İnsanlık alemi uygarlığının kilometre taşlarını cezalandırmanın biçimleri üzerine kurmuştur. Michel Foucault ünlü Hapishanenin Doğuşu adlı eserine insanın tüylerini diken diken eden bir anlatımla suçlu Dariens hakkında verilmiş olan ölüm cezasının 2 Mart 1757’de Paris Kilisesi’nin cümle kapısı önünde vücudunun parçalanması suretiyle nasıl yok edildiğinin anlatımıyla başlıyor.
Cezanın ibret unsurunun bulunduğu daha o günlerden bilindiği için infaz, halkın gözü önünde, din adamları eşliğinde şenlikli bir ibadet havasının ağırlığı altında uzun süren işkenceler sonucu icra ediliyor.
Bu tarihten önce 1588 yılında ise ilk cezaevi Amsterdam’da kuruluyor. 16 yaşındaki bir küçük hakkında bedeni ceza vermemeyi ilk kez kabul eden yargıç o’nu cezaevine kapatmayı daha uygun buluyor. Bu cezaevi yalnızca onun için yapıldığından tecrit edilen ilk suçlu olarak tarihe geçiyor.
ABD yargısı 1950’li yıllara kadar hükümlüyü “devlet esiri, sivil ölü” diye tanımlarken bu yıllarda “devlet esirlerinin ve sivil ölülerin” isyanıyla birlikte onların da vatandaş olduklarının, bazı temel haklara sahip bulunduklarının tespitini yapıyor.
Ve günümüze geliniyor. Çağdaş infaz sistemi bugün cezalandırmanın vazgeçilmez unsurlarının altını çiziyor. Önce çağdaş bir hukuk düzeni: Bu düzen, düşünce suçlarını tarihin derinliklerine yolluyor. Suçun önlenmesi için ekonomik ve hukuki önlemler getiriyor. Tüm bunlara rağmen yine de suç işlenmişse o kişinin psikolojik ve fiziken sağlam bir şekilde topluma iadesini amaçlıyor.
Ve nihayet bugünlerdeki ülkemiz’e geliyoruz...
Öncelikle belirtelim ki. Türkiye’deki bugünkü başıboş ve iki başlı infaz sistemi; açlık sınırında yaşamaya çalışan infaz memurları, talan kafası: cezaevlerini her türlü suç işleme ortamını bağrında tutan bir “zindan” haline getirmiştir. 50-100 kişilik koğuşlarda yetersiz beslenme koşullarında genel nüfusun yüzbinde yüzonu tutuklu ve hükümlü olarak aynı yerde tutulmaktadır. Bunun rakam olarak ifadesi 1 Ekim 1999 itibariyle 69204 kişidir. Bu mevcudun 10025’i siyasi suç nedeniyle tutuklu ve hükümlü olarak bulundurulmaktadır. Özellikle bu derecede yoğun siyasi suçlu ve tutuklu sayısının bulunduğu başkaca bir Avrupa ülkesi bilinmiyor.
Üzerinde durulması gereken diğer bir önemli konu da, CMUK’un tutuklu ve hükümlü ayrımını yapmasına rağmen infaz sistemimizin bu ayrımın farkında olmayışıdır. İnsanların kapatıldığı yerlerin adı ceza ve tutukevi olmasına karşın tutuklu ve hükümlülerin tâbi olduğu rejim aynıdır.
Oysa tutuklu, yasaya göre masum sayılan ancak bir yargılama önlemi olarak kaçmasını veya hakkındaki kanıtları karartmasını önlemek için geçici olarak bir yerde tutulan, hakkında suç işlediği “şüphesi” olan bir kişidir. Dolayısıyla bu statüdeki bir insanın islah edilme rejimine tabi tutulması düşünülemez. Böyle bir rejime tabi tutulması o’nun en temel haklarının ihlal edilmesi ile aynı anlama gelmektedir.
Nitekim CMUK 116/2. madde “Tutuklu hakkında ancak tutuklama ile gözetilen gayeyi ve tutukevinin düzenini sağlayacak kadar kayıtlamalarda bulunulur. Tutuklu, tutukevinin düzen ve emniyetini bozmamak ve tutuklanmasındaki gaye ile uygun olmak şartıyla servet ve durumuna göre kendisi masraf ederek istirahat ve meşgalesini düzenleyebilir” demektedir.
Hükümlü ise, yargılanmış ve suç işlediği kesinleşmiş olan kişidir. Temel hak ve özgürlükleri cezanın amacı (topluma yeniden kazandırma) ile oranlı olarak kısıtlanabilmektedir.
Bu kısıtlamanın kriteri ne olacaktır? O’nun olağan yaşamını cezaevinin içinde veya dışında sürdürememesi, neticeten irade dışı bir yaşam rejimine tâbi kılınması doğaldır.
