Devletin Cezaevi Politikası

Adını hücrelerin açıldığı koridorların dizilişinden alan F tipi cezaevi sistemi ile devlet, yeni bir uygulamanın eşiğinde. Bu girişim devletin cezaevi pratiğine ve son politik gelişmelere paralel bir girişimdir.

Kimi zaman “yüksek güvenlikli cezaevi modeli yaratma”, kimi zaman da “örgüt üyesi ile yardım ve yataklıktan olanı, yönetici ile sempatizanı birbirinden ayırma” şeklinde gerekçelendirilen hücre tipi cezaevi modelinin temel hedefinin politik muhalifler olacağı açıktır. Bu şaşılacak bir durum değildir.

Cezaevlerine yönelik evrensel yasa, Türkiye koşullarında da geçerliliğini yitirmemiştir. Devlet, her dönemde cezaevi politikasını ülkedeki politik muhalefetin seyrine göre şekillendirmekten kaçınmamıştır. Kaldı ki, çıkış noktasının böyle oluşu cezaevlerinin temel işlevi ile de örtüşmektedir.

Cezaevleri, yüklendiği misyon gereği çizgi dışına çıkıldığında olacakların gösterildiği bir gözdağı aracıdır. Bu anlamda en önemli işlevini, vatandaşların/bireylerin devlete biat etmesi sürecinde üstlenmiştir. Toplumsal muhalefetle arasındaki dolaysız ilişki cezaevlerini, devlet otoritesinin doğrudan ve aracısız bir biçimde yoğunlaşmış haliyle kullanıldığı kurumlar olmaya mahkûm etmiştir.

Türkiye’de de cezaevleri bu anlamda birçok kritik dönemeçten geçmiştir. Devletin baskı politikalarını en şiddetli ve en seri bir biçimde hissetmiştir. Dolayısıyla politik muhalefetin sindirilmesi ve etkisizleştirilmesi sürecinde birçok girişimin denendiği kurumlar olmuştur. Ancak bu girişimler kendi direnme noktalarını yarattığından, önemli dönemeçlerde yenilenerek yeniden devreye sokuldular.

Hücre, bir cezaevi tipi olarak kurumlaştırılırken, esin kaynağını, 1790’da ABD’de Franklin tarafından kurulan ve 1816’da yeni bir biçime büründürülen hücre tipi cezaevlerinden alıyordu. Özellikle “Eskişehir Tabutluğu” sonrası Melda Türker’in sunumu ile alevlendirilen “hücre sistemi” tartışmaları, “koğuş sisteminin” alternatifi olarak F tipi cezaevlerinin yapımının tamamlanmasıyla ete kemiğe büründürüldü.

Türk infaz sisteminde bir disiplin cezası olarak dahi tahammül gösteremediğimiz bu “ceza içinde ceza” anlayışını kurumlaştıran gelişmeleri anlayabilmek için, devletin cezaevi politikasını ve onun ardındaki yönlendirici etkenleri irdelemek gerekiyor.

Cezaevleri süreci açısından tarihi nereden başlatırsak başlatalım, bu etkenler değişmemiştir. Bunun da ötesinde sistemin “olmazsa olmaz”ları arasındaki yerlerini almışlardır.

Devletin cezaevi politikasına yön veren etkenlerden biri, asal sorunları “genelgeler yoluyla halletme” ve bir “genelgeler hukuku” yaratma; diğeri birçok bakanlığın ortak yetkilendirildiği bilinçli ve organize bir işbirliği, (kısaca çok başlılık); bir diğeri ise “bir verip iki alma” yöntemiyle cezaevlerini boşaltıp, doldurmaktır.

Bu anlamda özellikle son yirmi yıllık dönem dikkat çekicidir. Bu dönem gerek toplumsal muhalefet gerek cezaevleri olgusu ve gerekse devletin cezaevi politikası açısından oldukça yoğun bir dönemdir.

