“Zaman akıp geçti, o günleri ve o günlerin mânâsız baskılarını, işkencelerini yaşayanların hemen hepsi tahliye oldu.... Fakat Mamak Askeri Cezaevi’nde yaşadıklarını, görüp geçirdiklerini hiçbir zaman unutmadılar. Eli kolu bağlı insanlara, kendi psikolojik sıkıntıları yüzünden, mânâsız ve adaletsiz ölçülerde muamele eden ve akla gelmedik işkenceler yapan kuvvet ehlini hiç unutmadılar. Geçen zaman içinde, bu anlatılanları kendilerine reva görenleri bazen kin, bazen nefret, bazen de merhamet duyarak hatırladılar; aslında onların, acınacak birer zavallı olduklarını anladılar.”
Bu satırlar, Halûk Kırcı’nın 12 Eylül dönemi hapishane anılarını yazdığı Donmuş Zaman Manzaraları kitabından. Bugün “bölücü” ve “terörist” damgası yiyenlere, onları beşerî münasebetin hayalinden bile tecrit edecek olan “F-Tipi” hücreler hazırlanadursun; Kırcı’nın mafya statüsü edinmiş eski dava arkadaşları “Hilton tipi” diyebileceğimiz koşullarda ağırlanıyorlar. 12 Eylül döneminde daha fazla “eşitlik” vardı: Devletin demir yumruğunun rüyasını gören ülkücüler de hapishanelerde insanlık onurlarını çiğneyen zalimce uygulamalara marûz kalmışlar, sadece Halûk Kırcı değil, birçok ülkücü kaleme sarılıp bir hapishane edebiyatı yaratmıştı.
Ülkücülerin bile lânet ettiği 12 Eylül’ün hapishane rejimi, belki Anayasa’dan bile dayanıklı bir 12 Eylül kurumu olarak varlığını sürdürüyor. 12 Eylül, hapishaneleri, “rejim düşmanı” ve “terörist” sayılanların ezileceği, kişiliklerinin yok edileceği bir daimî işkence tesisi olarak düzenlemişti. Hapishanelerde, askerî yönetimin gözünde ideal ceza ölçüsü olan idamın gerçekleştirilemediği hallerin telâfisi sağlanmış, zaman zaman da ölüm “kolaylaştırılarak” yahut linç yoluyla fiilen idam cezası infaz edilmişti. İnsan Hakları Derneği (İHD) İstanbul Şubesinin hazırladığı kapsamlı “Cezaevleri” raporu, 1981-1995 döneminde hapishanelerde 50’yi aşkın insanın öldürüldüğünü hatırlatıyor. Acil/ölümcül sağlık sorunlarıyla ilgilenilmediği, tedavisi namütenâhî geciktirildiği için ölenler -ya da yaşamları kısalanlar- hariç... Açlık grevlerinde, ölüm oruçlarında ölenler hariç...
Hapishanelerdeki zulmün oluşturduğu basınç, 12 Eylül döneminden beri ara ara açlık grevleriyle, ölüm oruçlarıyla infilâk ediyor. Mahkûmların ve tutukluların, seslerini duyurmak için son çareleri bu. Yirmi yıldır defalarca başvurulan bir son çare. Türkiye’nin son yirmi yılında, insanların hayattan vazgeçme noktasına geldiği kaç eşik atlandığını, söz konusu rapora dayanarak, hatırlayalım:
• 12 Eylül dönemindeki açlık grevlerinin sayısını saptamak zordur. Metris’te 1981’de 18 günlük, 1982’de 28 günlük açlık grevleri, Metris ve Sağmalcılar’da 1983’te 26 günlük açlık grevi, 1984’te 75 günlük ölüm orucu, Diyarbakır’daki 43 günlük ölüm orucu ve Mamak’taki 42 günlük açlık grevi, en uzunları, en kıyıcılarıydı. 12 insan öldü bu olaylarda.
• 1987’de, “sivil” yönetime geçileli üç yıl olduktan sonra hapishane koşullarında kayda değer bir iyileşme olmaması üzerine birçok yerde yapılan, 41 güne varan açlık grevi. Bu isyan sırasında, çocuklarının hakkı-hukuku için Meclise dilekçe götüren mahpus yakınları heyetinde yer alan bir “anne”, Didar Şensoy, polis tarafından itilip kakılırken ölmüştü.
• 1989’da Eskişehir Özel Tip Cezaevi’nde bir tünel bulunması üzerine bütün mahpusların şiddetli bir baskı altına alınması üzerine başlayan 52 günlük açlık grevi. Bu açlık grevinin 35. gününde mahpuslar zorla Aydın’a sevkedilmiş ve bu sırada iki insan ölmüştü.
