“Bir toplum, ara sıra işlenen suçlardan değil, cezanın düzenli olarak uygulanmasından çok daha fazla yara alır.”
Oscar Wilde, Sosyalizm ve İnsan Ruhu
Kadıköy vapur iskelesinde jeton satın alanlardan para isteyen küçük, çoğu kez çok küçük çocuklar dolanıyor. Vapur saati yaklaştığında oyunu bırakıp, yüzlerine o acıklı hallerini takıp sıraya girenlerden para istiyorlar. İzleyenleri bile utandıracak bir biçimde “rıza”, “Allah”, “para” sözcüklerini söyleyerek, dilencilerin o iç bulandırıcı berbat tınılı konuşma müziğiyle para istiyorlar. Bir tanesi yaklaşıp, yüzüne öğrenilmiş acıklı biçimi verip “Abla 10 bin lira versene” diyor. Yalvarmaları devam ederken, yüzünde kurduğu acıklı atmosfer birden dağılıyor; onun yerine şaşkınlık ve merak geliyor. Dilenerek gelen bir başka çocuğa yaklaşıp, kolunu dürtükleyerek soruyor:
“Baksana. Biz seninle aynı hapishanede yatmıştık di mi?”
Belli ki ıslahevini kastediyor; yoksa “hortumlu” birkaç geceyi mi? Ne olursa olsun, diğeri o kadar da umursamadan başını sallıyor:
“Hı hı…”
İki çocuk, bu “sıradan” karşılaşmayı, bu “gündelik” tesadüfü fazla abartmadan, tekrar dilenmek için yüzlerine o biçimi takıp ayrılıyorlar. Henüz on ya da on bir yaşındalar ve her ikisi de belli ki “hapishane hatıratına” sahipler.
Ezcümle, Türkiye’de hangi tip cezaevi tercih edileceği, temel insan haklarının korunması bakımından olduğu kadar meselenin sanılandan çok daha kitlesel olması bakımından da önemli. Yani hangi tip cezaevinin tercih edileceği, bir bakıma Türkiye’de nasıl “yaşanacağı” sorununa “denk” geliyor- matematiksel terim olarak! Diğer yandan da aşağı yukarı herkes biliyor ki, Türkiye’de birkaç nesil için “adam olmanın” ön koşullarından biri de, gözaltına alınmış olmak, “işkence olmasa bile” en azından bir kez dayak yemiş olmak, “içeri girmek” ve bunu kendi hayatı içinde normalleştirebilmekti. Hâlâ da bir “rüşt ispatıdır” hapishane. Paparazzi programlarının birinde Kırkpınar güreşlerini izleyenlere yapılan “şaka”, bir anda insanlarının koluna kelepçeyi geçirmek ve neler olacağını izlemekti. Kimse “Neden?” diye sormadı. Ve kelepçelenen herkes cümleye “Abi!” diye başlıyordu. Tıpkı 12 Eylül sonrasında bir derginin İstiklal Caddesi’nde yaptığı kimlik kontrolü deneyi gibi. Türkiye’nin büyük bir hapishaneye dönüştüğü söylenen darbe döneminden bu yana değişen bir şey yoktur; hapishane, Türkiye’ye teşmil olmuştur! Belki de “alışkanlık” sonucu, hücre tipi cezaevi tartışmasında “kaale alınan” zevattan hiçkimse “Ne cezaevi kardeşim?” sorusunu akla getirmemiştir. Kapatılmak, hem de her bakımdan kapatılmak, sorgusuz sualsiz kabul edilir olmuştur. En acısı da, insan haklarının hukuki düzeyde gerçekleştirmek konusunda düşünebilecek bilgiye sahip hukukçuların bile bu konuyu “Hücre tipi olsun mu? Sarımsaklasak da mı saklasak?” düzeyinde ele almalarıdır. Oysa hapishane sadece insan bedeninin bir yere konulması, orada tutulmasından ibarettir. Kimse kabul etmiyor, ama bu zaten yeterince kötüdür. Daha fazla kapatılmak?
KAPATMAK! NE KADAR?
Burdur Cezaevi’nde mahkûmlar kendi kendilerini fotoğraflayıp Radikal gazetesine işkence belgelerini göndermişler. Bir türlü kontrol sağlanamadığı söylenen cezaevlerinde nasıl yüksek bir kontrolün sağlandığının belgesi olarak! Otoritenin dünyanın en zayıf yaratıklarından biri olan insan üzerinde yetinmek bilmeyen kendini ispatı, yeniden ve yeniden ispatının belgesi! Bu aciz yaratığı bir böcek gibi ezmek isteyişinin, ama henüz bunun için hukuki bir yol bulamamış olmasının belgesi! Hedef aldığı bireyleri öldürmek, hattâ onu tanıyanları da yok edip ya da hafızalarını silip söz konusu insanı dünyada hiç varolmamış hale getirmek isteyen otoritenin son çalışması!
Türkiye’de otorite, gelişmemiş, inceliksiz, kaba bir otoritedir. Halihazırda otoritenin şiddetini uygulayanlar, ABD’li abilerinden lüzum gördükçe ders almalarına rağmen, henüz yeterince eğitilmemiştir; hijyenik değildir. Bu yüzden kimi kez kendini haklı çıkarma, eserlerini ve yeteneklerini gizleme konusunda kifayetsiz kalabilmektedir. Burdur Cezaevi’nde olan da budur. Otorite, hesapsız ve pervasız bir “çocuk acımasızlığıyla” işlemiştir! Oyuncak bebeğin gözleri oyulurken kızgın şiş kullanmış, kötü yanık kokuları ister istemez etrafa yayılmıştır!
