Kasım ayı başlarından itibaren Türkiye, kimi beklenen -AB’ye katılım ortaklığı belgesinin ilânı- kimi de beklenmedik -ünlü “andıç”lar konusu- veya çapı beklenmedik ölçüde genişleyen -batık bankalara ve malî yolsuzluklara ilişkin operasyonlar gibi- olayların ardarda gelişi ile hareketli bir sürece girdi.
Bu üç olay Türkiye’deki düzenin “özgün” niteliklerini, düğümlenme ve tıkanma noktalarını, uygar ve asgari sağlıkta bir toplum olabilmesinin önündeki başlıca sorunları işaret ediyor ve topluca bir “sistem eleştirisi”ne elverecek bir çap ve derinlik arzediyorsa da; bu yönde bir irade ve çabanın yokluğu da hemen göze çarpıyor.
Gündeme geleceği ve üç aşağı beş yukarı içereceği maddeleri aylar öncesinden bilinen KOB, Türkiye’nin dünyada nasıl bir yerde, hangi asgari siyasal değer ve ilkelere oturmuş bir iç düzenle ve nasıl bir “çevre” ilişkisi yaklaşımıyla bir gelecek tasarlayabileceğini tartışmasını zorunlu kılıyorken; “andıçlar” meselesi toplumsal irademizi manipüle etmeyi, boğmayı veya felç etmeyi hakkı sayan bir zihniyetle hesaplaşmanın en meşrû zeminini sunuyorken; ağlarını toplumun her köşesine uzatmış bir banka soygunu, malî yolsuzluk ve talan sisteminin nihayet teşhir edilir gibi olması bu ülkede iktisadî zihniyet, mekanizma ve hayatın yozlaşma derecesini gözler önüne seriyorken; bu sorunların önem ve ağırlığıyla tam bir paradoks oluşturan bir seyretmeyle yetinme halinin, gidişatı her zamanki siyasal aktörlerin keyfine bırakmışlık havasının sürüp gitmesi çok tuhaf değil mi?
Bunun “hayra alamet” bir tuhaflık, doğurgan bir fırtına öncesi sessizlik olduğunu ummak isteriz.
Bu ardarda gelen ve tümü de acil birer tavır gerektiren sorun/olaylara rağmen, hepsi de şu yukarıda çizilen manzaranın ürünü ve sırayla sorumlusu olan başlıca siyasal partiler ve siyasal güç odakları arasındaki ilişkiler, eskisi gibidir. Tümü de bu sorun/olay bahsinde değilse bile öteki bahiste “karşıt”ları tarafından sıkıştırılacağını bilmenin rahatsızlığı içinde, o sorunların bulanık veya kronik hale gelmesindeki payını inkâr edemeyecek durumda ve bunlara ilişkin herhangi bir net tavır yaklaşım sunabilmek için gereken değer, inanç ve ilkeleri savunamaz bir düzeye düşmüş olmanın getirdiği yıpranmışlıkları ile, hemen her konuda benzer laflar etmenin dışında bir şey yapmamaktadırlar.
“Normal” bir ülkede küçük çapta bir siyasal kıyamet yaşatacak olan şu batık bankalar naylon fatura ve hayali ihracat vurgunları operasyonlarına bakınız. On yıllar süren bir döneme yayılmış bu talan furyasına göz yummak ne kelime bizatihi “nemalanmış” oldukları hiç de sır olmayan bu siyasal partiler, herhalde kaçınılmaz hale gelmiş olan o operasyonların “siyasal elit”e dokunmayacak biçimde yapılması, o sınırda tutulması noktasında anlaşmış olmalılar ki; bu rezaletler klasik bir iktidar-muhalefet söz düellosuna bile konu olmadı. Partilerin dışta tutulduğu, tutuklamalar sırasında adı ister istemez geçen bazı siyasilerin de üstüne gidilmediği; bu tür vurgunların sacayaklarından biri olan yüksek bürokrat kesimin de teğet geçildiği bu operasyonlar; öyle anlaşılıyor ki iktisadî düzenimizin yerleşik egemenlerinin bünyelerindeki bazı safraları atma vaktinin geldiğine karar vermelerinin sonucu ve gereğidir.
