Cumhurbaşkanı ile YÖK arasında patlak veren rektör atama listesi krizi, bir ara çözüm bulunarak atlatılsa bile, YÖK dosyası, bu kurumun oluşturuluş mantığını savunanların öngörmediği bir gelişmenin sonucu olarak açılmış bulunuyor.
12 Eylül rejiminin ve 1982 Anayasası’nın zihniyetini en açık yansıtan kurumların başında gelen YÖK, kamuoyundan ve üniversite içinden kendisine yöneltilecek muhalefete, kaldırılma veya köklü biçimde değiştirilme taleplerine karşı hazırlıklı ve sırtını “devlet”e dayayarak tahkimatını yapmış idi. “Devlet”i yani askerî-bürokratik iktidarı sahne ışıkları altında temsil eden, onun yansıtıcısı rolünü de üstlenen Cumhurbaşkanlığı makamının bu tür talepler karşısında YÖK’ün arkasında duracağı, böylece YÖK’e muhalefetin devlete muhalefet pozisyonuna itileceği için kolayca püskürtüleceği, caydırılacağı varsayılmış oluyordu. Oysa şimdi Cumhurbaşkanı, bizzat kendisi YÖK’ü eleştirip YÖK’ü biçimlendiren anti-demokratik zihniyeti kabul edilemez sayarak YÖK tahkimatının en kritik noktasında ciddi gedik açmış olmaktadır. Cumhurbaşkanı YÖK’ün bu uygulamasının kanun ve tüzüklere uygun olduğunu bilmekte, o nedenle de bizzat YÖK yasasının anti-demokratik olduğunu gündeme getirmek için YÖK’ün rektör atama listesini iade etmek gibi bir “jest” yapmaktadır.
Şüphesiz bu jestin muhatabı parlamentodur. En azından demokratik duyarlılığı olan bir hukuk adamı kimliği bilinerek onu Cumhurbaşkanı seçmiş olan parlamento, onun bu kimliğine sadık kaldığı sürece “devlet”e egemen zihniyetle sık sık çelişkiye düşebileceğini kestirmemiş olamaz. YÖK listesinin iadesi bu potansiyel çelişkinin ilk spektaküler tezahürüdür. Gerçi bu liste sorununda parlamentonun, partilerin ve hükümetin doğrudan tavır almak, taraf olmak zorunlulukları yoktur. Ama Cumhurbaşkanının YÖK yasası dahil, 12 Eylül rejiminin yasalarına anayasal statü veren ünlü 15. maddenin iptaline davetiye çıkaran bu jestine nasıl cevap verecekleri kritik önemde bir noktadır. Partiler, bu türden jestleri ile sonuç alabildiği takdirde, şimdilik sahip olmadığı bir siyasal prestij ve ağırlık edinecek ve bu ağırlığını demokratikleşme yönündeki girişimler lehine kullanacak bir Cumhurbaşkanı istiyorlar mı? Yoksa Cumhurbaşkanı makamı ile devlet arasında “YÖK listesini iade” gibi jestlerle doğacak soğukluğu, “askerî-bürokratik iktidar”ın 28 Şubat süreci ile artan payını “sivil iktidar” lehine azaltabilmek için bir koz olarak kullanmakla sınırlı güdük bir amaçla mı yetinecekler?
