerini gidermesi için destek verileceği belirtiliyor. Bu belgede Türkiye’nin üyeliğiyle ilgili olarak insan hakları, Yunanistan’la olan anlaşmazlıkları ve Kıbrıs konusuna atıfta bulunulmakla birlikte Kürt meselesi ya da azınlıkların korunmasından hiç bahis yok.[14]
Türkiye son bir bucuk sene içinde gerek demokratikleşme gerekse Kürt meselesinin çözümü doğrultusunda kayda değer ve ölçülebilir bir mesafe katetmediğine göre bu tutum değişikliği, gümrük birliği anlaşmasını imzaladıktan sonra zaten elinde fazla bir baskı kozu kalmayan Avrupa Birliği’nin, Türkiye’nin ilişkileri iyice soğutma tehdidi karşısında, bir geri adım atmış olduğu ve onun yaklaşımını kabul ettiği şeklinde yorumlanabilir. Bir ihtimal de Avrupa Birliği liderlerinin, Türkiye’nin, somutlaşan üyelik vaadiyle hevese gelip, üyelik görüşmelerinin başlayabilmesi için önşart olan Kopenhag siyasî kriterlerine biran önce uymak için elinden geleni yapacağını umuyor olmaları. Buna karşın Helsinki doruğu sonuç bildirgesinde, üstü örtülü ifadelerle Türkiye’ye, Yunanistan ile olan sınır anlaşmazlıklarını çözmesi ya da uluslararası Adalet Divanı’na götürmesi konusunda 2004 yılı sonuna kadar süre verildiği halde, Kopenhag siyasî kriterlerine uymasının üyelik görüşmelerine başlama önşartı olduğunu belirtmekle yetinmesi, bir süre vermemesi, bu konunun daha uzun bir süre gölgede kalabileceğine işaret ediyor.
Kısacası Türkiye’nin geleceği açısından en çok önem taşıyan iki merkez, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği’nden gelen sinyaller, bu iki önemli dış odağın Türkiye-Kürt meselesinin siyasî adımlarla çözümüne kısa vadede önemli bir katkıda bulunacakları umudu vermiyor. Burada birkaç ironik nokta var. Mesela, çatışmanın nispeten durulmuş olmasını önce “siyasî çözüm arayışı için iyi bir fırsat” olarak değerlendiren Batılı güçler, şimdi tam da çatışmalar durduğu için bu sorunu gündemin alt sıralarına düşürmüşe benziyorlar. Farklı koşullarına rağmen yeni dünya düzeninin ve onun “insanî dış politikası” nın Kosova’da verdiği derslerden biri bu. Silahlı kalkışma, yıllar süren barışçı politik mücadelelerden çok daha etkili oluyor. Bir başka ironi de, yakın zamana kadar uluslararası platformlarda herkes, bu sorunun, PKK’lı ya da PKK’sız, ama Kürt temsilcileriyle Türkiye arasında bir uzlaşmayla çözümlenmesini tavsiye ederken, simdi, PKK’nın askeri mücadeleden çekilmesi ve yasal Kürt oluşumlarının gelişmesine izin verilmemesiyle ortaya çıkan muhatap yokluğu adeta bu öneriyi de geri plana atmış gibi. Giderek Kürtlerin bir azınlık olmadıkları, sorunun bir “terör” ya da “ekonomik ve sosyal azgelişmişlik” sorunu olduğu konusundaki Türkiye tezi zimnen kabul edilmişcesine, azınlık hakları söylemi yavaş yavaş sönüyor giderek daha çok genel insan hakları durumu ve demokratikleşme hattâ bölgenin ekonomik gelişimi yönündeki öneriler öne çıkıyor. Sorunun “Kürt kültürel, ve siyasî kimliği”nin ve buna bağlı haklar ve özgürlüklerin yasal çerçeveye kavuşturulmasına ilişkin temel boyutu gölgeleniyor. Son on yıldır ABD ve NATO ittifakının sık sık dünya gündemine getirdiği ve birilerinin de inanıp devamını beklediği, insani müdahale, ahlaki dış politika, “dünyanın en önemsiz yerinde bile olsa yapılan haksızlıklara müsamaha etmeme” söylemi de böylece gelip hayatın gerçeklerine takılmış oluyor.