Türkiye’nin ve her kesimin AB’ye katılım niyet ve iradesinin, Avrupa içinde veya dışında kendisine nasıl bir “rol” ve perspektif biçebildiğinin ilk somut göstergesi, bu konudaki ayrımların, tarafların netleşme vesilesi olması beklenen KOB’un açıklanması sonrası süreçte de -şimdiye kadar- bu beklenenler olmadı. Ama anlaşılan AB’ye katılma -açıkça hayır diyemedikleri için- “ihtiyatla”, “gönülsüz” yaklaşan taraflar daha “hazırlıklı” davrandılar. Nitekim belge açıklanır açıklanmaz, “Kıbrıs sorununa ilişkin temenni ve tavsiyelerin milli hassasiyet ve haysiyetimize dokunur nitelikte olduğu yaygarasını kopararak, tüm dikkatlerin bu noktada yoğunlaşmasını becerebildiler. Önceleri istenenler atla deve değil diyerek, belgenin Kıbrıs’a ilişkin kısmı değiştirilmezse aday üyelik sürecini askıya almaktan söz eden DSP’li ve MHP’li ortaklarından farklı bir tavır alan ANAP ve benzer bir tavır alıyormuş gibi görünen DYP’ de bu milliyetçi kampanya karşısında hemen gerileyip koroya katıldılar. AB’ye katılım konusunun esasını teşkil eden demokratikleşme, hukuki ve kurumsal düzenlemeler bahsi bu gürültü ortasında neredeyse gündeme bile gelemedi. AB’ye katılma asıl bu nedenle “soğuk” duran ama ülke çoğunluğunun katılıma yönündeki eğilimini bildiği için tavrını “milli” bir gerekçeye dayandırma fırsatı kollayanlar, tam bu sırada ABD ve Avrupa’da bazı siyasî çevreler tarafından “Ermeni soykırımı” meselesinin gündeme getirilmesinden de gayet memnun oldular. Türkiye’de demokrasi ve hukuka kayıtsız, otoriter bir devlet kültünün ve buna onay veren partilerin varlığı ve beslenmesi için şart olan o “kuşatılmışlık, etrafımızın bizi yok etmeye hazır düşmanlarla çevrili olduğu” paranoyasının tabulaştırdığı bu iki “milli sorun”un perdelemesi eşliğinde, AB’ye aday üyelikten derhal vazgeçilmesi teklifleri açıktan yapılır oldu. Belgede yer alan “ana dilde yayın ve eğitim özgürlüğü” maddesi, bir diğer tabumuzu bölünme paranoyasını ve “iç düşman” fobisini depreştirmeye yetiyordu zaten. Ne AB’ye katılım yanlısı olduğunu ilân eden partilerde ve işçi, işveren kuruluşlarında ne de bu katılım konusundan bağımsız “demokratikleşme”nin hayati önem ve önceliğinden bahseden çevrelerde, siyasal düşünce ve ufkumuzu karartan ve kenetleyen bu ve benzeri tabulara karşı çıkma yürekliliği olmadığı, aksine bu tabulara yaslanarak hücuma geçildiğinde sinmek gibi bir alışkanlıkla malul olunduğu için; şimdi KOB’a karşı Türkiye’nin alacağı tavır, neredeyse hiçbir tartışma yaşanmaksızın “devlet”in ve hükümetin inisyatifine bırakılmıştır. Hükümetin ağırlıklı kanadının -DSP ve MHP- ve “devletin”in yaklaşımı malûm olduğuna göre, AB’ye katılıma “soğuk” duran taraflar kümesi bu ilk ve hayli önemli raundu kendi lehlerine bir sonuca çevirmeyi başarmıştır. Böylece Türkiye’nin AB’ye katılmasına başından beri karşı olan aday üyeliğin kabulünden sonra süreci tıkamaya, olabildiğince uzatmaya çalışan Avrupa sağının da gayet işine gelen bir durum oluşmuştur.
Türkiye’nin AB’ye katılmasının ekonomisi, iktisadî durum ve düzeni üzerinde ne gibi sonuçlar yaratacağı, katılmaması, başka alternatiflere yönelmesi halinde bu açıdan daha olumlu bir noktada olup olamayacağı çeşitli türden spekülasyonlara açık bir konudur. Katılma veya katılmama hallerinde Türkiye’nin dünyadaki yeri, “statüsü” ve bağımlılık ilişkilerinin maliyetinin nasıl olacağına dair kıyaslamalar da öyle. Ama hukuki, siyasî ve idari düzeninde, bunların fiili işleyiş kurallarında gayet ciddi reformları öngerektirdiği kesindir. Türkiye’nin AB’ye birkaç yıl sonra katılmayacağı bilinmesine rağmen, bunun görülebilir bir gelecekte gerçekleşeceği ihtimalinin ciddiliği dahi o reformların yapılması yönündeki iç ve dış dinamiklerin işleyişini hızlandırmaya yeterlidir. Dolayısıyla bugün AB’ye katılımdan yana olup olmamak sorununun ekseni söz konusu reformlardır. Karşı veya taraftar olmanın asli saik ve gerekçeleri buradadır. Kuşkusuz bu reformları AB’ye katılım gibi bir “dış zorlama” olmaksızın gerçekleştirmek çok daha istenir, çok daha sağlıklı bir yoldur. Ama tuhaf olan şudur ki; bu “dış”, zorlayıcı faktörü gayet mahzurlu, hattâ art niyetli sayarak aday üyelikten vazgeçilmesi gereğinden bile söz edenlerin siyasal sicili o tür reformlar yönündeki iç dinamiklerin boğulmasına, felç veya manipüle edilmesine yol açan anlayış ve uygulamaların sahipliği veya destekçiliği ile damgalıdır. İkinci tuhaflık ise yine bunların o reformlara ve bu tür reformları mantıki bir sonuç, gereklilik olarak gösteren demokrasi, insan hakları ve uygar toplum değer ve normlarına karşı olmadıklarını söylemeleri. Hattâ daha da ileri gidip o değer ve normların geçerli olmasını en fazla kendilerinin istediğini bile iddia edebilmeleri.
