ŞİMDİKİ ZAMANDA SÜRÜKLENEN ADA
Normandiya Çıkartması’nda kullanılmış bir araba vapuru, garip taş dokuya “zoom” etkisi yaratacak şekilde yaklaşıyor. Bulunduğumuz yerden arabaların giriş çıkış yeri bir kamera gibi algılanmakta. Derken kadraja küçük bir liman giriyor. Çıkışa doğru hareket ediyoruz. Aynı anda, adayı ziyaret etmekte olan Fener Patriki, siyah cüppesinin etekleri uçuşarak vapurun merdivenlerinden iniyor. İskelede küçük bir grup insan; Patrik’in karşılayıcıları; yaşlıca biri elinde, rüzgârdan kulağı düşmüş bir pankart tutuyor. Onları ardımızda bırakıp, Tepeköy’e doğru yol alıyoruz. Tepeköy; bu insansız bırakılmış topraklara kimbilir kimin uygun gördüğü yakıştırma adlardan biri. Eskiden kalabalık bir nüfusun yaşadığı bu köyde, kışın ancak 28 kişi kalıyormuş. Meydanı, yüksek tavanlı, geniş pencereli kahvesi; kahvenin camında, beyaz badanayla boyalı tenekelere dikilmiş sardunyalarıyla, tipik bir Akdeniz köyü. Sanki Sicilya. Baştan aşağı siyahlar giyinmiş, çok yaşlı kadınlar, uzun siyah çoraplarını pantalonlarını da içine alacak şekilde dizlerinin altına kadar çekmiş çok yaşlı adamlar... Gördüklerimizin hep aynı kişiler olduğunu farkediyoruz; ağır adımlar, donuk, kuşkulu bakışlarla görünüp kayboluyorlar. Aynı mekânda bulunup aynı havayı solumayan benzersiz yaratıklar gibi birbirimizin yanından geçiyoruz. Meydanda, yaşlıca, patileri benekli bir köpek; sokaklarda başıboş oynayıp zıplayan koyunlar, kuzular; tavuklardan cemaatiyle bir sığır... Adanın bütün güzelliğine rağmen hafif hafif esen rüzgârda kesif bir tekinsizlik kokusu; adeta bilinçsizce, hayvani bir sezgiyle hissediliveren. Bu rüzgârın ne söylediğini anlamak için belki de henüz erken. Saklanan sesleri duymak için sessizliğe kulak kabartıyoruz. Issız köy yollarında yanımızdan geçen yakın ve uzak geçmişin hayaletleri... Gece, çok yıldızlı gözyüzüne bakıp, bu manzarayı seyretmiş bütün insanları düşünüyorum. Ve o ilk yıldızlı gecede anlıyorum ki, kötü bir büyüyle şimdiki zamana hapsedilmiş bu adada, yalnız geçmiş değil, gelecek de kaybedilmiş.
DEREKÖY
Dereköy, adanın en büyük köyü. Vaktiyle 2 bin hanenin halkını barındırırmış. Şimdi nüfusu 30-40 kişi kadar. Köy ahalisi, özellikle Kıbrıs olaylarından sonra Yunanistan’a göçmüş. Köyde gezerken peşimize takılan henüz 14 yaşındaki bir Türk çocuğu, yüzünde o yaştakilere özgü çizgisiz zalimlikle, en azından onun zihninde yer tutan tarihi önümüze seriveriyor. Yanında 9-11 yaşlarında birkaç Türk çocuğu daha... Oğlan, sanki kurulmuş gibi Türk çocuklarını yakan yaşlı Rum kadınlarından, yetkililerce salınan yarı açık cezaevindeki mahkûmların nasıl Rum kadınlarının ırzına geçtiğinden sözetmeye başlıyor. Anlattığına göre, çocukları yakan yaşlı Rum kadını da eviyle birlikte ateşe verilmiş. Irza geçme, ateşe verme kelimelerini telaffuz ederken, yüzünün hiçbir anlam değişikliğine uğramadığına dikkat ediyorum. Kullandığı kelimeler adeta anlamlarından sıyrılmış. Onun gözünde kötülerin cezasını bulduğu bir masal bu; bir varmış bir yokmuş zamanında geçen ve hızla, kelimeleri seçmeden duraklamadan hep o gülümsemeyle anlattığı... Hafızasında derme çatma bir yer tutan bu korkunç hikâyelerin, daha sonra neye dönüşeceğini bilmek zor. Zalimane ifadesinin altında küçük bir insan yüzü belirip kayboluyor...
