Bu seferinde de seyredersek azar azar, gün gün ölüme gidişlerini insanların;
Kendimizi kayıtsızlık olduğuna inandırdığımız hali, meğer ki vahşete suç ortaklığı yapmış olmaktan ayıracak hiçbir çizgi bulunmadığının farkına; o meşum ölüm haberleri ulaşmaya başladığında, ancak o zaman, altmışıncı, yetmişinci günlerde demek ki, ne etsek savuşturamayacağımız iç sıkıntılarımızla varırsak yine;
Duvarların ardında, başka hiçbir çarenin zaten olmadığı o demir kapıların gerisinde ölüme yatmış bedenler, ölüm bile değil üstelik, eriyerek yok olurken; acının/merhametin hiçbir türünün ilişmediği, asla yakışmayacağı da, o zalim suratları ve pozlarıyla boy gösterip, bizlere bir kez daha ‘yüksek güvenlik standartlarından’, ‘Avrupa/Amerika’daki koşullardan’, ‘kurallardan, tüzüklerden’ bahsetmelerine izin verirsek;
O zaman kazara kalbimize dokunduğumuzda elimize gelecek olan, insana has bir ruhun, vicdanın zedelenmiş sertliği değil, vahşi bir hayvandan arta kalmış soğuk, ürpertici katılık olacaktır.
Artık inanmayacak mıyız yoksa bir iyilik taşıdığımıza içimizde? Bir şansımız olduğuna... Tümüyle arınmak için bunca zulüm karşısında sergileye geldiğimiz o hoyrat suskunluğun ağırlığından?
Ama eğer inanmaktan vazgeçersek kendimize, iyiliğin ülkesine sahip çıkma kapasitemize, bizleri başkalarının hayatlarından da sorumlu tutan bir ahlâkın özneleri olduğumuza, ne kalır ki geriye bizlerden?
Herhangi bir eylemde bulunurken, davranışlarımızı düzenlerken bizleri harekete geçiren gücün, kendimizi bağlı/tâbi saydığımız normların bütünüyle kendi öz-çıkarlarımıza indirgenemeyeceğine, daima bir fazlalığın/artığın bulunduğuna inanmamızı durmaksızın engelleyen nedir ki?
Söz konusu o fazlalığın başkaları karşısındaki sorumluluklarımız ve ödevlerimiz alanına ait olduğuna ikna olmaktan alıkoyup, bizleri habire bireysel hazların ve kazançların hesabını tutmaya yarayan bir ahlâkın inşâsı peşinde nafile bir uğraşa gark eden iblise dur diyememek neden bu denli zor olsun ki?
Bunun için kendi varlığımızda keşfedeceğimiz yeterince kaynak orada dururken, yerine göre ilahi ya da dünyevi, ulaşılmaz kıldığımız otoritelere teslim olarak, onların ‘yüceliklerinin’ gölgesine sığınarak daha ne kadar alçalabiliriz ki?
Kendimizi aşağılayarak ve silerek başlarsak, inanmak için geride ne bulacağımızı sanıyoruz? İnanç böylece çekilirse hayatımızdan, inancın işlevleri yok olursa, hem algıladığımız dünyaya ilişkin aşinalık duygusunu, hem de benliğimizin sürekliliğine ilişkin kesinlik duygumuzu muhafaza edemeyiz artık. Dış gerçeklikten de, ruhsal gerçekliğimizden de koparız o zaman. Her şeyin mümkün olduğu, ama aynı zamanda hiçbir şeyin olası olmadığı o devasa boşluğu dolduracak hezeyanların pençesine düşmekten başka seçeneğimiz kalmaz.
Belki de alçakça ezilmiş, çiğnenmiş hayatlarımız suçluluk hissi uyandıracak hiçbir hatırayı, hiçbir olayı, yaşantıyı, ilişkiyi kaldıramaz hale düştü ve biz acınası bir telaşla derhal oradan uzaklaşıyoruz.
Bu yüzden her şeye kapattık belki de gözlerimizi. Piyasanın, her gün, her türlü odaktan tek geçerli ve mümkün nesne olarak sunulan piyasa ilişkilerinin, sefil kapitalist hayat tarzının kışkırttığı arzular ve o arzuların tatminine yönelik vaatler ortamının baştan çıkarıcılığı ve ağırlığı altında, o arzuların peşi sıra sürüklenirken; ihmal ettiğimiz ve ertelediğimiz sorumluluklarımız ve ödevlerimizin boşalttığı yarığın varlığını duyuracak hiçbir şeye tahammül edemiyoruz. O yarıktan neşet edecek bir suçluluğa kalplerimiz dayanmaz sanıyoruz.
Bir farkedebilsek sandığımızdan daha ahlâklı olabileceğimizi... Doğrunun pekala bizim iyimizin bileşeni olabileceğine bir inanabilsek, cesaret edebilsek buna...
Vahşetin tam ortasındayken bile, her türlü sorumluluk, hassasiyet ve bedelden sıyrılabilmek için bir mazeret uydurma niyeti taşıyanları saymazsak eğer, diğerleri, hepimiz; insanlığın, insanlık onurunun, vicdanın, ahlâkın mertebesinde kalmak istiyorsak... Hepsi bu aslında.