• 1995’te, başka yerlerin yanısıra, Yozgat’ta 48 günlük, Konya’da 36 günlük, Diyarbakır’da 50’li günlere varan açlık grevleri yapıldı.
• 1996’da Temmuz/Ağustos’ta 52 hapishanede 69 gün süren ölüm orucunda 12 insan hayatını kaybetti.
• 1998’de Erzurum’da yapılan 55 günlük bir açlık grevi var.
Burada aktarılan açlık grevleri, mutlaka birçok vakayı eksik bırakan bir seçmeye dayanıyor. Bu seçmenin kendisi bir zillettir: Bir ayı bulmayan açlık grevlerini zaten hiç saymıyorsunuz, kalanların da en büyüklerini/uzunlarını anıyorsunuz. Gerçekten korkunç bir kanıksamadır bu. Bu “rutinleşme” içinde, özellikle taşradaki açlık grevleri tamamen gözden ırakta, en ufak bir “kamuoyu” ilgisine erişmeden yaşanıyor. Örneğin Birikim’in bu dosyasının hazırlandığı günlerde İHD İstanbul Şube Başkanı Eren Keskin, Kırklareli Kapalı Cezaevinde açlık grevinin (7 Temmuz itibarıyla) 52. gününde olan üç insandan bahseden bir duyuru yayımlamıştı: “artık kasları çekilmeye başlamış, böbreklerinde ve gözlerinde büyük sorunlar var. Ciğerlerindeki acı giderek artıyor. Tansiyonları çok düşük. Kısacası ‘ölüyorlar.’” “Büyük” basında haberine bile rastlayamayacağınız, kenarda köşede, sıradan bir vaka...
Açlık grevleri karşısında, “yetkililerin” kan dondurucu bir standart tavrı var: İnsanların ölümüyle, hayattan vazgeçmesiyle alay eden... Meâli: “Kendileri bilirler, asmayıp beslemekten kurtuluruz” demek olan... Kenan Evren’le başlıyor bu çirkin sinizm: “Bunlar açlık grevine gidiyor da hangisi öldü? İnsan açlık grevinde hiçbir şey yemezse 15-20 gün yaşar. Ondan sonra ölür. Bunlar bir ay, iki ay açlık grevi yapıyorlar. Ölmediklerine göre demek ki yemek yiyorlar... Belki de oruç tutuyorlar.” (1984’te bu sözler söylenirken açlık grevlerinde 12 insan ölmüş bulunuyordu!) Adalet Bakanları aynen devam ettiriyor: “Yaşamını yitiren olursa sorumluluk kendilerine ait olacaktır... İçlerinden fedai olarak seçilen bazı kişilerin ölümü göze aldığı yolunda bize istihbarat geldi” (Oltan Sungurlu, 1989), “Açlık grevlerinden önce hapishane kantinlerindeki yiyecekler koğuşlara depo edildi, bunlar yiyip içiyor” (Şevket Kazan, 1996).
“Asamadıklarını besleme”yi zûl addeden devlet zihniyeti, önemli bir bölümü zaten hapishane koşullarından kaynaklanan ağır hastalıkların tedavisine engeller çıkartmakla da ölümleri kolaylaştırıyor. Tedavisi sonsuza dek geciktirildikten sonra, ısrarlı bir kampanya ve basında birazcık yer alabilmesi sayesinde geçtiğimiz ay “annesinin yanında ölebilme” lütfundan yararlandırılan Murat Dil gibi, sistemli tedavi ihmali sonucunda koltuk değneğiyle yürüyecek hale geldiğinde tahliyesi sağlanan Sevgi İnce gibi ağır vakalardan, yüzlerce var. Burdur Cezaevinden gönderilen şu mektubu aktaralım, yeter: “1996 yılında, ölüm orucunda sağ kalanlar tedavi edilmedikleri için sakat kaldılar. Birçoğunun sinir sistemi zedelendiği için, vücut dengesini sağlayamadığından, ya yalpalayarak yürüyor ya da yürümeyi yeni öğrenen çocuklar gibi yürümek zorunda kalıyorlar. ‘96 Ölüm Orucu’nun bitiminden hemen sonra Ulucanlar’da, hastaneye kaldırılanların dosyaları bir hafta sonra, ‘yetkili’ bir kişi tarafından el konularak yok edildi. Sağlıkla ilgili tüm tetkik ve bilgilerin olduğu dosya kaybedildi. Niye? Bu ‘yetkili’ (!) kimdi? O günden sonra orada bulunan direnişçilerin hiçbirisi tedavi edilmedi. İşte o günden beridir, sağlık sorunları olan ve tesadüfen yaşayan Cemal Çakmak, Ulucanlar