Türkler ve Yahudilerin karşılıklı sempatisi oldukça eski sayılabilecek bir döneme kadar uzanır. Bu karşılıklı sevginin kökenleri 15. yüzyılda, İspanya’daki Yahudilerin Sultan Beyazit döneminde Osmanlıya sığınmalarına kadar gider. İspanya kralı Katolik Ferdinande ve eşi İsabella zamanında İspanya’dan çıkarılan Yahudiler, özellikle İstanbul ve Selanik şehirlerine gelmişler ve buralarda yerleşmişlerdir. İspanya Yahudilerine Türkiye’nin kapılarını açacak olan İkinci Beyazit, Yahudilerin, Sakız Adası’na yerleştirilmesini emretmiştir.[1]
İki halk arasındaki bu karşılıklı hoşgörü ve sempatinin tarihsel süreç içinde farklı olaylarla pekiştiğine tanık olmaktayız. 1891-92 yıllarında Rusya’dan kaçan bazı Yahudilerin İstanbul’a sığınmaları üzerine, Sultan Abdülhamit 1893 yılının Nisan ayında Türkiye Hahambaşı Moşe Levi’yi saraya davet ederek şu öneride bulunmuştur:
“Yahudilerin, muhtelif memleketlerde tazyiklere marûz kaldıklarını ve pek çok kimselerin de sığınak aramak için memleketime geldiklerini biliyorum. Gerek Rusya’dan, gerek başka memleketlerden çıkan Yahudileri memleketime kabul etmeğe razı olurum. Maksadım bu gibi Yahudileri Şarki Anadolu’da yerleştirmek ve bu suretle yerli Yahudilerle beraber Dördüncü orduya bağlı yüz bin kişilik bir ordu hazırlamaktır. Şayet kaşer ve turfa (kaşer, yenen, ve turfa yenmeyen yemekler) hususunda bir engel varsa, bunu ortadan kaldırmak ve Yahudi dininin ahkamına göre yemek pişirmek için hususi tertibat aldırırım. Buna ne dersiniz Hahambaşı Efendi?”[2]
Dar günlerinde Türkiye’ye sığınabilen Yahudiler ve Türkiye’deki Yahudi topluluğu, Türk Bağımsızlık savaşını, Batılı işgâlci güçlere, özellikle de Yunanistan’a karşı savundu. Yahudilerin bu sadakati,[3] 1922’de Millet Meclisi’nin Yahudi entellektüeli Rabbi Haim Naum’u, Lozan’daki Türk delegasyonuna danışman olarak atamasına neden olacaktır.[4]
Türkiye, 1947’de Filistini iki ayrı devlete ayıran ve İsrail devletinin kuruluşuna olanak tanıyan Birleşmiş Milletler kararı aleyhinde oy kullandı.[5] 1948’de, Araplar ve İsrail arasında başgösteren savaşta tarafsız kalan Türkiye, Batılı güçlerin İsrail’i tanımasının ardından, Mart 1949’da İsrail devletini tanıyarak diplomatik ilişki geliştirdi. 1956 yılına kadar normal seyrinde izleyen Türkiye-İsrail ilişkileri, 1956 yılında İsrail’in Sina Yarımadası’nı işgâl etmesiyle Türkiye’nin diplomatik ilişkilerini kesmeden elçisini geri çekmesine yol açtı.[6] Ancak çok kısa bir süre sonra Türk-İsrail ilişkileri tekrar normal seyrine girdi.
