Geçen günlerde gazetelerden okuduğumuza göre, Avrupa Birliği’ne uyum sürecinde yapılacak yasal değişikliklerin kabaca da olsa bir listesi çıkarılmış. Birçoğu Türkiye’nin şimdiki durumuna göre hayli hayırlı sayılabilecek öneriler içermesine rağmen gözüme çarpan bir madde var ki bu yazıyı yazmamın müsebbibi o maddedir.
O madde şöyle diyor: “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) Türkiye işkence nedeniyle mahkûm edildiğinde, mahkemenin saptadığı tazminat miktarı işkenceyi yapandan tahsil edilecek.” Yani bu tasarı yasalaşırsa herhalde işkenceyi yapan polisin, askerin ya da MİT mensubunun maaşından taksit taksit kesecekler bu tazminatı. Bu yazı tamamen bu cümlede özetlenen tasarıyla ilgili.
Muhtemelen birçok vatandaş bu öneriyi okuduğunda devletimizin işkencenin kökünü kurutmada ne kadar kararlı olduğunu düşünmüş ve “helal olsun, bak şimdi işkence yapabilecekler mi?” diye kendilerine ve çevrelerine sormadan edememişlerdir. Oysa ben bu toplumla bir kez daha düpedüz dalga geçildiğini iddia edeceğim.
Yasa önerisini yakından inceleyelim. Verdiği mesajlar şunlar:
1. Devletimiz işkenceyi önlemekte kararlıdır.
2. İşkence uygulamalarında devletimizin sorumluluğu yoktur.
3. Sorumluluk, birtakım kurallara uymayan devlet görevlilerinindir.
4. Dolayısıyla bu işin ceremesini de onlar çekmelidir.
Yasa önerisindeki mantık ilk bakışta sağlam gibi durmaktadır. Devlet işkenceyi önlemek istiyorsa buna kim ne diyebilir? Olsa olsa işkence yapmakta anlaşılmaz nedenlerle ısrar eden işkenceci memurlar bu işten rahatsız olabilirler. Onlar da tabiî ki ayaklarını denk almalılar. Yazının başlığından anlaşılabileceği gibi ben de onları bu yönde uyarma gereği duydum. Durumları gerçekten tehlikede. Teyakkuz halinde olmaları gerekiyor. Burada onlara yapılan büyük bir haksızlık var. Açıklayayım:
Şimdi eğri oturup düz konuşalım. Kendinizi işkence yapan bir memurun yerine koymaya çalışın. Biliyorum zor, ama hiç olmazsa bu yazıyı okurken bunu yapmaya çalışın. Hâlâ zorlanıyorsanız yardım edeyim.
Örneğin poliste, jandarmada ya da MİT’te çalışıyorsunuz. Oraya gelmeden önce nasıl biri olduğunuz önemli değil, bir süredir orada çalışıyorsunuz ve zaman zaman birilerini yakalıyorsunuz ya da başkaları yakalayıp önünüze getiriyor ve sizin sorgulamanız gerekiyor. Amirleriniz çabuk tarafından ve dört başı mamûr ifade bekliyor. “Şüpheli şahsı” konuşturamazsanız fırça yiyorsunuz. Mesleğinizin ilk yıllarındaki acemi halleriniz “ne o kız gibi sorgu mu yapılır?” ya da “öttürün ulan bu vatan hainlerini!” nidalarıyla epeyce törpülenmiş durumda. Siz artık tecrübeli bir memursunuz. Vatanın her zaman için içten ve dıştan düşmanlarla çevrili olduğuna inandırılmışsınız bir kere. Bunun eğitimi her gün çeşitli yollardan veriliyor. “Türkiye sizle gurur duyuyor.” Zaman zaman amirlerinizin bile işkence yaptığını görüyorsunuz. İşkence yapanların hep