Söz -diskur- ve tavır arasındaki açıklığın, çelişkinin “mazeret”i ise “ülkenin gerçekleri”dir. Bu “gerçek”ler, halkın bir bütün olarak o ideal değer ve normları geçerli kılacak seviyeye -bir türlü- gelmemiş olmasından, o norm ve değerleri istismara hazır iç ve dış düşmanların varlığından ve “ülke bütünlüğü”nü korumak için bazı zorunlu düzenlemelerin mutlak şart olduğuna kadar, bir “veri”ler dizisidir. Bu “ülke gerçekleri”nin Türkiye siyaset terminolojisindeki ifade şekli “cumhuriyetin temel nitelikleri” deyimidir.
Dolayısıyla bir reform talebi, ister toplumun içinden ister ülkenin katılacağı bir uluslararası kuruluştan gelsin, bu “ülke gerçeklerini” dikkate almak zorundadır denir. Bu “dikkate alma” ise o “gerçek”lerin -”zorunlu kıldığı” birtakım düzenleme, tedbir ve uygulamalara dokunmayacak biçimde olma anlamına gelir. O tedbir ve uygulamalar da tıpkı, o “gerçek”ler gibi tartışmasız kabullenilmesi gereken şeyler addedilir. Yani o tedbir ve uygulamalarda esaslı bir değişiklik, o gerçeğin daha farklı bir yol ve yaklaşımla dikkate alındığı anlamına değil, doğrudan doğruya gerçeğin inkârı anlamına gelir.
Sözü edilen “gerçek”lerin tanımlandığı gibi olmadığını, ya da bu tanım ve tespitlerde geçen -örneğin- “iç düşman” gibi bir deyimin karanlık bir kafa yapısına ait olduğunu iddiaya, kanıtlamaya çalışmanın çok daha ağır sıfatlara layık görüleceğini belirtmek gerekir.
Demek ki, o “ülke gerçekleri”ni tartışılmaz -veri- saymak, o gerçeklerin yegâne gereği olan düzenleme, tedbir ve uygulamaları da tartışma dışı saymayı, bu iki koşulun mantıki sonucu olarak da o düzenleme ve uygulamaları tespit ve icra edenlerin yetki ve statülerini olduğu gibi kabullenmeyi gerektirir. Tersi de elbette doğrudur bunun. Yani yetki ve statüleri sorguluyorsanız “ülke gerçekleri”nin “tartışılmaz”lığı kuralını çiğniyor, “gerçeği” inkâr ediyorsunuz demektir. Bu totoloji, yetki ve statü tartışması açanlara bu konular zemininde cevap yetiştirme, eleştirilen statü ve yetkiyi savunma külfetinden kurtarır. Muhatabı “ülke gerçekleri” zeminine çekip ve bu kez onu savunmaya iterek “ülke gerçekleri”ni inkâr edip etmediği sorgulamasına tâbi tutulması imkânını verir.
Bu yetki ve statü sahiplerinin özel olarak sahiplendiği o “ülke gerçekleri”, hem değişmez ve tartışılamazdır, hem de ülkenin öteki gerçeklerinin -ki bunlar tartışılabilir, değişebilirdir- üzerinde konumlandırılmışlardır. Bu nedenle o “öteki gerçeklerden” herhangi birinin veya birkaçının önemlilik bakımından o “ülke gerçekleri”nden daha üstte ve önde tutulmasını, dikkate alınmasını iddia etmek de “şüpheli” hattâ düşmanca bir niyet veya girişim olarak görülmeye adaydır.
Bu durumda “ülke gerçekleri”nden daha baskın sayılması gereken gerçekler olduğunu ileri sürmek, “ülke gerçekleri” adına sahiplenilmiş belli yetki ve statülerin geriletilmesi talebini ileri sürmek de demektir.