Çocuk acımasızlığının sonu yoktur, durduruluncaya kadar devam eder. “Gerekli düzeyde acıyı” hesaplamaz, enerjisi bitene kadar acıtmaya devam eder. Tıpkı azgelişmiş bütün ülkelerdeki şiddetin, baskının, otorite sahibinin yorulmasına dek süren ve vahşet oranının gelişmiş ülkelere nazaran çok yüksek olması gibi. İşte bu yüzden Türkiye’de kapatılmak hiçbir zaman “yeterli” bir ceza değildir. Kapatılmak, otoritenin “çocuk acımasızlığını” tatmin etmez. Bu sebeple hücre tipi cezaevi üzerine yapılan “birinci mevki” tartışmalarda bir sakatlık vardır.
YA TEFEKKÜR YA ÖLÜM
Hücre tipi hapishaneler tartışılırken birçok köşe yazarı ya da söz söyleyici “tek başınalığa” övgü düzdü. Yalnızlığın, “bireyin” özel alanının korunması bakımından ne denli önemli ve vazgeçilmez olduğundan dem vurdu. Kimileri de meseleye yüksek “sosyo-kültürel ve psiko-sosyal” birikimleriyle bakıp, “konuşmayı şehvetle seven” bu insanlar için yalnızlığın hırpalayıcı olduğunu söyledi. Bireyin dokunulmazlığından söz edenler, hücre sisteminin muassır medeniyete erişmenin gereklerinden biri olduğunu vurguladı. Rönesansı hapishanelerden bekleyen bu zihniyet, hapishanenin birey kavramında bir kilometre taşı olacağını düşünmüş olabilir. Ama Türkiye’de hücre sistemi, hapishane hayatının ve ceza sisteminin hijyenikleşmesine değil, işkence yapmak, yaralamak, dayak atmak için hücrelere giremediğinden yakınan otorite için kolaylık, rahatlık sağlayıcı yeni bir yöntem olacaktır sadece. Bu zaten çokça söylendi. Ama diğer yandan da, hücre sistemine karşı çıkanların sözlerinde de insanı rahatsız eden bir şey var. Hapishanedeki insan nasıl dışarıdaki sosyalleşmeden men ediliyorsa içeride de sınırlı ve kendisinin seçmediği insanlarla bir sosyalleşmeye mahkûm ediliyor. Bu da en az zorunlu yalnızlık kadar gayrıinsanî. Çünkü -herkes kabul edecektir- herzaman “insan almaz insanın acısını!” Hücre tipi karşıtlarının konuşmaları bir süre sonra “hep birlikte durma” övgüsüne dönüştü ki, bu da en az hücre sisteminin “şıklıklarından” söz edenlerin “Ne güzel tefeküre dalınır” hayalleri kadar zararlı ve gerçekdışı bir yaklaşımdır.
AİLELER İKİ KEZ DIŞARIDA İSE...
Uygar Ceza Hukuku ilkelerinden biri –ki ülkemizin hukuk sisteminde de sonuna kadar benimsenir- “Cezanın Kişiseliği” ilkesidir. Oysa Türkiye’de “fiilî” olarak bunun tam tersi geçerlidir. “Suçlu” ile birlikte –özellikle siyasî suçlar söz konusu olduğunda- aile de cezalandırılır. Kovuşturma sırasında ve hüküm giyilmesinin ardından kullanılan bütün yöntemler, aileye de bir “türev cezanın” düşmesine neden olur. Siyasî tutukluların ailelerinin kurduğu dernekler bu cezalandırılma durumunun belgelenmesinden başka bir şey değildir. Çocuğunuzun içeride başına “her şeyin” gelebileceğini bilmek, hergün bunu düşünmek bir “cezadır”. Ondan haber alamamak, içeri silâhlı adamlar girerken hiçbir bilgi alamamanın yanısıra, çocuğunuza, içerideki bütün çocuklara yapılan bu saldırıyı engelleyecek hiçbir araca sahip olmamak bir “cezadır”. Var olan koğuş sisteminde zaten yeterince acıklı biçimde cezalandırılan aileler, hücre sistemine geçildiğinde çocukları içeride iki kat daha fazla kapatıldığı için, onlara ulaşmaları da iki kez güçleştiği için, kaygıları, yani çektikleri “ceza” iki kat daha artacaktır. Süleyman Yeter’in “televizyon izlerken sandalyeden düşüp” ölmesi gibi dizi dizi ölümler meydana geldiğinde cezalandırılan aileler artacak, o pek savunulan, ilkel toplumdan uygar topluma geçişin esaslarından biri sayılan “Cezanın Kişiselliği” ilkesine de bir kez daha, üstelik bu kez geri dönülmez şekilde halel gelecektir.
…
Sokakta iki kız, iki oğlan çocuğu “öğretmencilik” oynuyor. Aralarından bir tanesini azarlıyorlar. Belli ki bir suçu var, belli ki bir fikir ayrılığına düşüldü. Üç çocuk, dördüncüsünü iki arabanın arasındaki dar boşluğa sokuyorlar:
“Cezalısın. Seni hapsettik!”
Kızlar arabanın arasında ısrar ediyor, oğlan “Apartmanın altına götürelim” diyor, dünyanın en müthiş fikrini bulduğunu hisseden bir ifadeyle. Yüzlerinde çocukların yüzünde olunca daha da korkutucu olan o sınırsız güç ifadesi var. Arabaların arasına sıkışmış çocuğun gözlerinde ise anlamaz bir bakış.
“İnsanları nasıl hapsedelim?” tartışmalarının yapıldığı, bu konuda “fikirler” üretildiği bu dünya, hakikaten değişecek mi?