Peki hükümlü “uygulamada hükümlü gözüyle bakılan” tutuklu kişinin tâbi olacağı yaşam rejimi ne ve nasıl olacaktır? Bir kere cezaevine girdi diye hiçbir hakkı olmayacak mıdır?
İşte bugün tartışılmaya başlanan ve çözülemez ise önümüzdeki aylarda ciddi sorunlara neden olacak konu budur.
Cezaevlerinin bir suç okulu haline gelmesini yalnızca koğuş sistemine bağlayan anlayış ifrada kaçmış ve ilerde Türk tipi diye adlandırılacak olan başkaca hiç bir gelişmiş infaz sisteminde olmayan bir mimariyi devreye sokmuştur. Zindancı anlayışı tutuklu ve hükümlü ayrımı yapmayan 3713 Sayılı Terörle Mücadele yasasında ve 4422 Sayılı Çıkaramaçlı Suçlarla Mücadele Yasasında var diye aslında genel infaz rejimi kuralları içinde, ancak cezaevi içinde işlenilen bir suçun karşılığı olarak mahkeme kararıyla verilebilen hücre hapis cezasını fiilen ve peşinen yaşama geçirmek için ceza ve tutukevleri inşa etmeye başlamıştır.
Adı “Yüksek Güvenlikli F tipi Ceza ve Tutukevleri” olan bu yapılardan 11’i halen inşaat halindedir ve toplam 4048 tutuklu ve hükümlüyü barındıracaktır. Buralarda tahminen 2200 kişi ceza ve tutukevi çalışanı olarak istihdam edilecektir. Her bir F tipi 6 milyon dolara malolacaktır. Buralarda 3’er ve birer kişilik odalar bulunmaktadır. Birer kişilik odalarda kalanlar iki kişilik havalandırmaya sahiptir. 3’er kişilik odalar ise tek havalandırmaya açılmaktadır. Havalandırma bölümlerini ayıran duvarlardan ancak gökyüzü görülebilmektedir. Oda kapılarında yemek vermek için bel hizasına gelen bir yarık bulunmaktadır. Ortak yemek mekânı bulunmamaktadır. Buna karşılık spor salonu ve kütüphanesi bulunmaktadır. Bu iki ortak alandan yararlanmak ise şu an mahiyeti belli olmayan tretman (iyileştirmek) koşullarının gerçekleşmesine bağlı olacaktır.
ODA SİSTEMİ Mİ? HÜCRE SİSTEMİ Mİ?
Mimari dizayna getirilen temel itiraz, oda sistemi diye adlandırılan sistemin aslında hücre cezalandırmasına tekabül ettiği yolundadır.
Şimdi sorulacak soru şudur: Tretman’a uygunluğu saptanmamış kişinin yıllarca tek başına veya aynı üç kişiyle tutulmasının hukuki karşılığı nedir?
Cezaların İnfazı Hakkındaki Kanunun (CİHK) 15/2. maddesinde aynen şöyle deniyor: Tutuklu ve hükümlüler cezaevi diziplinini bozan hareketlerinden dolayı “inzibati mahiyette” olmak üzere her defasında 15 günü geçmemek kaydıyla ve her türlü ihtilaftan önlenecek şekilde “hücreye” konabilir.
CİHK’da tanımı yapılmamış ve yalnızca 3713 ve 4422 sayılı yasalarla getirilmiş olan üç kişilik koğuşlar ise Türk tipi üç kişilik hücre diye tarihe geçecektir. (Aynı üç kişiyle, yıllarca aynı odada kaldığınızı düşünün)
Demek ki hücre hapsi doğal bir ceza değildir. Ancak cezaevi disiplinini bozan bir hareketin karşılığı olarak ve ancak süreli olarak verilebilir. Kaldı ki düşünülen; “Tretman”a uymayacağı varsayımdır. Ortak alanlardan yararlanmak için önce Tretman’a uyulması şartı; F tipi ile aslında hücre tipinin düşünüldüğünün en tipik göstergesidir.
Hal böyle olduğunda varılacak sonuç açıktır; F tipi cezaevlerinin mimari yapısı ve özellikle 1 kişilik odaları, “süresiz hücre hapsine” yol açar mahiyette bulunmaktadır.