Nadiren karşılaşılan küçük prüzler dışında, Türkiye-İsrail ilişkileri hiçbir kesintiye uğramaksızın günümüze kadar sürer. Türkiye’nin İsrail’e yakınlaşıp iyi dostluk kurmasında, ABD’nin Ortadoğu’da etkin bir güç olarak belirlenmesi de önemli bir rol oynar. Türkiye, daha başlangıçta İsrail’in Washington’da Türkiye lehine aktif bir rol üstlenebileceğine inanmaktaydı. Öyle ki, NATO’ya girişte bile Ankara İsrail’in yardımına başvuracaktı.[7]
Türk-İsrail yakınlaşmasında Türkiye’deki Yahudi topluluğun payını da gözardı etmemek gerekir. Siyonizmin Türkiye’de yasak olup, Türkiye’nin 1975 yılında Siyonizmi ırkçılık olarak tanımlayan ülkeler arasında yer almasına rağmen,[8] Yahudiler Türkler’den yana herhangi bir baskıyla karşılaşmadılar. Çoğunluğu İstanbul’da yaşayan Yahudiler örf, adet ve inançlarını arzu ettikleri biçimde sürdürebilmişlerdir. İsrail’in kuruluşunun ardından Türkiye’den giden Yahudiler, adeta iki ülke arasında elçi görevi üstleneceklerdir. Türkiye’den İsrail’e göç eden Yahudi topluluğun çoğunluğu İsrail’in Bat-Yam şehrinde yerleşmiş bulunup, hâlâ Türkçe konuşup zaman zaman Türkiye’yi ziyaret etmektedirler.[9]
Türkiye, dünyanın farklı ülkelerinde yaşayan Yahudilerin gelip İsrail’e yerleşmesinde de adeta köprü görevi üstlenmiştir. Bulgaristan ve İran’dan gelen Yahudiler Türkiye üzerinden İsrail’e ulaştıkları gibi, Suriye ve Irak’tan göç edenler de Türkiye’den İsrail’e geçiyordu. Ankara, Irak’ta cezaevine atılan Yahudiler için arabuluculuk ederken, Türkiye ve İsrail Birleşmiş Milletler’deki oylamalarda genellikle aynı saflarda yer alıyorlardı.[10]
İsrail’li liderlerden Cumhurbaşkanı Yitzak Ben Zvi, Başbakan David Ben-Gurion ve Dışişleri Bakanı Moshe Sharettt, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Türkiye’de eğitimlerini almışlardı.[11] Türk geleneklerine tanıdık olan ve Türkçe’yi bilen bu liderlerin de İsrail-Türkiye yakınlaşmasında olumlu rolleri vardı.
Musevilerin 1492 yılında İspanya ve Portekiz’den sürülüp Osmanlıya sığınmalarının 500. yıldönümü olan 1989’da kurulan 500’üncü yıl Vakfı, Türkiye ve İsrail ilişkilerinin gelişmesinde oldukça önemli bir rol oynamaktadır. Vakfın, Türkiye’nin tanıtımı için uluslararası alanda yaptığı çalışmalar Türkiye açısında yararlı sonuçlar vermiştir. Ermeni Soykırımı ile ilgili tasarının ABD Kongresi’nden geçmesinin engellenmesinde 500’üncü Yıl Vakfı ve ABD’deki Yahudi Lobisi’nin desteği göz ardı edilemez.[12]
DEĞİŞEN DENGELER VE TÜRKİYE-İSRAİL İTTİFAKINA YOL AÇAN FAKTÖRLER
Soğuk Savaş yılları boyunca Türkiye, “Sovyet tehdidi” karşısında en ön cephede bulunmasından dolayı, NATO ve ABD açısından önemli bir rol üstlenmekteydi. Uzun yıllar boyunca NATO ve ABD’den büyük yardımlar alan Türkiye, Sovyet tehdidinin ortadan kalkmasıyla bu rolünü yitirdi. Ülkenin marjinalleşebileceği endişesi, Türk ordusunu ABD, AB ve Ortadoğu çerçevesinde yeni roller üstlenebilecek bir stratejiye yöneltti.[13]
İsrail-Türkiye yakınlaşması yeni stratejinin en önemli halkasını oluşturuyordu. Türkiye, İsrail’e yakınlaşmakla, ABD ve Kongresi’nin desteği yanında, Amerika’daki İsrail yanlısı güçlü lobiyi de kazanabilecekti.[14] Böylece Türkiye, olumsuz insan hakları raporları ve Yunanistan’la yaşanılan sorunlardan dolayı AB ve ABD’den kolaylıkla sağlayamayacağı silah ve yeni teknolojiyi, İsrail’le yaptığı ittifak sayesinde Pentagon’dan edinebilecekti.
Türkiye ve İsrail’in yakınlaşmasında, Körfez krizi sırasında aynı paralelde hareket etmelerinin de önemli bir rolü var. Nitekim, Körfez krizi sonrasında iki ülke arasındaki ilişkilerde artış kaydedildiği gibi, 31 Aralık 1991’de iki ülke arasındaki diplomatik ilişkiler Filistin ile eşzamanlı olarak tekrar büyükelçilik seviyesine çıkartılmıştır. Bilindiği gibi Türkiye-İsrail diplomatik ilişkileri 1949’da, İsrail’in kuruluşundan bir yıl sonra “elçilik” düzeyinde başlamıştı. Ancak 1980 yılında, İsrail’in Doğu Kudüsü işgâl etmesi üzerine “maslahatgüzar” seviyesine düşürülmüştü. Bununla birlikte İsrail’in 1991 Madrid Antlaşması’yla Ortadoğu Barış Sürecine ilişkin olarak izlediği kararlı ve samimi tutum da Türkiye-İsrail ilişkilerini olumlu yönde etkilemiştir.
