4320 Sayılı “Ailenin Korunmasına Dair Kanun“ Neyi Koruyor?

4320 sayılı “Ailenin Korunmasına Dair Kanun” neyi koruyor?

Kendi evrenlerinde müebbet hapse mahkûm edilmiş tüm kadınlara

Jacques Derrida Aporiler adlı kitabında “Doğruluğun sınırlarını nasıl geçeriz?” diye sorar. Doğruluğun burada ölümü, sınırların ise ölme olanağını kavradığı bir sorudur bu. Ölü olmanın olanaksızlığı değil, bu olanaksızlığın olanaklı olup olmadığını düşünmek sınır çizgisini görmeye yetecek de artacaktır bile. Sınır çizgisinin muğlaklığı elbette yanıbaşımızdadır. Yaşarken nerede ölürüz, ölürken yeni bir hayatı nerede kucaklarız? Bu olanaksızlıkların sınırları nerededir, kimler içindir?

SINIR 1

Ona ölmeyeceksin demek boşunaydı. Benim Sinemalarım’ı okumamıştı. Gerçi bunun pek de bir önemi yoktu. Gene de ben, iki çocuğuyla bir Kasım günü caddenin bütün sinemalarının afişlerinin önünde uzun müddet duraksamasını Füruzan’ın bu öyküsüne bir gönderme olarak hayal etmiştim.

İstiklal Caddesi’nde, iki çocuğuyla birlikte sinemaların afişlerine bakan, ağır ağır yürüyen bu genç kadın fotoğrafının göstergesi ne olabilir diye düşünüyorum şimdi. İki gün sonra bir gazetenin üçüncü sayfasında küçük bir haber olarak karşımıza çıktığında bu avare yürüyüşün nereye varmış olduğunu görmek içimize su serper mi? Evet, doğrudur: Gündelik hayatın içersinde çocuklarıyla alışverişe çıkmış bir ev kadını fikri yerine yerleşen bu yeni ve beklenmedik haber zihnimizin çok bilmiş köşelerini alabora eder - yani 2-3 dakika için. Ardından gündelik hayatlarımıza döneriz, teselliyi gene hayatın içinde bularak.

Bunları bilerek ya da bilmeksizin ona ölmeyeceksin demek boşunaydı. Afişlerden hemen sonra çocuklarına birer gömlek aldı. Tarlabaşı’na doğru yürüdüler. Şimdi evine döner, akşam yemeğini hazır eder, bu arada ateşe su koyar, bir sigara tellendirir…Oysa o bir müddet Tarlabaşı’nda oyalanmayı tercih etti. Sonra bir otobüse atladılar, dosdoğru Haliç’in oraya geldiler. Haliç Köprüsü’nün üstü. Aşağıdaki çamurlara bakmadı bile. İki gün sonra gazetedeki “Dayaktan bıkıp köprüden atladı” haberinin göstereni olabilecek bir donuk fotoğraf karesi şeklinde çocuklarına baktı sadece. Hayır onları kucaklamaya gücü yoktu. Korkuluklara bir çırpıda tırmandı. Geride iki çocuk ve iki gömlek kaldı, ötesi bir sinema afişi sayılabilecek herhangi bir uçuştu, bir de mahçup bir “geçmiş”.

SINIR 2

Bir piknik tüpü. Paslı bir piknik tüpü. Tepeden baktığında bir B serisi filmin baraj kenarında çekilecek enstantaneleri için eski bir baraj maketine benziyordu.

Yandan bakıldığında küçük bir varil yavrusuydu -çelikten. Ramize Erer için hayatını ona vakfeden tüp-çü tutkunu kadının en büyük fantezi araçlarından biriydi. Doğal gaz hayatımıza girmeden önce en anlamlı can simitiydi annelerimizin. İpragaz, Aygaz, her neyse, saatlerce gelmezdi ve o bu yüzden biricik “yedekti”. Adından anlaşılacağı üzre geniş ve serbest piknik anlarının özellikle demli çaylar için biricik adresiydi.

Şimdi yeni bir anlamı daha vardı. Onunla kafa parçalayabilirdiniz.

Onu sürekli döven kocası, bir gece, gene, her zaman olduğu gibi eve zil zurna sarhoş gelmiş, her zamanki gibi düşman ve en büyük kötekçi olarak karşısına dikilmişti. Yine hiçbir şey söylemeden, hiçbir gerekçe göstermeksizin deliler gibi vurmaya başlamıştı. O alışageldiği bu dayağın ardından ne kocasının ne de kendisinin alışık olmadığı o soruyu sormuştu sonra: Neden?

Kocası için bu soru herhangi bir fısıltıdan ibaretti. Salondaki koltuğa bir külçe gibi yığıldı, uyumaya başladı.