12 Eylül 1980 birçok açıdan olduğu gibi cezaevleri pratiği yönünden de önemli bir dönemeçtir. Henüz hafızalardan silinmeyen vahşetiyle cezaevleri birçok insanlık dışı uygulamaya tanıklık etmiştir. MGK’nın doğrudan hâkimiyeti altındaki cezaevleri hem askerî cezaevleri, hem de askerî disiplinin hüküm sürdüğü mekânlar olarak topyekûn saldırıların hedefi oldular. Bu, aynı zamanda tutukluların kendi karşı koyuş biçimini yaratmasını da beraberinde getirdi. Olağanüstü baskıların yaşandığı Diyarbakır Cezaevi 1982 yılında önce Mazlum Doğan’ın, ardından dört tutuklunun kendini yakma eylemine sahne oldu. Aynı yıl başlatılan ölüm orucunda da dört tutuklu yaşamını yitirdi. Bundan sonra uzun süreli açlık grevleri gündemden hiç düşmedi. 1984 yılında İstanbul Metris Cezaevi’nde dört tutuklu daha ölüm orucunda yaşamını yitirdi. O dönemde net olan bir şey vardı; en küçük insan hakkını elde etmenin bedeli oldukça ağırdı ve bu bedel de ölümdü. Bedenlerini ölüme yollayan tutuklular, yaptıkları eylemlerin uzun süre sonra da olsa mutlaka sonuç alıcı olacağına inanıyorlardı. Onların bu inancı ilerleyen yıllarda bazı rahatlamaların sağlanmasına yol açtı. Ancak bunlar hiçbir zaman kalıcı olamadı. O dönemin yoğun baskıları tutuklu yakınlarını da etkiledi. Onlar da 1986 yılında kuruluşu gerçekleşen İHD’nin doğuşunda motor güç oldular.

O günlerden bugüne değişmeyen tek şey, cezaevleri üzerindeki baskı ve şiddet politikası oldu. Zira, bu durumu besleyen, destekleyen etkenler hâlâ güncelliğini yitirmedi.

Devletin cezaevi politikasının adeta belkemiği olan bu etkenlerin başında, hiç kuşku yok ki, temel hak ve özgürlükler üzerindeki en ciddi tehditlerden biri olan “genelgeler hukuku”nun oluşturulması gelir.

Oldukça sınırlı ve dar düzenlemeleriyle bir ceza infaz yasası ve onun uygulanışını gösteren cezaevi tüzüğünün varlığı doğrudur. Ancak ağırlıklı olarak cezaevi uygulamasına genelgelerin yön verdiği konusu da tartışmasız bir gerçektir. Devletin genelgeyi tercih sebebi açıktır. Genelgeler öncelikle idari, politik (hükümet tasarrufu) tasarruflardır. Keyfiliğe, döneme/şahsa/yere göre değişen pratik sergilemeye zemin hazırlar. Genelge yoluyla birinin verdiğini, öteki alabilir, çifte standartçı uygulamalara elverişlidir. Nitekim cezaevi tarihi bu somutluğun örnekleriyle doludur. 1996 yılında yayımladığı Mayıs Genelgeleri ile tutukluları yargı çevresi dışındaki Eskişehir Cezaevi’ne sevkederek savunma hakkını yok sayan Adalet Bakanı Şevket Kazan, aynı günlerde “Sivas katliamı” sanıklarını, memleketlerine (Sivas Cezaevi) yollayarak ödüllendirmiş ve açık görüş dahil birçok haktan yararlanmalarını sağlamıştır.

“Genelge hukuku” yaratmada can alıcı nokta, genelgelerin çok sıradan bir tasarrufla, idarenin, mahkûmların temel hak ve özgürlüklerini her an ortadan kaldırabilmesi ve devletin terörünün yeniden üretilmesine zemin hazırlamasıdır.