terfi ettiğini, kimilerinin çok yüksek mevkilere kadar tırmanabildiğini de yaşayarak öğreniyorsunuz. Amirinizin, teşkilatınızın ve devletin sizi hep koruduğunu ve koruyacağını, ancak çok istisnai durumlarda ceza alındığını da biliyorsunuz. Ulvi bir görev yapıyorsunuz ve yılanı büyük küçük demeden ezmek gerektiğini tamamıyle idrak etmiş durumdasınız. O yüzden birçok durumda yalnızca “konuşturmak” için değil, ezmek, yıldırmak, ceza vermek için de işkence yapıyorsunuz. Çünkü çok iyi biliyorsunuz ki bazı kişiler ve gruplar en azından potansiyel olarak suç işlemeye ve mazallah devletimizi yıkmaya meyyaldir ve başlarının boş bırakılmaması gerekir. Bu kişi ve grupların kimler olduğu size her zaman öğretiliyor ve hatırlatılıyor. Özel seçilmiş bazılarınız ise yurtiçinde ya da yurtdışında “özel sorgulama teknikleri” konusunda kurs bile almışsınız. Onca para, onca eğitim boşa gidecek değil ya. Size öğretileni ve sizden isteneni elinizden geldiğince yapıyorsunuz. Ayrıca biliyorsunuz ki toplumun geniş bir kesimi sessizce de olsa aslında arkanızdadır. “İnsan hakları” diye bağıran vatan hainlerinin sözüne kulak asanlar bir avuç kendini bilmez vatandaştır. Biraz fazla üzerinize gelinse yollara çıkıp korsan gösteri yapabiliyor, “kahrolsun insan hakları!” diye bağırabiliyor ve bunun üzerine alkış bile alabiliyorsunuz. Üstelik bütün bunları işkencenin 150 yıla yakın zamandır yasadışı olduğu ve son on yıldır hükümetlerin arada bir “işkence yapmayın lütfen!” kararnameleri çıkardığı bir ülkede yapıyorsunuz. İşkence yapmanız için bütün koşullar hazırlanmış ve sürekli sırtınız sıvazlanırken “yapmam kardeşim” demek biraz ayıp olmaz mı?
Sonra bir gün devletimiz, muhtemelen bir gaflet anında, vatandaşlarına AİHM’ye başvurma hakkını tanıyor. Bu hiç hoş bir şey değil tabiî ki, ne münasebet elin gavuru bizim iç işlerimiz hakkında ahkâm kesecek. Asarız da keseriz de, mülkü bizde değil mi? Çocuğumuzu, karımızı nasıl dövüyorsak ve bu durum “aile içinde olur böyle şeyler” diye nasıl büyük bir hoşgörüyle karşılanıyorsa, kendi vatandaşımıza işkence etme hakkını yasal olmasa da meşrû bir şekilde elimizde tutmalıyız. Yoksa bu memleket kimbilir ne badireler atlatır, ne biçim kaç parçaya bölünür? Neyse uzatmayalım, AİHM malûm Avrupalı düşmanlarımızın denetiminde bir mahkeme. Herhangi bir işkence iddiasında bizden yana karar verdiği görüldü mü? Ellerine kendi elimizle bir fırsat verdik, onlar da bu fırsatı bizi içten içe çökertmek için gayet güzel kullanıyorlar. Tazminat üstüne tazminat. Daha sırada binlerce dava var. İçerideki vatan hainleri de boş durmuyor, sözde insan hakları savunucuları ve birtakım avukatlar, doktorlar bir AİHM çetesi kurmuşlar, dava üstüne dava açıyorlar. Asıl çete bunlar. Bunların vatan haini olduğu buradan belli, en küçük bir şeyde hemen AİHM’ye koşup, velinimetleri olan devletlerini küçük düşürmeye çalışıyorlar.