Aslında Türkiye, İsrail-FKÖ Oslo Antlaşması’nı, İsrail ile daha yakın ilişkiler geliştirme açısından açık bir kapı olarak yorumladı. Uzun yıllar barış sürecinde FKÖ pozisyonunu savunan Ankara, 1989 yılında Filistin Ulusal Konseyi’nin “Filistin İçin Bağımsızlık Deklarasyonunu” kabul eden ilk ülkeler arasında yer almaktaydı. Dolayısıyla FKÖ’nün de İsrail’i tanımasının ardından, Türkiye için İsrail ile en geniş çerçevede işbirliği yapmasına çekince oluşturucak bir engel kalmıyordu.[15]
Türkiye, FKÖ lideri Yaser Arafat’ın 1974 yılında BM’de bir konuşma yapmasının ardından, değişen uluslararası konjoktürü de dikkate alarak, 1975’te, FKÖ’yü Filistin halkının temsilcisi olarak tanımasının ardından, 1976’da İslam Konferansı’na üye oldu. Ancak Türkiye FKÖ’yü tanırken, bu örgütün, Türkiye’deki sağcı ve askerî çevrelerin deyimiyle,
“ileride Türkiye’ye karşı faaliyet gösterecek ve Türkiye’nin başını çok ağırtacak olan Ermeni ve Kürt terör örgütlerine örnek olacağını hesaplayamamıştır.”[16]
Arap ülkeleriyle var olan ilişkilerine nazaran, Türkiye’nin İsrail’le bir ittifaka girmesi daha kolaydı. Türkiye FKÖ’yü açıkça desteklemesine rağmen, ne Yunanistan’la yaşanılan Kıbrıs sorununda ve ne de 1980’lerin ortalarında Bulgaristan’daki Türk azınlığın karşılaştığı baskı ve asimilasyon sorununda, Arap dünyasından tatmin edici bir destek görememiştir. Arap dünyasının Kıbrıs’a ilişkin tavrı konusunda adeta hayal kırıklığına uğrayan Türkiye, PKK ve Dicle-Fırat suları sorununda da umduğunu bulamamıştır.[17]
Türkiye-İsrail ilişkileri 1990’lı yıllarda, her iki ülkenin üst düzey temsilcilerinin karşılıklı ziyaretleriyle de pekişmiştir. 1993’de Oslo Antlaşması’nın hemen ardından, zamanın Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin ile başlayan üst düzeydeki ziyaretler, 5-7 Kasım 1994’te Başbakan Tansu Çiller’in İsrail’i ziyaretiyle en üst düzeye çıkmıştır.[18] Türk-İsrail ilişkilerinin gelişmesinde, özellikle 1994-95’te, Yitzak Rabin’in çabaları önemli oranda etkileyici olacaktır. 1996’da Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in[19] İsrail ziyaretinin ardından, İsrail Cumhurbaşkanı Weizman Türkiye’yi ziyaret etti. Türkiye-İsrail ziyaretleri, Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’nın 24 Şubat 1997’de İsrail ziyaretinin ardından, 10 Nisan 1997’de İsrail Dışişleri Bakanı David Levy, 8 Aralık 1997’de Savunma Bakanı Itzhak Mordechai, 2 Şubat 1998’de İsrail Meclis Başkanı Dan Tichon, 23 Mart 1998’de Sanayi ve Ticaret Bakanı Natan Sharansky’nin Türkiye’ye yaptıkları ziyaretlerle devam etti. Yakın dönemde, 28 Ağustos 2000’de İsrail Başbakanı Ehud Barak Türkiye’ye bir günlüğüne ziyarette bulundu.
TÜRKİYE-İSRAİL ASKERÎ İTTİFAKI
Son birkaç yıl içinde Türkiye ve İsrail 19 antlaşma imzaladı. Bu antlaşmalardan 17’si iki ülke arasında bilimsel, ekonomik ve teknolojik işbirliği zeminini hazırlamak amaçlı idi.1996’da imzalanan “Serbest Ticaret Antlaşması” da bu anlaşmalara dahil olmak üzere.[20]
1996 yılı Şubat ve Ağustos aylarında Türkiye ve İsrail arasında imzalanan savunma işbirliği anlaşmalarının içerikleri gizli tutuldu. Şubat ayında yapılan anlaşmaya ilişkin kimi bilgiler mevcut olmasına rağmen, Ağustos ayında imzalanan anlaşmaya ilişkin olarak fazla bir bilgiye sahip değiliz.