Dereköy kilisesi, hâlâ ayakta olmasını, Ada’nın tarihiyle açıklanabilecek bir direnme halinin yanısıra Ortodoksların, kilise ayinlerine verdiği öneme borçlu. Bu küçücük, fakir kilisenin gösterişli ikonaları, pırıl pırıl parlatılmış gümüş işlemelerini, savaşta ordusunu kaybetmiş bir komutanın üniforması gibi taşıyorlar; mağrur generalin, soytarıya dönüşmesine ramak kala, o upuzun anda asılı kalmışçasına...
Patrik, ayin için, Dereköy kilisesine girerken, ihtiyar Rumlardan oluşan on- on beş kişilik cemaat, dini liderlerini selamlamak üzere ağır ağır kilise kapısına ilerliyor. 2000 hanelik köyden arta kalan bu küçük topluluk, Patrik’i hâlâ bakımlı olan bahçelerinden topladıkları bir demet çiçekle selamlıyor. Yaşlı zangocun ipine asıldığı çan, sanki son nefesini vermeden bütün maharetini göstermek istermişçesine, gayretle çalıyor.
Kilisenin bahçe duvarının inşaatını yapan ve varlıklarının giderek mafioza bir hal aldığı söylenen Kürt ameleler sırtlarını duvara dayayarak, siyah cüppesinin içindeki Patrik’e yol veriyor. Yüzlerinde herhangi bir anlam yok. Çizgilerinde sert koşullar ve ekmek derdi... Patrik, güzel sesiyle, o etkileyici Ortodoks ilahilerini okuyor. Küçük cemaatin arasına karışıp, dinliyoruz. Havada Doğu kilisesine özgü mistisizm; aynı ilahide sarmaş dolaş Bizans ve Osmanlı. Bizimle beraber kiliseye giren ve ayini izleyen dört çocuk, herkesin paçasını ısırmaya hazır köpek yavruları gibi saldırgan, kilisenin içinde dönüp duruyorlar. Özellikle dokuz yaşında olanında az önce dinlediğimiz hikâyeden beslenen vahşi bir hayvanın huzursuzluğu seziliyor. Kızamıyorum, seyrediyorum, ve hepimizi bu toprakların hikâyelerinden arındıracak bir yağmurun yağmasını bekliyorum.
Yüzümüze kötü bir rüzgâr gibi çarpan, adanın gönülsüz halkından birinin sansürsüz muhayyilesi, özellikle bir kötülük barındırmayan sade, çocuksu, bu nedenle korkunç. Ertesi gün yine Dereköy’den geçtiğimizde bu çocuklar bizi hatırlamıyor.
Bir masaldan fırlamış gibi çoğu tek katlı taş evlerin, yabani bitkiler, orada burada bitivermiş çicekler arasında kaybolduğu bir yer burası.
Ne yazık ki, taş duvarların arkasındaki serin odalarda, bir öpücükle uyandırılmayı bekleyen genç, güzel bir kız yatmıyor; hani uyanınca hayatın da bütün ahengi ve renkleriyle birden canlanıvereceği...
Yine de köy, her şeyiyle, sonsuza kadar sürecek bir uykuya yatmış gibi. Büyülü bir öpücükle uyandırılmayı umut edemeyecek kadar yaşlı Dereköy; çocuk seslerinden, gençlerin gülüşmelerinden, günlük kavgalardan, itişip kakışmalardan, pencere aşklarından, annelerin sevgi dolu azarlarından yoksun bırakılmış. Yanında on -on iki tane civciviyle bir tavuk, bunu iyice kafamıza sokmak istermişcesine, aralarından otların fışkırdığı taş sokaklarda korkusuzca dolaşıyor.
ZEYTİNLİ
Zeytinli, gördüğümüz diğer köylerden daha bakımlı. Patrik’in de bu köyden olduğu söyleniyor. Evlerin bahçe kapılarında Ortodoksların, ikonalar gibi meraklı olduğu haçlar... Köy meydanındaki güzel fakat medyatik kahve, bizimle aynı anda orada bulunan kalabalık bir gazeteci grubunun akınına uğruyor. Bu kısa ziyaretlerini tatille mi habercilikle mi geçirecekleri bilememenin gerginliğiyle heryere girip çıkıyorlar. Kısacık bir zamanda bütün duyguları tatmak, her şeyi görmek, her şeyi tüketmek istiyorlar. Hepsi çok gençler. “İçinde yaşadıkları zamanın kamusal geçmişiyle her türlü organik bağdan yoksun, bir tür sürekli şimdiki zaman içinde yetişmiş” (Hobsbawm) bu genç erkekler ve kadınlar, görünürdeki bütün iyi niyetlerine rağmen, bulundukları yeri gerçekten görmelerini sağlayacak bellek ve tarih duygusundan tümüyle yoksunlar. Heryerde yalnızca kendilerinden yansıyanı görüyorlar. Bir hayalet ordu gibi, hiçbir şeye dokunmadan geçip gidiyorlar. Arkalarında cevapsız sorular, kirli tabaklar, boş bardaklar bırakıyorlar, yüzlerinde belirgin bir memnuniyet ifadesi...