Katliamı’ndan kurşun yaralarıyla, bacağına çakılan çivi ve bilinmeyen bir metal parçasıyla, vücudunda bilinmeyen bir kimyasal sıvının açık yaralarından verilmesiyle, ayrıca bistüri gibi kesici bir aletin bilinmeyen bir sıvıya batırılıp vücuduna kesikler atılmasıyla, kafası ve alın derisi penseyle çekilerek, kan kusturana kadar iki kişi tarafından kalbine özel bir teknikle vurularak, istedikleri sonucu aldıklarında (kan kusması), ‘öldü’ rahatlığıyla cesedi Yozgat Cezaevi’ne sürgün edilmiştir. Yaşadığı anlaşıldığında koma halindedir. Revir doktoruna göründükten sonra hastaneye sevk edilir. Beyin tomografisi çekilir. Ancak çekilen tomografinin ne sonucu kendisine bildirilir, ne de herhangi bir tedaviye başlanılır. O haldeyken, Burdur Cezaevi’ne sevkedilir. Burdur Cezaevi’nde revire çıktığında, aspirin verilip gönderilir. Aylarca sonra oluşan kamuoyu baskısı sonucu, bacağındaki metal parçası ve kurşun alınmıştır, ancak çivi hala durmakta. Altı ay sonra ikinci kez revire çıkmayı başardığında, beyninin yeterli derecede oksijen almamasından dolayı ve olması gereken kan basıncı sağlanamadığı için, felç olma riskinin büyük olduğu tespit edilmiştir. Bu tespitler, belirtiler ve muayene sonucunda söylenmiştir. Bugüne kadar en basit kan tahlili
dahil hiçbir işleme tabi tutulmadı. Şu anda vücut fonksiyonlarını yitirmeye başladı. Sol tarafında sürekli his kaybı ve ayda bir belirli periyodlarla, beyninin oksijen yetersizliğinden dolayı bir tür kriz geçirmekte. Her kriz sonrası yüzünde ve vücudunda felç belirtileri daha da belirginleşiyor, vücut fonksiyonlarını yitiriyor. Ulucanlar Katliamı’nın üzerinden sekiz ay geçti. Sekiz aydır hiçbir tedavi yapılmadı. Aynı cezaevinde kalan, ileri derecede astım ve kalp hastası olan Birsen Erdoğan Dermanlı da tedavi edilmiyor. Arkadaşları tarafından karşılanmak istenen oksijen tüpü, cezaevi idaresi tarafından içeri alınmamıştır; ki cezaevi idaresinde ve revirde oksijen tüpü yoktur. Sık sık kalp spazmı geçirmesine rağmen kaldırıldığı hastanede, askerin odadan çıkmamasından dolayı tedavisi engellenmiştir.” “Yetkililer” -medyaya zinhar sızamayan- bu gibi iddialara “propaganda” diyorlar; lâkin “sayısız” denecek kadar çok sayıda böyle iddia var ve bunların doğru olmadığını kanıtlamaya dönük bir zahmete girme gereğini asla duymuyorlar.
12 Eylül’ün kurumlaştırdığı hapishane rejiminin, süreklilik kazanmakla kalmadığını, geliştirildiğini, pekiştirildiğini söylemek gerekiyor. Dehşet uyandırıcı bir “gelişme”, 1990’ların ikinci yarısında “sistemli münferit vakalar” olarak hapishanelerde yapılan linçlerdir. Hukuken “canları devlete emanet olan” insanlar, tedavi edilmeyerek, ölüm oruçlarına aldırılmayarak “ölmeye bırakmak”tan da öte, bilfiil öldürülüyor. 1995’te Buca’da bir firar olayı üzerine atılan toplu dayaklarda üç insan öldü. 1996’da Ümraniye’de 4 tutuklu aynı şekilde... Aynı yıl Eylül’de Diyarbakır hapishanesinde korkunç bir şekilde dövülen 33 kişiden 10’u öldü. 1999’da Ankara-Ulucanlar’da “direnişi kırmak” amacıyla saldırılan mahpusların 11’i öldü. Bu olaylarda onlarca insan yaralandı, sakat kaldı. Bu feci muhasebenin yapıldığı sıralarda Burdur cezaevinde olanlar malûm: Bir isyan iş makineleriyle!! bastırılmaya kalkışıldı, 23 yaşındaki Veli Saçılık’ın kolu koptu, kopan kolun daha sonra şehirde dolanan bir köpeğin ağzında bulunması “yetkililer” tarafından “trajikomik” olarak ‘değerlendirildi’ .