Devletin ihtiyaç duyduğu yeni terör dalgasını hayata geçirmede ve ona meşrûiyet kazandırmada devreye sokulan genelgeler bir yandan devlete yeni fırsatlar sunarken öte yandan mahkûmlar yönünden büsbütün güvencesizliği ve yeni hak ihlâllerini ifade etmektedir. Devlet bu mekanizmadan oldukça hoşnuttur.

12 Eylül sonrası toplumsal muhalefetin canlanışa geçtiği bir dönemde çıkarılan ve birçok hak gasbını beraberinde getiren 1 Ağustos Genelgesi, 1989 yılında uzun süreli ve yaygın açlık grevleri eylemlerine de yol açtı. Aydın’dan Eskişehir’e sevk edilen tutuklulardan ikisi dövülerek öldürüldü.

Bundan yedi yıl sonra da bir şey değişmedi ve 1996 yılında dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan tarafından, tutukluların yargı çevresi dışındaki Eskişehir Cezaevi’ne sevklerini öngören Mayıs Genelgeleri yayınlandı. Sevkleri ve cezaevlerindeki sorunları protesto nitelikli açlık grevleri ve ölüm orucu sonrası 12 tutuklu ve hükümlü yaşamını yitirdi.

Görüldüğü üzere genelgeler adeta, cezaevlerinde taşları yerinden oynatmanın aracı olarak kullanılırken, unutulmayacak “genelge operasyonları”nın yapılmasına da yol açmaktadır.

Genelge hukuku kadar önem taşıyan ve aslında birbirini destekleyen diğer bir etken de cezaevlerinin yönetiminde otorite paylaşımı ve üç bakanlığın birlikte yetkilendirilmesidir. Adalet, Milli Savunma ve İçişleri Bakanlıkları arasındaki bu eşgüdümlü yetki paylaşımı aynı zamanda muhteşem (!) bir işbirliğinin ve kurumsallaşmanın ürünüdür. En gelişmiş katliam araçlarıyla gerçekleştirilen “cezaevi operasyonları”nda, vahşi öldürme ve katliam saldırılarında, işkencenin kanıtlanmasının engellenmesi gibi sayısız birçok olguda bu işbirliğinin sonuçları görülmektedir. Bu işbirliğinin bir devlet politikası olarak korunması ve kollanmasına özel bir önem veren devlet, katliam faili asker ve polis yargılamalarını/soruşturmalarını en seri bir biçimde “aklama” ile sonuçlandırmakta ve sanık sandalyesine mağdur mahkûmları oturtmaktadır. (Buca, Ümraniye, Diyarbakır ve Ankara katliamları hatırlanmalıdır...)

Bu politikanın bir uzantısı da, adli mahkûmlar üzerinde mafya aracılığıyla sağlanan tahakkümdür. Bugün mafya, içeride bu otoritelerin teslim ettiği silâhlarla istediği cinayeti işleyebilmekte ve iktidarını güçlendirebilmektedir. Birçok cezaevi, mafyanın rant kavgasına sahne olmaktadır. Devlet faşist kadrolaşma ve örgütlenmeleri de bu kurumları aracılığıyla sağlamaktadır. Bugün birçok cezaevinde gerek adli mahkûmlar içinde gerekse personel içinde faşist örgütlenmeler tamamlanmış ve yedek güç olarak zaman zaman devreye sokulmaktadır. Bugün bu işleyiş, cezaevlerinde mahkûmların can güvenliğini daha çok tehdit eder boyuttadır. Kaldı ki, hücre sisteminde, bu tehdit olmaktan öteye geçerek bizzat uygulamaya konacaktır. Hücre sisteminde sözü edilen “yüksek güvenlik”ten kastedilen de budur.

Cezaevi politikasının yapı taşlarından biri de, devletin “bir verip iki al” taktiğiyle cezaevlerini boşaltıp doldurmasıdır. Bu anlamda (her dönemde geçerliliğini yitirmeyen) 1991 ve 2000 yıllarında yaşananlar önemli tarihsel dönemeçlere işaret etmektedir.