“Hayatın gerçekleri”, konumuz özelinde biraz basitleştirdiğimizde şu anlamlara gelebilir. ABD ve Avrupa Birliği farklı farklı konumlardan da olsa, Türkiye ile ilişkilerinin temeline demokrasi ve insan hakları değil esasen gerçekçi dış politika hesaplarını koyuyorlar. Türkiye’de sorunlar dünya medyasının kameralarını cezbedecek kadar dramatik düzeylere ulaşmadığı sürece de bu çizgilerini değistirmeleri için bir sebep görünmüyor. Dünyadaki haksızlıklar ve zorbalara haddini bildirme söylemi ile girişilen çeşitli müdahaleler ve Öcalan’ın yakalanışı ve barış çağrısı yapışıyla ortalıkta esiveren “hadi bu da hallolup aradan çıksın” rüzgarları ne kadar heyecan yaratırsa yaratsın, bu durumda bir değişiklik yaratmadı. Gerçi, Türkiye Kosova operasyonuna NATO müttefiki olarak katkıda bulunduğunda, müttefik olmasına rağmen Türkiye’ye de benzer sorunları hakkında bir şeyler denmesini isteyenler çıktı. Batı medyasında Kosova sorunu ile Türkiye’nin Kürt meselesini karşılaştıran sayısız makale yayımlandı, göze batan benzerlikler ve karşısında gösterilen uluslararası tepkilerin tutarsızlığı kitaplara dahi konu oldu. Ama yine fazla bir şey değişmedi. ABD ve Avrupa Birliği, her ne kadar kamuoylarına Türkiye’yi, sadece askerî gücünden yararlanılan bir müttefik değil, aynı demokratik değerleri paylaşan bir ülke olarak sunmakta zorlansalar da, acıdır ki kamuoyları ekranlarda uzun süre görmedikleri şeyleri unutuyorlar.
Bunları yazarken, dış faktörler ve aktörlerin hiçbir zaman hiçbir koşulda Türkiye-Kürt sorununun çözümüne herhangi bir katkı yapmadığını, ya da yapmayacağını söylemek istemiyorum. Son on kusur yılda koşulları beğenilsin ya da beğenilmesin, çok yüce motiflerle ya da somut çıkarlar güdülerek hareket edilmiş olsun, dünyanin çeşitli yerlerinde onlarca yıldır sürmekte olan bazı çatışmalardan çıkış bulunmasında dış güçler rol oynadı. Arap-İsrail barış süreci, Güney Afrika’da çoğunluk yönetimine geçiş ve Kuzey İrlanda barış süreci ilk akla gelenler. Ama bunların hepsinin ortak özelliği, çatışmaların taraflarının bir şekilde artık çatışmakla daha fazla bir şey elde edemeyeceklerini kabullenmiş olması, ilk aşamada ateşi kesmese bile muhatabıyla konuşmayı kabul etmesi. İçeride diyalogun koşulları oluştuğu zaman dış güçler, bu çok zor işi kolaylaştırıcı, zorlayıcı ve/veya teşvik edici işlevler üstlenebiliyor. Türkiye ve Kürt sorunu açısından ise bunun gerçekleşebilmesinin asgari koşulu, Türkiye’nin her şeyden önce bir grup vatandaşıyla bir sorunu olduğunu kabul etmesi, ve bu sorundan barışçı bir çıkışın uzun vadede Türkiye’nin de çıkarlarına hizmet edeceğinin ayrımına vararak, bu insanlarla pazarlığa girebileceğini belli etmesi. Bundan aşağısı yetmez. Çünkü bu sorunun tamamen değil “biraz” çözülmesi, yani ana meselelere dokunulmadan geçilmesi halinde sorun çözülmez rafa kaldırılmış olur. Ama PKK ile savaşından muzaffer çıkmaktan gururlu Türkiye’yi, çatışmalardan en canı yandığı zamanlarda bile kabullenmediği bir şeyi şimdi kabullenmeye zorlayacak ne olabilir?
[1] A.J. Muste, (Radikal pasifist), N. Chomsky, The New Military Humanism: Lessons From Kosovo’dan alıntı, Pluto, Londra, 1999, s:10.
[2] “The Tragedy of the Kurds”, The Economist, 20 Şubat,1999, s: 18.
[3] “The Kurdish Way”, The Times, Başyazı, 18 Şubat, 1999.
[4] W. Saffire, The NewYork Times, 18 Şubat 1999.
[5] Washington Post National Weekly Edition, 14 Haziran 1999.
[6] Guardian, Başyazı, 30 Haziran, 1999.
[7] “1999 Country Reports on Human Rights Practices” Amerikan Dişişleri Bakanlığı tarafından 25 Subat 2000 tarihinde yayımlanan raporun Türkiye bölümü, s:3.
[8] “Turkey and the Kurds: A Rabbit Pulled out of a Hat”, The Economist, 14 Ağustos 1999.
[9] Örnek olarak alınan bu ifade 25 Subat, 6 Mayıs ve 22 Temmuz 1999 tarihli Avrupa Parlamentosu kararlarında kullanılıyor.
[10] Clinton’dan, Bob Filner’e yazılı yanıt. Beyaz Saray, Ocak 18, 2000
[11] Kopenhag Kriterleri, Avrupa Birliğinin genişleme sürecinin başında 7 yıl önce yapılan Kopenhag doruğunda belirlediği üyelik kriterleri olup, siyasî kriterler arasında Avrupa Birliği ülkelerinde kabul görmüş temel insan hakları, siyasî, sosyal, kültürel, ekonomik haklar ve azınlık hakları sayılıyor.
[12] Avrupa Komisyonu yıllık raporu, 1999. “1999 Regular report from the Commission of Turkey’s Progress Toward Accession” s: 15.
[13] Aynı rapor, s:14.
[14] “Presidency Conclusions: Helsinki European Council” 10, 11 Aralık 1999, s:2 par:12.