O halde sormak gerekir: Eğer ortada hangi türden gerçeklerin belirleyici sayılması gerektiği yolunda bir tartışma varsa; birilerinin o malûm “ülke gerçekleri”nin ikinci, üçüncü derecede dikkate alınabilir şeyler olduğu iddiası karşısında, belli yetki ve statü sahipleri, bu tartışmaya girmeye bile gerek duymaksızın, karşısındakilerin bu iddiayı art niyet ve düşmanlık saikiyle yaptığı ithamını yöneltiyorsa; onların da sahip oldukları yetki ve statüleri korumak, yaptıkları -kabul edilemez, hattâ ahlâk dışı- uygulamaların hesabını vermemek için “ülke gerçekleri”nin değişmezliği ve üstünlüğü iddiasına sarıldıkları ileri sürülemez mi? Art niyet ve şahıs-zümre çıkarı gibi saikler onlar için de söz konusu edilemez mi? Başkalarını bu saiklerden bolca nasiplendirenler, onlara her tür aşağılayıcı sıfatı reva görenler, kendilerinin bütün bunlardan arınmış, muaf ve sadece “memleketin yüksek çıkar ve ihtiyaçlarına” adanmış kişiler, zümre ve kuruluşlar olduklarını kabullenmemizi hangi rasyonel gerekçeyle isteyebilirler? Bunu kabullenmemizi isterlerken gerçek bir ikna gücüne sahip olduklarına mı güveniyorlar yoksa sadece güçlerine mi?
Böylece malûm “andıçlar” meselesine girmiş oluyoruz. Olay biliniyor. Daha başka ve belki de daha vahim “andıç”lar da vardır herhalde ama ifşa edilen ikisi de yeterince fikir verici bunların. Birisi özel olarak MGK’nın yetki ve statülerini ve bazı demokratikleşmeleri konu olacak bir Anayasa değişikliği girişimi karşısında siyasal partilerin nasıl bir tutum alabileceklerini değerlendirmektedir. Bu andıç, söz konusu girişimle MGK’nın statüsünün değişmemesi -”pasifleşmemesi” deniyor metinde- ve önerilen demokratik düzenlemelerin “cumhuriyetin temel nitelikleri”ni tehlikeye düşürmemesi -bunu “ülke gerçekleri”nin önceliği ve üstünlüğü diye de okuyabilirsiniz- için nelerin yapılması gerektiğini sıralıyor. Burada “statü” ile “gerçekler” arasındaki bağ açıkça yansımakta. Statüyü korumak için mi “cumhuriyetin temel nitelikleri”ne sarılınıyor; yoksa cumhuriyetin temel niteliklerini korumak için mi statüye sarılınıyor sorusunun cevabı şüphesiz incelenmeye, tartışılmaya değer.
Eylem planı olarak Cumhurbaşkanı ve tüm parti liderlerini bir toplantıda bir araya getirerek onlara değiştirilmesi önerilen maddelerin öneminin vurgulanması -bu “vurgulama”nın üslûbu ve araçları şüphesiz düşünülmeye değerdir- yanında, “TSK’yı destekleyen köşe yazarı ve üniversitelerin kamuoyunu yönlendirmesi” gibi basbayağı “siyasî faaliyet”ler de önerilmekte. Bu eylem planı önerilerinin öneri olarak kalmadığı, yürürlüğe de konduğunu karinelerden biliyoruz.
Hiçbir siyasî parti bu konunun üzerine gitmedi. Hiçbir parti Genelkurmay’da basbayağı siyasî faaliyet tertipleyen eylem planlarının nasıl olup da yapılabileceğinin hesabını sormadı. Çünkü onlar Genelkurmay’ın mülkiyetindeki o yüce “yetki ve statü”nün “gerek görüldüğünde” doğrudan siyasî faaliyette bulunmanın da ötesine geçebilecek genişlikte olduğunu peşinen kabullenmiş kuruluşlardı.
İkinci ve daha fazla yankı uyandıran “andıç” bazı gazeteci, dernek yöneticisi ve milletvekilleri hakkında açılacak bir kampanyaya dairdi. Malûm olduğu üzre bu kampanya o sırada ele geçirilmiş olan Sakık’ın sorgu tutanaklarına adı geçen kişilerin PKK’dan para ve talimat aldıklarına dair eklemeler yapılarak, sorgu metinlerinin kamuoyuna ilânı ile başlatılacak şekilde düzenlenmişti. Bunların yapıldığı, gizli tutulması gereken sorgu evrakının -bu “amaca uygun eklemeler” yapılarak- basına “sızdırıldığı” ve büyük bir gürültüyle yayımlandığı biliniyor. Dolayısıyla ortada salt bir “teklif” değil, yapılmış bir iş, bir eylem vardır. Bazı insanlara açıkça iftira edilmiş, ahlâk dışı bir işlem, ne gibi sonuçlara yol açacağı -örneğin Akın Birdal bu kampanya esnasında suikaste uğramıştır- bilinerek ve bazı sonuçlar için bizzat uğraşılarak -sözü edilen gazetecilerin işten çıkarılması için baskı yapıldığı, çoğunun işlerinden uzaklaştırıldığı malûmdur- yürürlüğe konulmuştur.