1991 yılı, şartla salıverme yoluyla cezaevlerinin boşaltıldığı ve bugünümüzü borçlu olduğumuz Terörle Mücadele Yasası’nın yürürlüğe girdiği bir yıl oldu. TMY bir yandan TCK 125. maddeden hükümlüleri (PKK ve diğer Kürt örgütleri) kapsam dışı bırakarak diğer mahkûmların salıverilmesini öngörüyor, öte yandan ise hücre tipi cezaevlerini ve daha birçok baskıcı düzenlemesiyle çifte standartçı bir yasa niteliği taşıyordu. Bu yasanın yürürlüğe girişiyle, doluluk düzeyi yaklaşık elli bin olan cezaevleri oldukça boşaltılmıştı. Ancak çok geçmeden devlet verdiklerini fazlasıyla almaya başladı. Ağırlaştırılan infaz koşullarına paralel olarak 1991 sonbaharında Eskişehir Tabutluğu’nu eşsiz bir vahşet örneğiyle açtı. Çoğunluğunu Kürt ve salıverilmeyen mahkûmların oluşturduğu grup, cezaevine korkunç bir terör harekatıyla yerleştirildiğinde henüz tahliyelerin sıcak sevinci yaşanıyordu. Ve o günlerde geliştirilen muhalefet sadece vahşet üzerinden politika belirleyerek cezaevinin kapatılmasını sağladı.

Görüşme umuduyla günlerce kapısında nöbet tuttuğumuz, binbir eziyet sonrası görüşmeyi başardığımız, bir o kadar da acı yumağına döndüğümüz o günleri sanıyorum kimse unutmadı. Yol yol kesilmiş saçları, yırtık iç çamaşırları içinde günlerdir ilk kez bir “insan” görmenin mucizevi şaşkınlığını yaşayan yüzleri hatırlıyorum... Galiba o anları hepimiz kare kare belleğimizde dondurmuştuk.

O kısacık dönemde zulmün tüm inceliklerini yaşamıştık.

Ve tarih 2000’i gösterdiğinde de durum aynı. Bir yanda çıkması kaçınılmaz görünen af, öte yanda geride bırakılanların ve sonrakilerin kapatılacağı hücreler... Af sevincine, hücreden yükselen feryatlar karışacak ve çoğu o sevinç çığlığı içinde o feryatları duymayacak. Tıpkı 1991’deki gibi. Bu psişik durumu hesap eden devlet, en baskıcı ve terörize adımlarını bilinçli olarak böyle dönemlere saklamaktadır. Bilinmelidir ki afla boşalacak cezaevleri kısa sürede yeniden dolacaktır. 1991 yılında TMY’ye karşı yeterince karşı konmuş olsaydı, bugünleri yaşamayacaktık elbette.

Tüm bu süreçte; anlamsız ve yersiz suskunluklarımızın, faydacı-yaklaşımlarımızın, “bize dokunmayan yılan...” tutumunu sergilemenin, cezaevi sorunlarına karşı geçici ve kısa süreli çözümlere kilitlenmenin, örgütsel farklılıkların yarattığı zaaflara yenik düşmenin, günü birlik çıkarları öne çıkarma eğiliminin ve daha da önemlisi bu alanda ciddi hiçbir politika belirlememiş olmanın payı yok denilebilir mi?