Zeytinli’de yaz -kış yaşayan nüfus çok az, 25-30 kişi. Tenha sokaklarda, yaşlıların bir bastonla desteklenen ağır, ayak sesleri. Gözlerinde çok kısa bir zaman önce zulümle karşılaşmış insanlara özgü koyuluk. Burası da Dereköy gibi çocuksuz, gençsiz yani geleceksiz. Adanın özellikle Rum yerleşimlerine hemen solunuveren hüznü veren işte bu soyu tükenmişlik hali. Kıbrıslı Türklerin Girne (Kyrenia) için söyledikleri bir şarkının sözleri aşağı yukarı şöyle: Eğer Girne’ye gelirsen duvarları aşma;duvarları aşarsan, uzun süre kalma; uzun süre kalırsan, evlenme; evlenirsen çocuk sahibi olma. (aktaran Durrell)
Köyün kahvesinde, duvarlara asılıp sararmış kağıtların arasında, yeni tarihli bir resmî duyuru gözümüze çarpıyor. Okuyabilmek için hemen yanına asılmış eski bir kasketi kaldırmamız gerekiyor. Kâğıtta, köy sakinlerinin yeniden tapu alabilmek için evlerinde hazır bulunup, memurlara gerekli belgeleri göstermeleri gerektiği yazılı. Evlerin, meşru sahiplerinin elinden alınması anlamına gelen bu operasyon gerçekleşirse, Zeytinli ve diğer eski Rum yerleşimleri, birilerinin uzaktaki köyü bile olmayacak artık.
Dereköy’ünkinden daha bakımlı görünen Zeytinli kilisesinin önündeki meydanda bir Atatürk büstü ile köyün maskotu haline gelmiş, herkesin çok sevdiği zihinsel özürlü Andon’un mezarı var. Yani Zeytinli’de deyim yerindeyse köyün delisine anıt mezar inşa edilmiş. Hangi yazar, bu gerçeküstü tabloya böylesine uygun, böylesine hazin, böylesine sevimli bir ayrıntıyı yaratacak kadar yeteneklidir?
GÜNLÜK CİNAYET HAVASI
Çok az şey, insanda bu denli hızlı bir yabancılaşma yaratır. İmroz’daki Devlet köyleri, ismine yaraşır bir devlet dairesi ruhsuzluğunda. Tek düze evler, aynı renk badanalar, simetrik binalar, paralel yollar, niye orda olduğuna mana veremeyen mutsuz insanlar. Ahali, bu simetrik yollarda, paralel sokaklarda bir labirentteki gibi kaybolmuş, sanki “vatandaşlık suçuyla” bir açık cezaevine konulmuş. İmroz, adadan sürülen Rum ahalinin vatanı olamadığı gibi, iskan edilmiş olan Türklerin de vatanı olamamış. Burası insansız toprak; kalp taşımayan beden...
İskan edilen Türkler, hâlâ geldikleri yerlerin kokusunu taşıyor. Adadaki yaşantılarını anlatırken kullandıkları kelimelerin hüzün uyandıran bir yükü var.
Adanın bu çoğu gönülsüz sakinleri, huyuna suyuna tamamen yabancı oldukları Rum komşularının yaratacağı bilinmez tehlikelere karşı güvenceyi, kendilerini ait hissetmedikleri bir çoğunluğun üyesi olmakta buluyor. Ada halkı birlikte dostluk içinde yaşasınlar diye değil düşman olsunlar diye seçilmiş neredeyse. Günün sevgisizlik ve hoşgörüsüzlük ortamında, adayı yakıp kavuracak yangın için yalnızca bir kıvılcım yeterli. Devlet köylerinin sakinleri, baraj için istimlak edilmiş bir köyden getirilen, hâlâ şaşkın Ispartalılar’ı bir yana; Iğdırlılar, Rizeliler, Bulgar göçmenleri. Bu kusursuz karışım hangi şeytani zekânın ürünü? Tekinsiz rüzgârın şifresi çözülüyor, “Büyük cinayetlere gebe, günlük cinayet havası...”(Bachmann)
Adada, kapatıldıktan sonra üst düzey adliye mensuplarının tatil yeri olarak kullanılan yarı- açık cezaevinin, kumarhane haline getirileceği söylentisi dolaşıyor. Türk ahali, yeni bir iş imkânı olarak gördüğü bu projeden memnun, diğerlerine zaten fikirlerini soran yok. Kumarhane, adalet, cezaevi, tatil kelimeleri durmadan ve delirtici bir sükunetle aynı cümle içinde kullanılıyor. Bu, ancak kelimelerin çağrışımlarını tümüyle kaybetmesiyle mümkün. Adayı akıllara zarar bir Disneyland’e çevirecek kumarhane projesinin, hangi cehennem yaratıklarını çekeceğini bilmek için kahin olmak gerekmiyor. Ve hiç şüphe yok, bu yeni istilacılar, soğuk demir kadar merhemetsiz olacak. İşte o zaman İmroz, ölü bir balık gibi, son bıçak darbelerine terkedecek kendisini.