Bu “suçüstü” sayılabilecek olgular ve durum karşısında “suçlu”lara yöneltilmesi gayet doğal ve gerekli olan itham ve eleştiriler duyulmadı, olay ve durumun “yorumsuz” sunulmasına gayetle itina edildi. Böylesi bir olay karşısında kamu adına re’sen harekete geçmesi görevi olan adli mekanizmanın sesi duyulmadı. Mağdur gazetecilerden sadece biri şahsen dava açacağını ilân etti. Diğerleri, bu davayı açan gazeteci (Cengiz Çandar) de dahil, kendilerini birkaç gün sonra vereceği bir basın davetine çağıran Genelkurmay’ın bu “Jest”ini “olayı kapanmış saymak” için yeterli saydılar. Hattâ onlar da, siyasal partiler, konuyla doğrudan ilgilenmesi gereken sivil toplum kuruluşları ve büyük basın da, Genelkurmay’ın bu jesti ile söz konusu ahlâk dışı, kirli kampanyayı onaylamadığı “mesajı”nı verdiğini övgüyle belirttiler.
Genelkurmay’ın böyle bir mesajını verdiği, söz konusu iftira kampanyasını düzenlemiş eski mensuplarının bu ve benzeri tutumlarıyla arasına bundan böyle ne kadar “mesafe koyduğu” ve bu mesafeyi ne ölçüde koruyacağı ayrıca konuşulabilir. Ama bizi burada asıl ilgilendiren, Genelkurmay’ın o “jest”i yapmadan hemen önce yayımladığı ve “andıç” konusundaki tutumunu bildirdiği “açıklama”nın niteliğidir.
Bu açıklamasında Genelkurmay, “andıç”ın yürürlüğe konulduğuna dair kanıt ve karinelere hiç değinmeyerek, bunun normal bir karargâh içi çalışma bölgesinden başka bir şey olmadığını ileri sürmekle birlikte; andıçın da gerisinde yatan “cumhuriyetin temel niteliklerini” koruma, iç düşmanla mücadele diskurunu olduğu gibi yinelemekteydi. Bu diskur başkaları yaptığında suç, cürüm sayılacak bir iftira ve tahrifat eyleminin bu “koruma” kaygısı ve mücadele söz konusu ise bu sıfatlarla anılmasının akla bile getirilmemesi gerektiğini “ikaz” eden tonlamalarla yüklüydü.
Genelkurmay açıklaması bu diskurun “resmî format” tarzı içinde, “yukarıdan” bir üslûpla, yani gerekçe göstermeyen, kanıtlama zahmetine girmeyen, böyle bir yükümlülüğü olduğunu asla düşünmeyip, olduğu gibi kabulünü zımnen emreden bir dille ifade edilmiş biçimi idi.
Hemen aynı günlerde söz konusu “andıç”ları düzenleyen “kadro”nun Çevik Bir’le birlikte en önemli figürlerinden biri olan emekli General Erol Özkasnak da bu olayla ilgili konuştu. 7 Kasım tarihli Radikal’deki bu söyleşisinde emekli General Özkasnak, Genelkurmay’ın kanıtlama yükümlülüğünden muaf hükümler verme imtiyazına sahip statüsünden, o statüyü temsilen konuşmuyordu artık. O nedenle de mecburen yaptıklarının gerekçelerini de sergileyen -dolayısıyla bunların geçerlilik derecelerini de ölçebileceğimiz- bir diskurla konuşmaktaydı. Ülke gerçeklerini, yani “cumhuriyetin temel nitelikleri”ni koruma diskurunun bu irdelenmeye açık biçimi, böylece gökten yere indirmiş olduğunda bir tür “seküler”leşmiş oluyordu. Tabu perdesi kaldırılmış malzemesinin nesnel mahiyeti olanca açıklığıyla görülebiliyordu. O nedenle bu konuşma özel olarak ele alınmaya değer. Ancak burada belli başlı bazı bölümlerin üzerinde durabileceğiz.
Sakık’ın sorgu tutanaklarında “maksada uygun eklemeler” yapılmasına dair andıçın düzenleyicilerinden olan general, “tahrifat yapıldı mı?” sorusuna “tamamiyle gerçek dışı bir iddia ve iftira Genelkurmay Başkanlığı’nda hiçbir şey tahrif edilmez ve hiç kimse böyle bir işe tevessül etmez” cevabını veriyor.
Söyleşinin ileriki bölümünde “Sakık’ın 1998 Nisan’ında gazetelere yansıyan ifadeleri ‘fabrikasyon’ değil mi” sorusuna da “fabrikasyon olduğuna inanmıyorum” dedikten sonra, kanıt istendiğinde “bu sorunun muhatabı Sakık’tır. Gidin ona sorun” cevabını veriyor.