Türkiye’de mevcut başlıca partilerden hiçbirinin, -arada bir demokratik çıkışlar yapıyorlarsa da- büyük sermaye örgütlerinin ve büyük medyanın, eksiksiz bir demokratikleşme için ne inanç ve kararlılığı ne de prestij ve toplumsal desteği vardır. O nedenle önümüzdeki aylarda buralardan doğabilecek bir inisyatifle -AB’ye aday üyeliğin de zorunlu kıldığı- bir demokratikleşme atağı beklemek “gerçekçi” değildir. Ama buna mukabil önümüzdeki aylarda otoriter, devletçi ve demokrasiye -açıkça karşı çıkamadığı için- şüpheli gözlerle bakan eğilim sahipleri “koalisyonu”nun milliyetçi temalarla sarmalanmış bir atağını -değilse bile gözdağı verme operasyonunu- bekleyebiliriz. Daha ziyade AB’nin aday üyelik protokolü dahilindeki -milliyetçi demagojiye müsait- bir talep vesilesiyle harekete geçirileceğini tahmin edebileceğimiz böylesi bir güç gösterisi, AB’ye üyelik ve demokratikleşme süreçlerini kesmekten çok, yavaşlatmaya dönük bir dozda yürütülebilir. Çünkü bu ülkede nasıl, eksiksiz bir demokratikleşmeyi savunan güçlü bir toplumsal irade, hareket veya blok yok ise, böyle görünen unsurların çoğu ya milliyetçiliğin, ya otoriter devletçiliğin direnciyle karşılaşacakları noktalarda geri çekiliyor, tavizkâr bir dile sığınıyorlarsa; otoriter, devletçi ve demokrasiden hazzetmeyen cenahta da bu görüşlerin açıkça savunusunu yapanlar azınlıktadır. Çoğunluk ise demokrasi karşıtlığını dile getirmekten kaçınan ya da otoritarizm ve kutsal devlet yanlılığını sergilerken bile bazı rezervler koymayı ihmal etmeyen bir eklektisizmin değişik türlerine mensuptur.
Dar görüşlülüğün ve çıkar hesaplarının, kısa vade perspektifleriyle tespit edilmiş küçük adımlar atmaya matûf manevraların ve pazarlıkçı tutumların egemenliğini davet eden bu omurgasız, “asabiye” yoksunu, amorf cepheleşme hali, Türkiye’nin ne yöne gideceğini belirleyecek, risklerini, bedellerini bilip göze alarak gerçek, net bir seçim yapacak bir iradenin ortaya konulmasını önlüyor.
O nedenle, örneğin Kürtçe eğitim, radyo ve televizyonun serbest olmasında herhangi bir beis görmeyen bu konudaki yasağın demokrasi ve insan hakları ile uyuşamaz olduğuna inanan demokratikleşme yanlısı “cephe”, AB temsilcilerinin hükümetten bu yönde adım atılmasını resmen istediklerine dair bir rivayet çıktığında; “biz de aynı görüşteyiz, bunu doğal ve gerekli buluyoruz” diye açıkça tavır belirtmek yerine, karşı cephenin milliyetçilik yüklü ithamlarını göğüslemekten çekinerek, AB temsilcilerinin öyle bir talepte bulunmadıklarını ispat telaşına kapılabiliyorlar. Oysa herkes farkındadır ki; “Kürt sorunu”nda olduğu gibi “Kıbrıs sorunu”nda demokrasinin gerekleri doğrultusunda bir çözümün milliyetçi hassasiyetlerle uyuşması, milliyetçiliği tatmin edecek bir çözümün demokratik ilke ve değerleri çiğnememesi mümkün değildir. Tıpkı insan haklarını ciddi bir güvenceye kavuşturacak bir düzenlemenin “devlet” ve güvenlik kuvvetlerindeki yerleşik anlayış ve uygulamaya esaslı biçimde “dokunmaksızın” mümkün olamayacağı gibi.
Türkiye, sorunlarına ilişkin pratik çözümler, önlem ve düzenlemeleri tartışmadan önce, bütün bu tartışmalarda hangi değer ve kıstasların referans alınması gerektiğini, bunların öncelik sırasını tartışmak zorundadır. Mümkün iki çözümün önerilebildiği bir durumda, bunlardan birinin demokrasi ilkelerini ihlâl eder, ötekinin diyelim milliyetçi hassasiyetlere aykırı mahiyette olması halinde, hangisinden yana tavır koyacağını belirlemeye, kendince bir değerler sıralaması yapmaya çağrılmalıdır her yurttaş.