Oysa, İnsan Hakları komitesi uzun süreli hücre hapsinin Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nin (KİSHUS) 7. maddesinde yer alan işkence ve kötü muamele yasağının bir ihlali olduğunu açıklamıştır. Mahpusların islahı için Temel ilkelerin 7. maddesi devletlerin, bir ceza olarak uzun süreli hücre hapsinin kaldırılması için çaba göstermelerini öngörmektedir. Amerikan Komisyonu şöyle demiştir: “Uzun süreli hücre hapsi hukuken öngörülmüş bir ceza tedbiri değildir ve bu tedbirin sık sık kullanılması haklı gösterilemez.”*
Tecrit ceza içinde cezadır. Süresiz tecrit psikolojik ve fiziki tahribat yaratır.
Tecrit cezası veya CİHK tarafından tanımlanmış olan hücrede uzun süre tutulmanın insan psikolojisi üzerindeki etkileri bilim insanları tarafından tespit edilmiş ve şunlar söylenmiştir.
İzolasyon hücreleri yöntemi ile mahkumun bilinci ve kişiliği herhangi bir fiziki işkence yapılmaksızın parçalanarak yok edilmektedir.
Sinir sistemi tamamen tahrip edilmekte, zaman ve mekan kavramı anlamını yitirmektedir. Kontrol dışı hareketler başlamakta, refleksler kaybolmaktadır. Aşırı terleme, mide ağrıları, kilo kaybı, sırt ağrıları, kan dolaşımında bozukluklar görülmekte, vücut savunma sistemi dengesini yitirmekte, göz bozukluğu gibi vücutsal rahatsızlıklar başlamaktadır.
Uzun süre izolasyonda kalan mahkûmlarda “sürekli uyku hali”nden kaynaklanan eylemsizlik ve depresyona götürebilen bir durum olduğu saptanmıştır. Ayrıca artan bir korku hali gözlenmiştir. Sürekli değişen dengesiz duygusallık, izolasyonun kaçınılmaz sonucudur.
Kontrasyon zayıflığı, ruhsal bozukluk, şaşkınlık, mantıksal düşünmede zorluklar, senzo-motorik değişiklikler ve algılama bozuklukları oluşmaktadır.
Cümle kuruluşlarında anlamsızlıklar ve kopukluklar olmakta, belirli bir zaman sonra konunun içeriği unutulmaktadır.
Duyumların algılama düzeyleri tamamen farklılaşmakta, bu nedenle duyum sapması ve halüsinasyon hali, aşırı duyarlılık ortaya çıkmaktadır.
Mahkûm veya tutuklu uzun izolasyon koşullarında kimlik kaybına uğramaktadır. Mahkumun kimliğinin kaybı onun her anının denetim altına alınması özel yaşamının yitimiyle oluşmakta, bu da kişide kendi değerlerinin anlamsızlaşmasına yol açmakta ve irade dışı davranışlarının dışardan müdahaleyle değiştirilebilmesine olanak sağlamaktadır.
Özellikle izolasyon tutukluluğunun başlangıcında, mahkûmda akut derecede psiko-somatik heyecan krizleri oluşmaktadır. Bu krizlerde tipik olan, çevre tarafından koşullanan pranoid karakterli sayıklamalar ve hallüsinasyondur. Yaşanılan izolasyon, mahkumun kendisinin iç dünyasına müdahalede bulunmaya olanaklar sunmadığından, bu kökenli psikosomatik semptomlar ortaya çıkmaktadır.
Mahkumda, aşırı derecede kilo kaybı, beslenme bozukluğu, düşük tansiyon ve aşırı nabız artışına bağlı vücutsal sirkülasyonun oluşumu, artan baş ağrıları, iştahsızlık, uykusuzluk, baygınlık, sinirlilik hali, kalp rahatsızlığı, mide ağrıları, titreme hali, kadınlarda periyodun düzensizleşmesi, denge bozukluğu, baş dönmesi, aşırı terleme, motorik koordinasyonun zorlaşması şeklinde genel somatik hareketsizlikler görülmektedir.*
Görüldüğü gibi F tipinin getirdiği bellidir. Amaç kişiliğin ortadan kaldırılmasıdır. Yukarıda belirtilen uluslararası belgelerin uzun süreli tecriti yasaklamasının nedeni de budur. Amaç cezaevine konmuş kişinin yeniden topluma kazandırılması ise F tipleriyle bu amaç güdülmemekte, o’nun kişiliğinin ortadan kaldırılması amaçlanmaktadır.
Bu yapılar henüz inşaat halinde iken siyasi iradenin yükselen seslere kulak vermesi bu tutuk ve cezaevlerinin ulusalüstü standartlara göre yapılmasını sağlaması gerekmektedir. Aksi takdirde 1996 Temmuzu’nu yeniden yaşayacağız. Türkiye’nin ise buna tahammülü bulunmamaktadır.
(*) Adil Yargılama Hakkı, İletişim Yayınları, Sh. 142.
(*) Sessiz Çığlık, İnsan Hakları Derneği, İstanbul, s. 6.