Böyle şeylere “trajikomik” diyebilmek, herhalde, memuriyet icabı bir gaddarlıktan fazlasını gerektiriyor: Zâlimin sinizmini ya da -galiba daha kötüsü- şahâne bir hissizleşmeyi...
Trajikomik falan değil de trajik olan şu ki, hapisleşme oranının hayli yüksek olduğu (yaklaşık 1300 kişiden biri hapiste!) bu ülkede, hapishanelerdeki ölümcül sorunlara “kamuoyu ilgisi” çekebilmek gitgide daha zor oluyor, çok mihnet gerektiriyor. 12 Eylül döneminde, “ölmeye yatanların” yakınları, askerî rejimin baskı ve sansürü altında seslerini bir yerlere duyurabilmek için neler çekmişlerdi - Gülten Akın’ın 42 Gün’ü, annelerin, babaların, kardeşlerin, küçücük çocukların hatıralarla, korkularla, kargışla ve bir “her şeye rağmen” direnciyle yüklü o cehdini anlatır. Türkiye’nin İnsan Hakları Derneği de, mahpus yakınlarının o çilesinden doğdu (bu bile bir “tarihî bilgi” artık). “Sivil” idare altındaki eşik olaylarda, sadece 1989’daki “ölüme sevk” olayı ve 1996’daki 12 ölümlü ölüm orucu, “kamuoyu” denen şekilsiz ortamda belirli bir hassasiyet yaratabildi. Hapishanelerin “teröristlerin”, “bölücülerin”, “canilerin” kendi hükmünü yürüttüğü fesat yuvaları olduğuna, “devletin oraları kontrol edemediğine” dair propaganda, bu duyarsızlığı pekiştiriyor; dahası, “sokaktaki adam”ın gönlünü, mapusların “cezalandırılmasına” hazırlıyor. Bu duyarsızlık karşısında hükümlü ve tutukluların çaresizliği büyüyor, açlık grevlerinin eşiği yükseliyor. Bu korkunç kısır döngüyü kanıksayan, böyle bir sorun yokmuş gibi davranan bir toplum, bir ‘kamu hayatı’, mânen sağlıklı ve ahlâklı olabilir mi?
Cevabı sarih olan bu soruyu terazilemek için değil, bu alanda çözüm yolunda bir gelişmeyi herhalde ahlâkçılığa havale etmemek gerektiği için, sorulması gereken bir başka hayatî soru var: Kullanılagelen araçlarla, yöntemlerle, dille, o “kamuoyu”nda bir duyarlılık yaratmak mümkün mü?
Şimdi, insanları kapatmak, üstelik sağlığını ve can emniyetini güvencelemeyen hapishanelere kapatmak kâfi ceza değilmiş gibi, bilhassa siyasî tutuklu ve hükümlüleri ilâveten cezalandırmayı, ezmeyi hedefleyen yeni bir proje var “Adalet” bürokrasisinin gündeminde: 6 yerde inşâ edilmekte olan, yaklaşık dört bin “ağır suçlu”nun sevkedilmesi planlanan F-Tipi Cezaevleri. Yetkililerin “konforuyla” övdüğü bu hapishanelerin esas özelliği, tecriti, sosyal izolasyonu kurumlaştıran (tek kişilik ve üç kişilik) hücre sistemine dayanması. İHD Ankara Şubesinin raporu, hücre sistemini, “insanlardaki dayanışma duygusunu yok etmeyi, bağlarını koparmayı, yalnızlaştırmayı, yavaş ve sessiz ölümü” öngören bir “kusursuz cinayet” olarak tanımlıyor.