Bu çağrıyı siyasal partilerden beklemek hem gerekmez hem de onu etkisiz, cevapsız kalmaya mahkûm etmek olur. Bu tür çağrıları yapması kanıksanmış kuruluşlardan gelecek bir girişimin de benzer bir sonuçla karşılaşması pek muhtemeldir.
Uzun yıllardır kitlesel bir tavır alışına, öne çıkışına tanık olmadığımız üniversitelerden böylesi bir inisyatif doğabilir mi?
Bunun muhtemel ve mümkün olduğunu söyletecek somut belirtiler fazla değil. Ancak, Türkiye’nin tarihsel önemde kararların arefesinde, ülkenin orta ve uzun vadede kaderinin, geleceğinin belirleneceği böyle bir kavşakta oluşu, hayatlarının büyük kısmını o gelecekte yaşayacak, daha şimdiden o gelecek için nasıl, neye göre hazırlanması gerektiği sonucu ile kuşatılmış olan yüzbinlerce genç insanın, onyıllardır içine itildikleri atalet çemberinden, sinmişlik havasından sıyrılmaları için bir silkinme ihtiyacı yaratabilir. Ortada bunun görünür alametlerinin olmayışı, bu ihtimalin zayıflığının değil, aksine güçlülüğünün kanıtı olabilir. Çünkü, büyük soluklu gençlik-öğrenci hareketlerinin bir özelliği, ani ve hızla yaygınlaşarak ortaya çıkmaları ise, bir diğer özelliği de, gerilerinde uzun bir sessizlik, kayıtsızlık ya da kendi içine kapanış döneminin oluşudur. Gençliğin daha sonra ani ve kolay yayılabilen bir “patlama”yla dışa vuracak enerjisi, bir önceki kuşağın kendi etrafına ördüğü veya bir sindirme politikası ile örülen, o sessizleşme, kayıtsızlık yansıtan duvarların gerisinde birikir.
Bu bakımdan şu andaki gençliğin verdiği görüntüye aldanmamak gerekir. Öte yandan muhtemel bir gençlik/öğrenci hareketinin beklenip beklenemeyeceğini araştırırken, daha önceki gençlik/öğrenci hareketlerinin gelişini haber veren belirtilerin olup olmadığına göre hüküm vermek gayet yanıltıcı olabilir. Dünyada ve Türkiye’de örneğin 1960 ve ’70’leri belirleyen koşulların ve çerçevelerin radikal biçimde değiştiği, yepyeni dinamiklerin yepyeni sorunlar yaratarak devreye girdiği,yeni bir çağın başladığı unutulmamalıdır. Bu yeni çağda, her hareketten daha fazla, bir gençlik öğrenci hareketinin geçmişteki aynı adı taşıyan hareket kalıplarının çok dışında, kendi tarzını oluşturarak gelişmesi beklenmelidir.
Türkiye’de gençliğin, ilk planda da yüksek öğrenim gençliğinin büyük kitlesiyle sığ bir kültür ve varoluş tarzına, toplumsal kaygı ve sorumluluklara aldırmaz bir kariyer ve “başarı” mantığına, özgüven kırılmasını perdeleyen muhafazakârlaşma kanallarına itilmesi veya sığınmasında 12 Eylül rejiminin ve yerleştirdiği kurum ve uygulamaların rolü şüphesiz tartışılmaz önemde bir faktördür. Özellikle gençliğe karşı ve onu belini doğrultamayacak biçimde ezmek için düşünülmüş bütün bu tedbirler ağı, eksiksiz bir kıyıcılıkla işletilerek, 1970’lerin fırtınalarında enerji ve umudunu tüketmiş Türkiye toplumunda da gençliğe şüpheyle, potansiyel tehlike olarak bakan bir anlayışın yaygınlaşmasını başarmıştır.