Kamuoyuna yansıdığı kadarıyla, Türkiye Cumhuriyeti Genelkurmay Başkanlığı ile İsrail Milli Savunma Bakanlığı arasındaki “Askerî Eğitim ve İşbirliği Anlaşması”, 23 Şubat 1996’da, Tel-Aviv’de Genelkurmay ikinci başkanı Orgenaral Çevik Bir ile İsrail Milli Savunma Bakanlığından David Ivry tarafından imzalandı.[21] Taraflar arasında gizli kalması gereken anlaşma 5 Nisan 1996’da İsrail’deki Yediot Aharonot gazetesi tarafından kamuoyuna duyurulunca, anlaşmaya ilişkin olarak içeride ve dışarıda büyük tartışmalar başlamış oldu. Askerî bir nitelik taşıyan anlaşma, daha önce taraflar arasında 31 Mart 1994’te imzalanmış bulunan “Güvenlik/Gizlilik Anlaşması” hükümlerine tâbi olmasından dolayı, kamuoyuna açıklanamıyordu.[22]
Türkiye ve İsrail’in, 1996’da imzalanan Askerî Eğitim ve İşbirliği anlaşmasına benzer bir anlaşmayı 1958 yılı yazında “Çevresel Pakt” adıyla yaptıkları görülmektedir. İsrail’in askerî sır kapsamında sınıflandırdığı ve 50 yıla kadar açıklanması beklenmeyen anlaşma, iki ülke arasında çok kapsamlı bir işbirliğini içermektedir. Anlaşma, istihbarat, diplomatik ve askerî alandaki işbirliğine ek olarak ticari ve bilimsel alışverişi de kapsamaktadır. İsrail Başbakanı Ben-Gurion, bu anlaşma çerçevesinde Türkiye’yi ziyaret eder ve mevkidaşı Adnan Menderes ile bir görüşme yapar.[23]
1958 İsrail-Türkiye Çevresel Paktı gizli kalmış olabildiğinden dolayı üzerinde pek polemik yapılmayacaktır.
1996’da İki ülke arasında imzalanan Askerî Eğitim ve İşbirliği Anlaşması’nın süresi 5 yıldır. Taraflardan birinin anlaşmanın sona erme süresinden 90 gün önce nota ile anlaşmanın sona erdiğini bildirmemesi halinde, anlaşma bir yıllık süreler için devam eder. Anlaşma metninde yetkili otorite sorunu şöyle belirlenmiştir:
a) Türkiye’de Türk tarafının yetkili otoritesi Türk Genelkurmayı, İsrail tarafının yetkili otoritesi İsrail’in Ankara Büyükelçiliği’dir
b) İsrail’de Türk tarafının yetkili otoritesi Telaviv’deki Türk Büyükelçiliği, İsrail tarafının yetkili otoritesi İsrail Savunma Bakanlığı’dır.[24]
Varılan anlaşmada “taraflar”, “amaç”, “kapsam”, “tanımlar” ve “yetkili otorite” gibi kavramlar açığa kavuşturulduktan sonra “Eğitimin içeriği” başlığı altında, eğitimde esas alınacaklar şöyle sıralanmıştır:
1. Eğitimde işbirliği aşağıdakilerini ihtiva eder:
a. Profesyonel uzmanlık alanlarında mutekabiliyet esasınca, farklı seviyelerde işbirliğini sağlamak.
b. Askerî akademiler, birlikler ve karargahlar arasında karşılıklı ziyaret.
c. Eğitim ve tatbikat uygulamaları.
d. Birbirinin askerî tatbikatlarını izlemek amacıyla gözlemciler gönderilmesi.
e. Bilgi, tecrübe sağlamaya yönelik gerçekleştirecek personel değişimi, özellikle askerî tarih, askerî müze, askerî arşivleri de kapsayan sosyal ve kültürel alanlarda.
f. Donanma gemilerinin karşılıklı liman ziyaretleri.
g. Askerî spor takımları ile sanat gruplarının tur ve karşılıklı ziyaretleri.
h. Askerî film ve fotoğraf stüdyoları arasında işbirliği.
2. Yukarıda zikredilen değişim etkinlikleri eğitim faaliyetlerinin gerçekleştirilmesi ve aşağıdaki detaylarla ilgili hazırlıklar üzerinde taraflar anlaşacak ve koordinasyon sağlayacak:
a. Eğitimin konusu.
b. Eğitimin prensipleri.
c. Eğitim süresi, tamamlanış tarihi, ...
d. Gönderilecek personelin seçiminde uygulanacak kriterler.
e. Kullanılacak dil.
f. Eğitim ve diğer aktivitelerle ilgili olarak gönderen devlet tarafından yapılacak ödemelerin miktarı ve metodu.
g. Gerekli görülen diğer noktalar.
h. Sosyal ve kültürel aktivitelerin organizasyon şekli.
i. Aktivitelerin sona ermesi ile ilgili metod.