Elbetteki hayır. Devlet on yıllardır aynı politika ekseninde cezaevlerini yönetiyor. Ama gelinen aşamada hâla aynı noktadayız ve biz kendimizi savunmada tutarak karşı koymayı sürdürüyoruz. Koğuş sisteminin alternatifinin hücre sistemi olmadığı açıktır. Cezaevi sorunu sistem sorunudur. Dün salt PKK’li ve Kürt mahkûmların sorunu gibi algılanan bu gerçek artık herkesi ilgilendirmeli ve geliştirilecek muhalefet en yaygın ve en kapsamlı muhalefet olmalıdır. Sıranın mutlaka kendimize de gelebileceğini unutmadan... Ve tabiî ki, sadece cezaevinin kapatılması ile yetinmeyerek... Nedenlerine ve dayanaklarına karşı da mücadele ederek... Aynı zaaflara düşmenin zamanı değildir artık.

ÇERÇEVE

Adalet Bakanlığı’na öneriler

Türk yetkililer, uluslararası insan hakları kurallarına göre, hükümlülerin haysiyetini koruyan bir hapishane rejimi kurmakla ve onları işkence ve benzeri zalim, insanlıkdışı veya aşağılayıcı muamele veya cezalandırmaya marûz bırakmamakla yükümlüdür. Bu sebeple, Human Rights Watch (İnsan Hakları İzleme) Türk hükümetini aşağıdakileri yapması yönünde uyarmaktadır:

• Yeni F-tipi hapishanelerin yönetimine ilişkin detaylı planları, söz konusu planların BM Hükümlülere Muamelenin Standart Asgari Kuralları’na uygunluklarını garantileyerek açıklamak. Bu kurallar, dış dünya ile ilişkinin önemini, hapsedilmenin ve yapıcı çalışmaya, eğitime ve eğlenceye erişimin rehabilite edici yanlarını vurgular.

• Hükümlülere nakledilebilecekleri yeni rejimle ilgili detaylı bilgiler vermek ve onlara hükümetin hücre sistemini insanca ve uluslararası standartlara uygun şekilde uygulama yönünde kararlı olduğunu söylemek.

• Kartal Özel Tip Cezaevi’nde yalnızlığı ve küçük grup yalıtımını ortadan kaldırmak.

• Kartal Özel Tip Cezaevi dahil hücre tipi cezaevlerinde kalan hükümlülerin, İşkencenin Önlenmesi İçin Avrupa Komitesi’nin (CPT) benzer durumlar için önerdiği şekilde “günün makûl bir kısmını (sekiz saat ya da daha fazla) hücrelerinin dışında, çeşitli şekillerde anlamlı işlerle meşgûl olarak geçirmeleri”ni sağlamak (İsveç hükümetine sunulan CPT raporuna bkz. (CPT/Inf (92) 4 [EN]; 12 Mart 1992, Para 160; vurgu eklendi).

• Hükümlülerin, yalıtım dahil, özel güvenlik tedbirlerine, cezaevi çalışanları ya da diğer hükümlülere yönelik davranışları bunun diğerleri ya da kendilerinin güvenliği için gerekli olduğunu göstermediği durumlar dışında, marûz kalmayacaklarını garantilemek. Yalıtım uygulamasına ilişkin istisnai karar sadece kişi bazında alınmalı; Anti-Terör Yasası’ndan hapse girmiş bütün hükümlülere otomatik olarak uygulanmamalı ve bağımsız değerlendirmeye açık olmalı. Yalnız hapsetme veya küçük grup yalıtımı, meşrû emniyet ve güvenlik faktörleri göz önüne alınarak mümkün olan en kısa sürelerle uygulanmalı ve hükümlülerin iyi hal ve davranış ve program amaçlarına ulaşmaları ile yalıtım süreleri daha da kısaltılabilmeli.

• Adalet Bakanlığı’na bağlı olmayan -odalar, hükümet dışı insan hakları örgütleri, veya cezaevi ziyaretçileri heyeti gibi- tarafsız organların erişimi ve denetimine yönelik düzenlemeler dahil, cezaevi izleme sistemleri getirmek. Bu tip sistemler, hükümlülere, yalıtımın gizlice ve kanunsuzca ya da cezai sistemin uzak köşelerinde yeniden yürürlüğe girmeyeceği yönünde güven vermeye yardım eder.