Bay Erol Özkasnak, verdiği cevapların gayet ikna edici olduğunu sanıyorsa, ya kendisi bu cevabın saçma sapanlığını idrak edemeyecek durumdadır ya da bizlerin öyle olduğunu varsayıyordur. İkinci ihtimalin söz konusu olmadığını belki anlayabilir diye şu şema üzerine düşünmeye çalışsa iyi eder: Ortada falanca kişinin ifadesinde “maksada uygun tahrifat” yapalım diyen bir belge varsa, ifadesi alınan kişinin dışarıyla hiçbir teması yoksa ve ifadesini alanlar da bu “tahrifat yapalım” diyenlere bağlı ise ve bir süre sonra ortaya “maksada tam uygun” ifadeler çıkarılmışsa, ardından da o ifadelerin sahibi olduğu iddia edilen kişi bunlar bana ait değil demiş ve bunu da kanıtlamış ise; tahrifatı “fabrikasyon”u kimin yaptığını o kişiye mi yoksa tahrifat tavsiyesi belgelenmiş kişiye mi sormalı?
Bir hukuk kuralını çiğneyen ya da ahlâksızca işler yapmış olanların çoğu, bu eylemlerini hiç değilse mantıki tutarlılığı olan, olguları dikkate almış bir açıklama ile gerekçelendirmeye çalışırlar. Bay Özkasnak’ın ise bu kadarcık bir zahmete girmeye bile gerek görmeyen kibirli bir zihniyetin temsilcisi olduğu anlaşılıyor.
Söyleşinin devamında Bay Özkasnak, “andıç”ta planlanan “psikolojik harekât”a neden ihtiyaç duyduklarını anlatırken de ilginç deyimler kullanıyor. Örneğin “tarihi ihanet misyonu”.
1993 yılından itibaren basında yer alan PKK lideri ile yapılan söyleşilerden, PKK lideri ve kamplarına yapılan ziyaret haberlerinden bahsettikten sonra Bay Özkasnak; bunları “bazılarının sırf gazetecilik mesleğinin bir gereği olarak, bazıları diğerlerinden geri kalmamak için yaparlarken, bazılarının ise tarihi ihanet misyonları gereği yaptıklarına inanılıyordu. Ben de bu inanca katılıyorum,” diyor.
Demek ki, aynı şeyleri yapan üç çeşit gazeteci söz konusu imiş. Aynı şeyleri yapmakla birlikte ilk ikisinin yaptığı normal, ama üçüncüsünki bir “ihanet misyonu” oluyor. Anlaşılan Erol Bey birbirine pek benzer üç şeyden ikisinin normal, sakıncasız, üçüncüsünün ise son derece vahim ve zararlı olduğunu ayırdedebilmenin esrarengiz bilgisine sahip. Ama bu “bilgi”yi öğretmeye kalkacağımızı sanmasın, çünkü aynı şeyden iki zıt hüküm çıkaran ve bunu da kendisi için gayet doğal sayanlara “bilgi sahibi” muamelesi yapılmıyor, onlarla psikiyatrlar ilgileniyor.
Bir kişiye yaptığı için mahiyetinden ve önceden hesaplanmış sonuçlarından hareketle “hain” sıfatını vermenin anlaşılabilir bir yanı vardır. Ama başkalarıyla tamamen aynı işler yapan birinin yaptıklarının ihanet olduğu bu kadar kolay iddia edilebiliyorsa, ortada tartışma kabul etmez bir peşin hüküm var demektir. Ayrıca “tarihi bir ihanet misyonu”ndan söz edildiğine göre bu hüküm kişinin kendisinden hareketle de verilmiş değildir. Kökleri, değiştirmemiz söz konusu bile olmayan uzak geçmişe dayanan, hainliği tescilli bir hareketin var olduğu iddia edilmekte ve kişilerin yapıp ettiklerine bile bakılmaksızın bu “misyon hareketi”ne ait sayılabilecekleri ileri sürülmektedir.
Bay Özkasnak, cangıl yaşamında da hayvanların birbirlerine yapıp ettiklerine bakmaksızın kökü dünya kadar eski bir tarihe dayanan “peşin hüküm”lere göre davrandıklarını, düşmanlarını o anda ne yapıyor olursa olsun düşmanlık yapacakmış gibi görüp izlediklerini biliyor olmalıdır. Doğada geçerli bu davranış kuralının kendi yaklaşımıyla örtüşmesinin, onun gibiler için düşündürücü, üzücü kurtulunması gereken bir “sorun” sayılmadığına eminiz.
Fakat doğal davranışlarda bir saflık vardır. Oysa Bay Özkasnak bizleri “saf” yerine koyuyor sadece. İtiraz edilemeyen kurumlarda edinilebilen bir alışkanlıktan olsa gerek, “ast”lar ve enayiler için yeterli sayılan “açıklama”larına inanmamızı bekliyor bizden.
Bir örnek: 1993’ten itibaren yürürlüğe konulan “psikolojik harekât”ın gerekçelerini anlatırken Bay Özkasnak, herhalde o yıllarda konulan ve hâlâ da büyük ölçüde geçerli olan “bölgeye, PKK’ya ve askerî operasyonlara dair bağımsız haber toplama ve yayımlama yasağı”nın, bu konularda sadece askerî otoritenin verdiği bilgi ve bilgi notlarının yayımlanması, uygulamasının gerekçelerine değinip aynen şunları söylüyor:
“... sınır içi veya ötesinde yapılacak operasyonlardan önce birliklerin yığınaklanması ve ileri intikalleri hakkında yoğun haber bombardımanı boşaltılıyor, bunun üzerine PKK unsurları yerlerini değiştiriyorlar, birliklerimizin geçeceği bölgedeki mahdut sayıdaki yolları mayınlıyor, pusu kuruyorlar, büyük masraflarla yapılan operasyonlar başarısız oluyor, kayıplarımız artıyordu.”