Onun içindeki ses ise ritmini gitgide artırarak büyüyordu. Büyüdü, büyüdü, büyüdü. İçinde duramaz hale geldi. Mutfaktaki piknik tüpünü nasıl kaptığını, kocası olacak adamın kafasına o tüpü nasıl geçirdiğini, ölmediğini görünce ekmek bıçağıyla boğazını nasıl kestiğini hatırlamıyordu -Hayır, asla. Sonra çocuklarını uyandırdı, onları annesinin evine götürdü. Sabaha karşı gidip polise teslim oldu.

SINIR 3

Şermin. Senin adını böyle düşünüyorum. Şermin, geçmişimdeki sağlam, nükteli ve belki de hain bir kadın olduğu için, yıllar sonra bir otobüs durağında gözlerimizde yaşlar birbirimizi kucakladığımız için. Kızıl saçların bukle halinde yüzüne düştüğü için, bakışlarıyla beni ilk eleştiri yağmuruna tutan, cesur mu cesur bir kadın olduğu için Şermin, sen tam da onun cesaretine yaraşır sağlam bir duruşla hayatta durduğun için Şermin’sin.

Şermin. Senin adının böyle olduğunu sanıyorum. Geçmişten bugüne değin taşıdığımız seçimlerimizde iki ileri bir geri biçimde çizdiğimiz o rotada, artık seçimsizliğin nihayetine vardığın yerdeydin. Oysa kınalarını ellerinde göreli çok olmamıştı, belleğin canlıydı; aşk seni, senin onu aradığından daha çabuk bulmuş ve senin onu anlamaya çalışmandan çok daha önce ıskartaya çıkarmıştı. Adam alkolikti, sevdiğin adam. Adam, alkole ilk meylettiği zamanlarda, alkolün onu, kendi sınırlarına taşımasından çok önceleri seni sevmiş, gene de seni herhangi bir dünya toplumu içinde bir insanın bir insanı sevmesi gibi değil, böyle bir toplumun içinde bir erkeğin bir kadını sevmesi gibi sevmişti. Bunun suçunun sen olduğunu düşünerek, bunun suç sayılması gerektiğine inanmış bir önyargıyla. Sense aşkla başlayan bu illetin aslında bunun çok önceden başlamış olduğunu farkettiğin zaman artık yirmi yaşını devirmiş olacaktın.

11 yıl dayak yedin sen Şermin. Kendini bildin bileli. Utandın, onurun beş paralık oldu. Düşmanından gelen saldırı, hayatını paylaşacağını, seveceğini, dahası yaşayacağını bildiğin bir kişininkinin yanında esamesi okunmayacak bir saldırıydı. Düşman ile dost kavramlarının sınırları birbirinin içine girdi sonra, ne kimseyi sevebildin ne kimseden nefret edebildin. Buna karşın dayak yemeye devam ettin.

Dayaksız bir günle dayağın atıldığı günlerin ne anlamlara gelebileceklerini düşünmekten vazgeçiverdi Şermin, iki gün arasındaki sınırın çizgisi bitiverdi. Dayak yiyordu, nedenini bilmiyordu; nedensizlikle dayak birbirinin içine geçiverdi, birbirinin nedensizliği oldu, neden sorusu buhar oldu uçtu gitti.

11 yıl dayak yedi Şermin. Nedenini bilmeksizin. Bu morlukların, bu şiddetin nedenini bilmemeyi bu buhar hikâyesine bağlayarak geçen 11 yıl. 11 yıllık evlilik 11 yıllık dayak demekti, sınırlar birbirinin içine geçti, tam 11 yıl dayakla evli olduğunu farzediverdi Şermin.

Sonra bir gün gereği düşünüldü: Tedbir isteyen vekili …….tarihli dilekçesinde, müvekkili Şermin K ile karşı yan M.K’nın halen resmen evli olduklarını, tarafların biri 10, biri 8, diğeri 3 yaşında müşterek üç çocuklarının olduğunu, tarafların resmen evli iken, koca M.K ’nın ağır kusurlu davranışlarının yol açtığı şiddetli geçimsizlik nedeniyle K 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 1991/433 esas, 1991/ 518 karar sayılı ilamı ile boşandıklarını, daha sonra Temmuz 1994 tarihinde koca M.K’nın müvekkili Şermin K.’yi arayarak geçmişteki hatalarını kabul ettiğini, bu hatalarını tekrarlamayacağını, pişmanlığını belirterek yeniden biraraya gelme ve evlenme isteğini belirttiğini, müvekkilinin de çocuklarını düşünerek ve karşı yanın beyanlarına güvenerek 12.09.1994 tarihinde yeniden karşı yanla evlendiğini, ancak bu evlilikten sonra koca M.K’-nin verdiği sözleri tutmadığını, aynı şekilde müvekkili Şermin K’yı dövmeye devam ettiğini, tutumu ile müvekkilinde olağanüstü korku yarattığını, onu sürekli olarak ölümle tehdit ettiğini, aç bırakarak eziyet ettiğini, bu olaylar karşısında da taraflardan küçük çocuğun da babanın şiddetine maruz kaldığı, M.K’nın alışkanlık haline getirdiği dövme eylemini …………. tarihinde şiddetli bir şekilde tekrarladığını, bunun üzerine müvekkili Şermin K’nın Emniyet Müdürlüğüne sığındığını, buradan sevk edildiği Adli Tabiblik’ten 7 gün iş ve gücünden kalacak şekilde etkili eyleme maruz kaldığına dair rapor aldığını ve bu olaydan sonra müvekkilinin hamile olmasına karşı koca M.K. için bir davranış biçimi haline dönüştüğünü, bu nedenden ötürü de karısını ve çocuklarını terörize ettiğini, müvekkilesinin bu gelinen noktadan sonra çaresiz kaldığını, son olarak da koca M.K’nın ……….tarihinde müvekkilesi Şermin K’yı öldüresiye döverek onu 15 gün iş ve gücünden kalacak şekilde rapor almasına neden olduğunu, bu etkili eylem sonrası müvekkilesinin şikâyetçi olduğunu, koca M.K’nın başta karısı olmak üzere, çocuklarına ve yakın çevresine korku salarak sindirdiğini, ruhsatlı silahını sık sık tehdit amacıyla kullandığını, hem annnenin hem de çocukların ruhsal sağlıklarının bozulduğunu, müvekkilesinin gidecek başka yeri olmadığından müşterek evden ayrılamadığını, ancak kocası ile birlikte bulunmasının da kendisi ve çocukları için büyük tehlike yarattığını, bu nedenle 4320 sayılı Ailenin Korunmasına dair yasanın 1/b maddesinin ve diğer hükümlerinin koca (baba) hakkında uygulanmasını istemiştir.”