Hükümet, yeni tip cezaevlerini, uluslararası standartlara uygun şekilde yöneteceğine dair açık, detaylı ve kamusal bir taahhütte bulunana ve hükümlülerin zalim, insanlık dışı veya aşağılayıcı muamele veya cezayı kapsayan uzatılmış yalıtım gibi koşullara marûz kalmayacağını veya kötü muamele görmeyeceğini garantileyen bağımsız denetim ve diğer tedbirleri yürürlüğe koyana kadar, hükümlüler bu türde cezaevlerinde tutulmamalıdır. (…)

YALITIM, RUHSAL VE FİZİKSEL SAĞLIĞI TEHLİKEYE ATAR

Pek çok ceza uzmanı, aşırı sosyal yalıtıma dayalı bir rejimin ruhsal ve fiziksel sağlığı tehlikeye attığına inanır. Bu uzmanlara göre, bütün hükümlüler, insanlarla ilişkinin, çeşitli etkinliklerin ve çevrenin sağladığı, beyne giden uyarılara ve hislere ihtiyaç duyar. Yeterli uyarı almayan hükümlüler fiziksel ve ruhsal sağlıklarını kaybedebilirler. Bu tip olumsuz etkiler, en çok tek kişilik hapsedilmede görülür, ancak Kartal’daki gibi altı kişiye kadar olan küçük gruplar halinde hapsedilme durumunda da görülebilirler.

(...)

Hücre sistemini inşâ etme planından söz ederken (Türkiye’nin de üyesi olduğu) İşkencenin Önlenmesi İçin Avrupa Komitesi (CPT), Ekim 1997’de gerçekleştirilen ziyaretin ardından Türk hükümetine sunduğu raporda (CPT/Inf (99) 2[EN]; 23 Şubat 1999), şunları söylemektedir: “Türkiye’de hükümlülerin daha küçük birimlerde yaşamasına yönelik olarak gerçekleştirilenlerin, hükümlülerin günün makûl bir kısmını yaşama birimlerinin dışında amaçlı etkinliklere ayırmasına yönelik önlemlerle birarada yürümesi zorunludur. Halihazırda hükümlüler için organize bir etkinlik programının olmayışının etkileri, küçük yaşama birimlerinde çok daha şiddetli hissedilecektir. Hükümlüler için etkinliklerin kaydadeğer oranda iyileştirilmemesi durumunda daha küçük yaşama birimlerinin devreye sokulması çözeceğinden daha çok sorun yaratacaktır.” CPT, planlanan rejime ilişkin detaylı bilgi istediyse de Türk hükümeti, CPT’nin raporuna açıktan verdiği karşılıkta bu meseleyi çözememiştir.

Diğer yasal sistemler gibi Türk hukuku da cezaevine konmanın kendi başına yeterli bir ceza olduğunu varsaymaktadır. Türk Ceza Kanunu, cezaevinde tutulmaya ek olarak bedensel ceza veya zorla çalışma yükü getirmez. Anti-Terör Yasası’ndan hüküm giyenlerin 16. maddeye istinaden ayrı tutulmaları, tahminen, bu yasadan içeri alınanlara özel ve ek bir ceza getirmek değil bu kategorideki hükümlülere daha fazla güvenlik sağlamak amacını taşımaktadır. Türk cezaevi yönetiminin elbette meşrû güvenlik kaygıları vardır, ancak hapishane rejimi, gerektirdiği oranda kısıtlayıcı olmalı ve hiçbir zaman zalim, insanlık dışı veya aşağılayıcı olmamalı. 27 Şubat ve 3 Mart 1999 tarihleri arasında Türkiye’ye gerçekleştirdiği ziyarette İşkencenin Önlenmesi İçin Avrupa Komitesi (CPT), PKK lideri Abdullah Öcalan’ın tutulduğu yerdeki koşulları inceledi; bu ziyarete ilişkin raporda, Avrupa Konseyi’nin bir yüksek güvenlik birimindeki rejimi değerlendirirken kullandığı temel kriterler özetleniyor: “Özellikle yüksek güvenlik riski taşıyan hükümlüler, özel birimlerinin sınırları içerisinde, tutulma koşullarının sıkılığı karşılığında görece gevşek bir rejime tâbi olmalı (o birimdeki diğer tek tek hapsedilenlerle karşılaşabilmeli, görece küçük bir fiziksel alan olması muhtemel yerde kısıtlamasız hareket etmesine izin verilmeli, kendisine etkinliklere ilişkin kâfi derecede seçenek sunulabilmeli vb.).” Komite, hükümlülerle görevliler arasında iyi bir atmosfer ve eğitim, spor ve işi içeren etkinliklere dair bir program oluşturmanın önemini vurgulamaktadır.

Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu’nun (24 Eylül 1982) No. R (82) 17 numaralı tavsiye kararı, Türkiye’nin de aralarında yer aldığı üye devletleri tehlikeli hükümlülere mümkün olduğu oranda normal cezaevi düzenlemelerini uygulamak, insan haysiyetine saygılı bir şekilde güvenlik önlemleri almak, sıkılaştırılmış güvenlik koşullarının mümkün olumsuz etkilerini olabildiği ölçüde etkisizleştirmek ve “eğitim, meslekî eğitim, iş, boş zaman meşgûliyetleri, ve güvenliğin izin verdiği oranda diğer etkinlikler sağlamak” yönünde uyarmaktadır. Oysa Kartal Özel Tip Cezaevi’ndeki rejim, ciddi bir yalıtımın olduğu ve bu kriterlere uymayan bir rejimdir, bu nedenle zalim, insanlık dışı ve aşağılayıcı muamele ile eşanlamlıdır.

Açıktır ki, sicilinde görevlilere veya diğer hükümlülere yönelik çok vahşi veya tehlikeli davranışlar olanlar, cezaevi yöneticilerini, bir tür yalıtımı da içeren birtakım önlemler almak dışındaki seçeneklerden mahrûm bırakabilir. Yukarıda da belirtildiği gibi, Anti-Terör Yasası’ndan yatan hükümlüler tamamen farklı güvenlik kaygıları doğuran - uluslararası standartları ihlâl edecek şekilde suç diye nitelendirilen barışçıl ifadeden cinayet ve diğer vahşi eylemlere- çeşitli suçlardan hüküm giymiş olabilirler. Ancak, yalıtım uygulama kararı, vaka vaka alınmalı, Anti-Terör Yasası’ndan hüküm giyenler için önerildiği gibi otomatik olarak değil. Yalıtım, meşrû emniyet ve güvenlik faktörleri göz önüne alınarak mümkün olan en kısa sürelerle uygulanmalı ve hükümlülerin iyi hal ve davranış ile program amaçlarına ulaşmaları ile yalıtım süreleri daha da kısaltılabilmeli.

Hükümlüler ayrıca, yalıtım rejiminin uygulanması veya uzatılması yönünde alınan kararlara itiraz ve bu kararları, tarafsız, bağımsız otoritelere götürme yönünde anlamlı fırsatlara sahip olmalı. Hükümlülere, yalıtım uygulanması ya da yalıtımın uzatılmasına ilişkin özgül nedenlere dair ayrı ayrı detaylı bilgiler verilmeli. Yalıtım önlemleri periyodik olarak değerlendirilmeli ve bağımsız denetime tâbi tutulmalı.

“Small Group Isolation in Turkish Prisons: An Avoidable Disaster”, Human Rights Watch Briefing Paper ,24 Mayıs 2000. (“Türk Cezaevlerinde Küçük Grup Yalıtımı: Önlenebilir Bir Felaket”, İnsan Hakları İzleme Brifingi)