Bay Özkasnak’ın gerilla savaşı uzmanı olan profesyonel -asker-ler önünde bu sözleri söylerken görmek isterdim. Herhalde bunları “psikolojik harekât”larla manipüle edeceğimiz, konu hakkında bilgisiz kesimlere anlatırsınız. Kendinize gelin, PKK’nın kendisine yönelik operasyonları nasıl öğrendiği sorusuna gazetelerden öğreniyorlar, tedbirlerini de bunun üzerine, buna göre alıyorlar cevabını vermekle bizimle alay etmeye mi çalışıyorsunuz? Yoksa gerilla savaşı örgütlemenin nasıl bir şey olduğundan bihaber misiniz? Daha da vahimi bu dediklerinize kendiniz de inanıyor musunuz? derlerdi.
1993’te eriştiği çapla, binlerce silahlı mensubuna silâh, yiyecek ve ilaç ikmalini yapan lojistik ağı ve bulduğu önemli kitlesel destekle PKK’nın kendisine yönelik -özellikle büyük çaplı- operasyonları gazete haberlerinden çok önce öğrenebileceğini azıcık izanı olan herkes kabul eder. Özkasnak Bey de bunu gayet iyi bilebilecek durumdadır. Ama bile bile yalan söylemesinin meslekleri gereği bölgeden haber veren gazetecileri PKK’nın ileri karakolları gibi göstermesinin asla masum olmayan bir amacı var. Unutulmamalıdır ki özellikle o 1990’lı yıllarda bölgede onlarca gazeteci öldürüldü. Söyleşisinin mantığında Bay Özkasnak’ın bunları ya doğuştan bir “tarihi ihanet misyonu”na ait kişiler ya da savaş halinde karşı tarafın istihbarat ajanı gibi gösterdiği ortada. Bu gösterisi için Bay Özkasnak olgular arasında hileli bağlantılar kurmaktan hiç çekinmiyor. Gösteriden beklenen ise o malûm andıçta belgelenmiş ahlâksızca uygulamanın perdelemesi, boğuntuya getirmesi.
1993 yılında tek bir gazetenin, ertesi yıl bombalanarak imha edilen Özgür Gündem’in PKK yanlısı yayın yaptığı iddia edilebilirdi. Ama buna mukabil tüm basın ve televizyonların resmî bakışa paralel, destekleyici yayın yaptıkları apaçık bir olgu. Ancak şu çok önemli noktayı da unutmamak gerek. O bahsedilen 1993 yılına gelinceye kadar “devlet” -ordu- tarafından belirlenmiş resmî yaklaşım, Kürt diye bir ahali ve sorun olmadığı PKK’nın “bir avuç” teröristten ibaret olup, bölge halkında nefretten başka bir duygu uyandırmadığı biçimindeydi. Ama 1993’ün de az öncesinde durumun böyle olmadığı, PKK’nın binlerle ölçülen bir silahlı güce sahip olup, işlediği hunharca cinayetlere rağmen bölgede ciddi bir taban, kitlesel destek bulabildiğini, hasılı PKK’nın sadece bir ürün olup, ortada ciddi bir “Kürt sorunu” olduğu belli olmuştu. Bu resmî yaklaşım içinde eğitilmiş Türkiye -nin orta ve batısı- için yeni bir bilgi, bir tür “keşif” oldu. Yayın organlarının PKK eylemlerini lanetlemenin yanısıra PKK’nın yapısı, yöneticilerinin kişilik ve görüşleri hakkında haberler, söyleşiler de yayımlamasının nedeni bu “keşif”ti. Nitekim o sırada Başbakan olan Bay Demirel’in “Kürt realitesini tanıyoruz” deme ihtiyacını duyması da bununla ilişkilidir.
1993’te başlatılan “psikolojik harekât”ın bu keşiften duyulan rahatsızlığın verdiği bir reaksiyon olduğu anlaşılıyor. Ancak, böylesi bir “harekât ihtiyacı”nın dayandığı ciddi ve derin nedenler var.
Kısaca özetleyelim: Eğer ortada ekonomik, sosya-kültürel sorunları inkâr edilemez ağırlıkta bir halk varsa ve bu halkın kimliği nedeniyle o sorunları daha ağır yaşadığına dair bir duyarlık içinde oluşundan beslenen bir silahlı isyan hareketi varsa; teşhis böyle ise o silahlı isyanı bastıracak askerî harekât, isyanın gerisindeki ekonomik, kültürel, sosyal nedenleri, daha da azdırmayacak, aksine gidermeye çalışacak “sivil” tedbirlerle, bu tedbirlerin gerektirdiği ölçülülük, etik ve hukuki kayıtları ile sınırlanmış olarak yürütülür. “Kürt realitesini” tanıma teşhisine dayanılarak PKK isyanına karşı alınacak askerî tedbir ve operasyonlar da böyle olmalıydı.