F-Tipi projesi, hararetli bir destekçiyi, beklenebileceği gibi, “insan hakları”ndan poz olsun diye bile kinayesizce bahsedemeyen Emin Çölaşan’da buldu. (Kendisi, henüz o kadar meşhur da değilken, 12 Eylül’ün göbeğinde yaptığı, orada nasıl asûde ve lâtif bir hayatın sürdüğünü anlatan “Mamak röportajı”yla hapishane rejimimizin bir hayranı ve gönüllü alkışçısı olarak temayüz etmişti zaten.) Çölaşan, F-Tipi hücrelerin “konforunu” anlata anlata bitiremezken; dayanışma halindeki kalabalık mahkûm gruplarını kaç defa kırımdan geçirmiş bir hapishane rejiminin, yalıtılmış mahpusların diğer bir-iki mahkûmla temas etmesinin bile kendi insafına bırakıldığı (ayrıca ziyaretçisiyle de ancak cam gerisinden mikrofonla konuşmasına izin verildiği) koşullarda insanlara neler edebileceği sorusunu aklının ucuna bile getirmesi mümkün değil tabiî. Ya da “Amerika’da, Avrupa’da da” böyle hapishaneler olduğu delilini getirirken, zaten Amerika ve Avrupa hapishanelerinin de insanlık nâmına bir skandal konusu olduğunu düşünmesi - ki bu “skandalın” Fransa örneğine birkaç ay önce YeniBinyıl’daki sütununda Vivet Kanetti değinmişti, 14 Temmuz günü de bu değinmelerini yineledi. “Çağdaş Batı”nın hapishane pratikleri, başta Stammheim olayı olmak üzere, Türk zulûm erbâbını “Batı’da neler neler yapıyorlar” diye zevkle gevşeten bir referans olagelmiştir - hep direndikleri “Batı’yla kıyas”a en hevesli oldukları konulardandır bu: “Batı’nın iyi yanlarını almak” davası belki de buradan başlamalıdır onlara göre. Yine Vivet Kanetti’nin ardarda yazdığı o yazılarda belirttiği gibi, herhangi bir “Batı standardı”na takılmadan çözüm aranması gereken bir meseledir bu.
Evet, 12 Eylül’ün en dayanıklı ve “kendini geliştiren” kurumlarından biri, hapishane rejimi. Bu rejim, hapishaneyi, bizatihî bir ceza olmanın ötesinde, keyfî ve hudutsuz baskı pratiklerinin deneneceği bir mekân olarak görüyor; “ıslah”ı/”rehabilitasyon”u, insanların onurunu çiğneyen gaddarca bir burun sürtme eziyeti olarak anlıyor. Bu zihniyet, insanları hakkı-hukuku olan, bizatihî insan olmaktan gelen bir değeri olan varlıklar gözüyle görmeyen bir “Devlet Aklı”nın bam telidir. Bu zihniyet değişmeden, bu kangrenleşmiş meselede herhangi bir şeyin çözülmesi mümkün olmayacaktır. Evet, hapishanelerde başka sorunlar da var: Mahkûmlar arasında oluşan sultalar var; politik örgütlerin, politik özneler olarak varsayılmaları gereken üyelerinin iradeleri üzerindeki -bazen ürkütücü boyutlara varan- tahakkümü var; bazı örgütsel iklimlerde hapishane tecrübesinin aslî -en değerli- politik ve toplumsal etkinlik haline gelmesinin yol açtığı kıyıcı süreçler var... Örneğin İstanbul Barosu da halihazırdaki “koğuş sistemi”nin kişi özgürlüklerini ilâveten kısıtlayan mahzurlarına ikna edici bir biçimde dikkat çekiyor. Bu tartışmaların sansürlenmemesi gerekir. Lâkin yine Vivet Kanetti’nin saygıdeğer bir tutarlılık ve ısrarla vurguladığı gibi (YeniBinyıl, 18 Temmuz), bu mahzurlar, F-Tipi’nin insanları sosyal varlık olmaktan tecrit eden (Levent Kavas’ın 6 Temmuz’da Star’da belirttiği gibi yegâne sosyalleşme mecraları olarak kendi otoritesi altındaki atelye, spor salonu ve mescitleri bırakan) ve (bir tür seri katil siciline sahip) gözetim/denetim mercilerinin insafına terkeden “infaz sistemi”ni mazûr gösteremez. Hapishane rejimine damgasını vuran hâkim zihniyet değişmeden, hapishane-içi karşı-iktidar odaklarıyla* ilgili sorunların da meşrû bir zeminde sâlim kafayla tartışılması mümkün olmayacaktır.
(*) 25 Haziran’da Radikal (İki) gazetesinde yayımlanan yazının geliştirilmiş biçimidir.
(*) Levent Kavas (6 Temmuz, Star) şunu da hatırlatıyor: “Siyasal ya da iktisadî düzenin sınırında ya da dışında kaldıkları, durdukları için toplumsal bağlarından koparılıp kapatılanların içeride yeniden toplumsallaşmayı, örgütlenmeyi becerebildikleri ölçüde kimliklerini koruyabiliyorlar. F-Tipi cezaevleri bu kısıtlanmış ama korunmuş kimlikleri ortadan kaldırmanın bir yolu.” Buradaki (karşı-)toplumsallaşmanın (bununla ilgili becerinin) içeriğinin, doğrultusunun, anlamının, ahlâkının tartışılması, siyasal ya da iktisadî düzenin dışındaki/ötesindeki konumlarla ve hedeflerle ilgili arayışın parçası olmalıdır aynı zamanda.