PATRİK BATAN GÜNEŞİ KUTSUYOR
Son durağımız Kaleköy’ün tepesinde bir kale harabesi. Beraberimizdekiler, görünürdeki bir iki taşın altında çok önemli kalıntılar olduğundan sözediyor. Harabeye dikilmiş Türk Bayrağının zoraki nöbetini savuşturmaya çalışan askerler gibi sıkıntılı bir havası var. Can yakıcı dikenleri yararak tepeye tırmanıyoruz. Hepimizden önce tırmanan Patrik, denize bakarak bir ilahi okuyor. Vanlı bir aile, nefis deniz manzarasına sırtını dönmüş, en az deniz kadar güzel, geniş ovaları seyrediyor. İlahinin güneşle ilgili olduğunu söylüyorlar. Sözlerini anlamasam da hepimiz için iyi şeyler temenni ettiğini düşünüyorum. Yanımdaki, Patrik’in ilahi söylemesinin beklenmediğini, içinden geldiği için okuyuverdiğini söylüyor. “ Ne yazık ki masumiyet çoktan kaybedildi” diye cevap veriyorum içimden. Fotoğrafçılar bunu doğrulamak istercesine habire çalışıyor. Yanımdaki,“bu fotoğraflar çıkmazsa çok yazık olacak” diye mırıldanıyor yeniden. “Hangi fotoğraf “içten gelmeyi” anlatabilir ki” diyorum. Derken bu yorgun adada, zamanımıza ait değilmiş gibi görünen bu manzaranın üstüne güneş batıyor.
BU FİLMDE MUTLU SON, ÇOK ZORLAMA OLURDU
Patrik adadan ayrılırken, onu yok denecek kadar küçük bir cemaat geçiriyor. 15-16 yaşında zaping bilinçli Rum gençleri, yanlarından geçen bu ihtiyara pek fazla dikkat etmeden, itişip kakışarak vapura biniyorlar. Onlar da bütün yaşıtları gibi belleksiz bir sürekli şimdide, kablolu TV ve internet hatları arasında, bir olmayan ülkede yaşıyorlar. Öyleyse, bir iki konforsuz oteli, derme çatma lokantasıyla bu gösterişsiz, terkedilmiş ada, bu, diskosu bile olmayan konforsuz turizm beldesi, kulaklarına üflenen tarih, onlar için ne anlam ifade ediyor? Anlaşılan hoşgörüsüzlüğün ve zulmün olduğu kadar unutuluşun da kurbanı olan İmroz, herkes için bir sahte vatan; yakıştırma anayurt. Burada bütün ordular gönülsüz; herkes çoktan kaybedilmiş savaşların cengaveri...
Öyleyse, yaşlıların belleğinde ölümü bekleyen tarihin hükmü nedir? Kim sulayacak kurumuş bahçeleri, taş çamaşırhanelerde hangi kadınlar gülecek, ağaçların yaralarını kim saracak, ninelerin masallarını dinleyecek çocuklar hani?
Uzaklaşıyoruz. Artık geri alamayacağı şeyi kaybetmiş olan ada arkamızda kalıyor. Vapurun alt katında, tam önümde, camdan bir kuş, güneşin gözalıcı bir parlaklık verdiği kanatlarıyla dans ediyor. Neredeyse bilinçliymişçesine hareket ediyor cam kuş. Kanatları çok zarif, hareketleri nazlı, ne yazık ki uçamıyor. Cam kuşumun alalade bir jelatin parçasına dönüşmesini hüzünle seyrederken biri, bu gemiye sık sık eşlik eden yunusların bazen bir sürat teknesiyle yarıştıklarını ve hıza dayanamayıp sonunda öldüklerini söylüyor. İnsanlara daha çok yakışmaz mıydı bu ölüm?
“ Ve neyi kanıtlar ki yüreğin/ Bir rakkastır dünle yarın arasında/ sessiz ve yabancı/ ve ilan ettiği artık/kendi dökülüp gidişidir zamandan” (Bachmann)
KAYNAKÇA
Ingeborg Bachmann Bu Tufandan Sonra (Metis- Seçkiler)
Lawrence Durrell Bitter Lemons (Faber)
Eric Hobsbawm Kısa Yirminci Yüzyıl- (Sarmal)