Yok eğer, realite falan tanımıyoruz. Ortada ne Kürt ne Kürt sorunu, sadece düşman veya hain bir silâhlı topluluk var ve onlara bizim gibi bakmayan herkesi de onların yandaşı sayarız diyorsanız, “katıksız” bir döğüşçü mantığıyla, “kavgada her şey mübah” yaklaşımıyla yürütürsünüz askerî harekâtı.
Özkasnak’ın bahsettiği “psikolojik harekât”, şu yukarıda özetlenen mantık ve yaklaşımın ülke kamuoyuna -”yeniden”- empoze edilmesi amacına matuftu. Ünlü “andıç” bu “her şey mübah” yaklaşımının, PKK’nın askerî bakımdan yenildiğinin epeydir belli olduğu. 1998 yılında bile hâlâ geçerli olduğunun kanıtı. Demek ki PKK meselesi ile sınırlı kalmamış, sürekli hale gelmiş, o sırada Bay Özkasnak gibiler “irtica” sorunu ile ağırlıkla uğraştıklarına göre bu sorunda da aynı yaklaşımla mücadele niyetlisi idiler.
“Küçük” bir noktaya daha işaret etmek gerek. Az önce bütün Türkiye basınının ezici çoğunluğu ile Kürt sorununda devlet politikası paralelinde yayın yaptığını, PKK’nın işlediği cinayetleri hep birlikte lanetlediğini ve sadece tek bir yayının, 15-20 bin tirajlı, Özgür Gündem’in - hadi öyle diyelim - PKK’nın yaptıklarını haklı gösterdiğini hatırlatmıştık. Bay Özkasnak bu gerçeğe, bu orantıya rağmen, neredeyse tüm basının PKK sözcülüğüne soyunduğunu iddia edebiliyor. Ayrıca basında yer alan güvenlik kuvvetlerinin kimi uygulamalarına ilişkin eleştirileri “düşmanca faaliyet”, “ihanet misyonu” kategorisine sokmakla da kalmıyor, PKK cinayetleri dururken bunları gündeme getirmenin vahim bir haksızlık olduğuna dair sözler ediyor.
Devlet güçlerinin o uygulamalarını eleştirenlerin, PKK cinayetlerine ses çıkarmadıkları, üzerinde durulmayacak kadar adi bir yalandır. Ama burada asıl olarak bu şahıs gibilerin temsil ettiği “devlet” ile uygar bir devlet kavramı arasındaki uçurumdan bahsetmek gerekiyor.
Evet Bay Özkasnak, uygar bir toplumda bir isyan örgütü, bir illegal hareket -örneğin PKK’nın yaptığı- köy katliamı türünden işler yaparsa bir ölçü eleştirilir ve lanetlenirken, benzer bir şeyi devlet gücü yaparsa -diyelim- beş ölçü lanetlenir. “O yapıyorsa ben de yapabilirim” diye düşünmek uygarlık diye bir kavramdan habersiz veya buna aldırmayan bir “devlet” anlayışına ve onun “devletlü”lerine aittir. Bunlar, uygar veya uygarlaşmayı amaçlayan bir toplumun tepesinde, silah ve yıldırma gücüyle adeta ayrı bir kast statüsü ile hüküm sürüyor olabilirler. Bir mekanizma olarak “devlet”tirler onlar, uygar anlamda toplumun siyasal örgütlenmesi olarak devlet gibi değil. Bu ikinci devlet, savaş dahil her türlü devlet eylem ve yükümlülüğünü, toplumunun denetimi altında, hukuk, insan hakları ve demokratik değer ve ilkeler gibi uygarlık edinimlerinin kayıtları altında yapar, illegal örgütlerin yapabileceği eylemlerin derekesine düşmemeye çalışırken; öteki, yani mensuplarına toplumun üzerinde bir statüde oldukları duygusuyla davranma “hak”kı veren “devlet”, kendini bu kayıtlamalarla sınırlamaz. Böyle bir “devlet”le, böyle bir “devletlü”lük statüsüyle kurulmuş cumhuriyetlerde bu devlet, bu devletlüler ve onların yakınındakiler, eğer herhangi bir gelişmeye “cumhuriyetin temel nitelikleri” tehlikede veya “ülke gerçeklerine” aykırı diyorlarsa, bunu gerçekten -olguları tartışarak göreceğimiz- bir tehlike olduğu için mi yoksa o pek kutsal statülerini korumak, pekiştirmek için mi yaptıkları artık kesinlikle sorgulanmalıdır.