Ancak, yalnızca Türkiye’de değil, tüm dünyada da -yerel ve kısa ömürlü olanlarını saymazsak- yirmi yılı aşkındır, gençlik/öğrenci gençlik kitlesinin benzer bir görünüm verdiği gözönüne alınırsa; bu durgunlaşmanın her topluma özel birtakım nedenlerden ziyade, genel bir nedene bağlı olduğunu düşünmek çok daha doğru ve verimli bir yaklaşım olur. Bu durumda, yaşadığımız ve hâlâ hangi sıfatla nitelememiz gerektiğine karar veremediğimiz, her biri başlı başına birer devrim olan gelişmelerle yüklü bu çağ dönümü sürecinde, bütün bu gelişmelerin eski cevapları kadük ve yetersiz kılan sorular ve sorunlar doğurduğu bu karmaşada, ayırdedici özelliği net, inanç, iddia ve güven yüklü bir perspektif sunmak olan gençlik hareketinin bu özelliğine uygun bir yol bulmakta zorlandığı için suskunluğa gömüldüğünü düşünmek gerekir. Olguların ve sorunların yeniliği, karmaşıklığı ve bunlar hakkında güven ve inançla konuşabilmek için onlarla yaşamaya “alışma”nın önkoşul olduğu ve bu önkoşulun gerçekleşmesi için zamanın gerektiği dikkate alınırsa, tüm dünyada gençlik/öğrenci hareketlerinin bu görece hayli uzun süren suskunlaşma döneminin pekâlâ bir “alışma” önkoşulların oluşma süreci olarak yorumlanabileceği sonucunu çıkarabiliriz.
Ama galiba bu sürecin de sonuna geldiğini söyleyebilecek noktadayız. Çünkü 1980’lerin yani söz konusu gelişmeler, yeni olgu ve sorunlar devreye girerken doğan, onlarla birlikte büyüyen ilk kuşaklar gençlik kitlesine katılmaktadır artık.
Bu kuşağın, özellikle de onların geleceğe daha bir özgüvenle bakabilmesini sağlayacak niteliklere, donanıma sahip olduklarının ilk kanıtını, ülkenin “seçkin üniversiteleri”ni kazanarak vermiş olan kesiminin nasıl davranacağına bilhassa bakmak gerekiyor. Bu kesimin şimdiden eşiğinden içeri girmiş sayılabilecekleri toplumun “ayrıcalıklılar” sınıfındaki yerlerini yükseltmek ve pekiştirmekten başka bir şey düşünmeyen bir kast mantığına saplanmaları da mümkündür ve zaten YÖK ve üniversite yöneticileri, onlara öteki üniversite ve öğrencilerine tanınmayan bir özgürlük ve rahatlık ortamı sunarak hem bu mantığa kapılmalarını hem de kendilerini “sıradan üniversite” ve öğrencilerden yalıtmalarını teşvik etmektedir.
Ama bu “seçkin üniversiteler” ve öğrencileri, ayrıcalıklı durum ve konumlarının kaynağı ve “getirisi” olan bilgi, beceri ve özgürlüklerini, yani paylaşıldığında eksilmeyen, aksine çoğalan bu değer ve nitelikleri, onları edinmekten şu veya bu şekilde yoksun bırakılmış olanlarla paylaşabilmelerine imkân ve kanal da açacak bir girişimin başlatıcısı da olabilirler. İlgi ve arayışlarını kendi ikbal ve istikballerine değil, içinde yaşadıkları toplumun kaderine yönelterek, adalarının dışına taşmaları, insan, yurttaş ve öğrenci olarak ortak yaşadığımız sorunlar üstüne bir diyaloğu taze bir dil ve heyecanla başlatmaları halinde, ya da bu yönde inisyatiflere kitlesel bir destek ve katılımla cevap verdiklerinde, Türkiye’de gerçekten eskisi gibi olmayacak bir dönem açılmış demektir.