Şimdi bir de başımıza Avrupa Birliği (AB) belasını çıkardılar. Neymiş bir sürü yasa değişecekmiş. Uyum sağlayacakmışız. Hey gidi Osmanlı, kemikleri sızlıyordur şimdi. Onlar bize değil de biz onlara uyum sağlayacağız öyle mi? Bir de AİHM’nin verdiği tazminat cezalarını bize ödettireceklermiş. Gafletin bu kadarı fazla artık. Bu vatan hainliği değil de nedir? Biz bir yerde bunca yıldır bu vatanı korumak için canı pahasına çalışan kol emekçileriyiz. Kolay mı yüz binlerce insani sorguya çekmek, kolay mı onca insanı dövmek, falakaya yatırmak, askıya çekmek, elektrik vermek. Bu bir uzmanlık işi ve bizi konularda uzmanlaştırdılar. Pis ve ağır işleri bunca yıl bize yaptırın, sonra da karşımıza geçip “tazminatları siz ödeyeceksiniz” deyin. Yağma yok. Bizi öyle tepe tepe kullanıp bir kenara atamazsınız. Bu işin artık çivisi çıkmış durumda ve bir şeyler yapmamız gerekiyor. Birleşmemiz, örgütlenmemiz gerekiyor. Bu gaflet ve delalet haline son vermenin zamanı geldi de geçiyor. Devleti için işkence yapanların mağdûr edilmeleri kabul edilemez. Asıl işkence mağdûrları biziz, bizim haklarımızı savunan bir derneğe ihtiyacımız var. Acil bir plan yapmamız lazım. Bu plan dahilinde kimi önemli noktaları değerlendirmenize sunmak istiyorum:
1. Derneği acilen kurmamız gerekiyor. Adımız gayet haklı bir şekilde “İşkence Mağdurları Derneği” olabilir. Bu yeni yasa önerisinden mağdur olma ihtimali olan arkadaşlarımızı teşkilat ayrımı gözetmeden dernek çatısı altında birleştirmeliyiz. Buna ek olarak, bizim aramızdan yetişip yüksek mevkilere ulaşmış, ama hâlâ gayet iyi ilişkiler içinde olduğumuz ağabeylerimize de üyelik teklifi götürmeliyiz. Onlardan ne kadar çoğunu aramıza katabilirsek devlet içindeki gücümüz o kadar çok olur.
2. Başkan olarak, hâlâ milletvekili olan eski bir bakan ağabeyimizi ya da önemli bir şehrin valisini düşünebiliriz. Bize bunca kol kanat gerdiler, bir dediğimizi iki etmediler, böyle bir öneriyi reddedeceklerini sanmam.
3. Acilen bir iç ve dış düşmanlar listesi hazırlamalı ve bunların niyetleriyle birlikte devletin ilgili mercilerine ve toplumumuza sunmalıyız. İç düşmanlar arasında malum sözde insan hakları örgütlerine ve Sema Pişkinsüt’e üst sıralarda yer vermeliyiz. Dış düşmanların başında da günümüz koşullarına uygun olarak AİHM ve AB gelmeli.
4. Bir önceki maddede sıralayacağımız düşmanların ne kadar tehlikeli olduklarını devletimize ve halkımıza gösterebilmek için halihazırda elimizin altında bulunan bilumum propaganda ve provokasyon faaliyetlerinden yararlanmalıyız.
5. Daha sonra geleneklerimize dönüş anlamına gelecek olan, vatandaşlarımızın AİHM’ye başvuru hakkını kaldırmak hedefi güden yaygın bir kampanya düzenlemeliyiz.
6. İkinci büyük kampanyamız da AB’nin bünyemize uygun bir yapı olmadığı yönünde olmalı.
7. Bunda tam başarılı olamazsak Kopenhag Kriterleri yerine halihazırda tıkır tıkır işleyen Susurluk kriterlerinin kabul edilmesini sağlamaya çalışmalıyız.
8. Bunda da başarılı olamazsak, artık günah bizden gidiyor, tazminat yükünü büyük ölçüde hafifletebilmek için tazminatları aslında kimlerin ödemesi gerektiğini açıklamak zorunda kalabiliriz. Belki de bu yöntemi, başka yollar kullanmak gerekmedikçe ihsas ettirmek yoluyla daha önceki plan basamaklarında başarı şansımızı arttırmak için de kullanabiliriz. Bu konuyu iyice bir tartmak lazım.
9. Eğer buraya kadar önerilen hiçbir noktada başarı sağlayamazsak, yapacak tek şeyimiz bizi şimdiye kadar belli bir alanda uzmanlaştıran ve elimizden başka bir iş gelmez hale getiren devletimizden üyelerimize ücretsiz yeni meslek edindirme kursları veya ucuz esnaf kredisi verilmesini talep etmeliyiz. Ayrıca tabiî ki kariyerlerinde ruhen yıpranmış olan üyelerimiz için ücretsiz rehabilitasyon programlarını da gündemimize almalıyız. Hattâ iş bu noktaya gelirse devletten üyelerimiz için “meslek nedeniyle yıpranma tazminatı” talep etmeyi de düşünebiliriz. Kabul etmezlerse ne yapalım biz de AİHM’ye gideriz.
Fikirlerinizi bekliyorum. Zaman yok, acele edin.