Hüküm kocanın evden uzaklaştırılması doğrultusundaydı. Şermin bir sınırdan dönmüştü. O tam da sınırdan dönmüştü, evet. Ancak koca dayağından kendi canına kıyan nicesi için geçti, geç. Kocalarının kafasını parçalayanlar ve bunun bedelini cezaevlerinde ödeyenler için geçti. Cezaevlerinde yaşananlar insanlık dışıydı, buna diyecek hiçbir sözümüz yok, ancak dışarda yaşananlar da ondan farksız değildi, özellikle de kadınlar açısından.

Suç ve ceza…Ayrı kutuplar, aynı kutuplar gibi geliyordu kulağa. Durum böyle olunca tekrar Derrida’nın dilinden o soruyu sormak kalıyordu bize: Doğruluğun sınırlarını nasıl geçeriz? (Doğruluk bir olanaksızlıkken, bu kavramın olanaksızlığının bir nebze olsun olanaklı olabileceğinin farkına varmışken)

SINIR 4

11 Temmuz 2000 tarihinde Hürriyet gazetesinde eşini döven bir kocaya 4320 sayılı kanun gereği 6 ay eve girmeme cezası verildiği yazıyordu. Süre bitmeden ceza altı ay daha uzatılmıştı. Ancak mahkeme kararları zorba kocanın eve girip eşini yeniden dövmesine engel olamamıştı.

On iki yıl boyunca şiddeti giderek artan dayakların sonunda pes ederek kocasını mahkemeye vermişti M.Ö. Kocası, boşanma tebligatını aldıktan sonra onu sokak ortasında evire çevire dövmüştü. M.Ö üstü başı paramparça, yüzü gözü kan içinde karakola başvurdu. Koca, polis tarafından gözaltına alınırken M.Ö avukatıyla birlikte Cumhuriyet Savcılığı’na şikâyet dilekçesi verdi. Aynı gün 7. Sulh Hukuk Mahkemesi’nde hakim karşısına çıkarılan koca 4320 sayılı kanun gereği altı ay eve girmeme cezasına çarptırılmıştı. Sadece eve girmesi değil, telefonla bile eşini araması yasaklanmıştı. Kendisine, bu karara aykırı hareket etmesi durumunda tutuklanacağı tebliğ edilmişti. Bu arada boşanma davası sonuçlanana kadar ayda 80 milyon lira nafaka ödemeye mahkum olmuştu.

Sonuca gelince: Hayır, sonuç beklenildiği gibi olmadı. Koca, boşanma davasının devam eden celselerinde nafaka vermekten kurtulmak için eşinin başka erkeklerle ilişkisinin olduğunu ileri sürdü. Bu arada onu sürekli olarak taciz ediyor, eve giriyor, tehditler yağdırıyordu. Sonuç: M.Ö.’nün eli kolu bağlanmıştı.

Mor Çatı Kadın Sığınmaevi’nden bir gönüllünün sözleriyle durum şöyle özetlenebilirdi: “Yasanın çıkması önemliydi, ama eksikliklerle, durumu geçici olarak kurtarmak için çıktı. Ayrıca yanlış bir isimle çıktı: ‘Uzaklaştırma Emri’ ya da Yasası biçiminde çıkacakken ‘Ailenin Korunmasına Dair Kanun ve Uygulaması’ biçiminde çıktı. Yasayı uygulamaları gerekenlere gelince: Bunlar ya yasayı tam olarak bilmiyor ya da gerçek biçimde ciddiye almıyorlar.”