3. Değişim birliği, değişim personeli ve eğitim ile ilgili bilgi ve detaylar en az 45 gün önceden kabul eden ülkeye bildirilecektir.
4. Taraflar hava kuvvetlerine bağlı uçakların ve donanma gemilerinin karşılıklı ziyaretlerini arttırmaya gayret gösterecektir.
5. Taraflar, Silahlı Kuvvetler arasında sportif faaliyetlerin artırılması icin gayret edecektir.
6. Eğitim faaliyetleri dönüşümlü olarak Israil ve Türkiye’de gerçekleşecektir.[25]
Türkiye-İsrail yakınlaşması, ABD’deki Yahudi Lobisi ve örgütlerinin de Türkiye’ye ilgilerini arttıracaktır. Başbakan Mesut Yılmaz, 17 Aralık 1997’de New York’ta gerçekleştirdiği ziyarette, farklı Yahudi gruplarıyla da biraraya geldi ve bu temaslar sırasında Amerika Yahudi Kongresi (AJC) tarafından “Uluslararası İnsaniyet Ödülü” ile onurlandırıldı. Yılmaz, B’nai Birth ve Anti-Defamation Leauge adlı iki Yahudi kuruluşun verdiği “ Seçkin Devlet Adamı” ödülünü de aldı.[26]
ABD, Türkiye ve İsrail arasındaki ittifakı memnuniyetle karşıladı. ABD Dışişleri Bakan Sözcüsü Nicholas Burns, Mayıs 1997’de yaptığı açıklamada, “Türkiye ve İsrail’in dost olmak istemeleri bizim için anlamlıdır” dedi.[27]
Eylül 1997’de İsrail’in Ankara’daki konsolosluğu, ABD’nin de desteğiyle Akdeniz’de Türkiye ve İsrail arasında yapılacak askerî tatbikat ve zamanı hakkında bilgi verdi. İsrail, tatbikatın büyük bir olasılıkla Kasım 1997’de yapılabileceğini düşünmekteydi. Ancak İsrail’in itirazlarına rağmen, ABD tatbikatın 1998 yılına ertelenmesini istiyordu. Çünkü Washington, Arap dünyasından yükselebilecek protestoları da göz önünde bulundurarak, bu itiraz ve kuşkuları bir nebze de olsa hafifletmek için, bir Arap ülkesinin tatbikata gözlemci olarak katılmasını sağlamaya çalışıyordu.[28] ABD, sonunda İsrail’i, Ürdün Kara Kuvvetleri’nden bir komutanın huzurunda, tatbikatın Ocak 1998’de yapılmasına ikna edebilecekti.[29]
Türkiye-İsrail ittifakı, özellikle askerî alandaki işbirliği ekseninde oldukça kısa bir dönemde meyvelerini verecekti. Mart 1996’da İsrailli şirketler, yarım milyar dolar değerindeki Türk Hava Kuvvetlerine ait 54 F-4 uçağının modernizasyonu ihalesini kazandı. İsrail’le sürdürülen ilişkiler çerçevesinde, İsrail Türkiye’ye tank satacak, ortaklaşa füze üretiminin yanısıra, Türkiye 48 F-5 savaş uçağının modernizasyonu işini de İsrail’e verecekti. Nitekim Türkiye, Aralık 1997’de 48 F-5 savaş uaçağı ilgili kontratı İsrail ile imzaladı.[30] Daha sonra Türkiye ve İsrail, Arrow füzelerinin ortaklaşa üretilmesi için de anlaşmaya vardılar.[31] Dolayısıyla askerî alandaki işbirliği ve teknoloji transferi, Türkiye-İsrail yakınlaşmasında en verimli alanı oluşturacaktır.[32]
Genel kanı, yapılan iki anlaşma uyarınca, iki ülkenin ortak hava ve deniz tatbikatları yapma, birbirlerinin liman olanaklarından yararlanma, hava kuvvetlerinin Türkiye ve İsrail’de eğitim uçuşları yapma, karşılıklı askerî ziyaretler, terörizm ve sınır güvenliği konusunda işbirliği, savunma sanayi alanında işbirliği, uzman personel değişimi gibi çeşitli konular üzerinde uzlaşmaya varıldığı yönündedir.[33] Şubat 1996’da yapılan anlaşma çerçevesinde, Nisan 1996’da 8 İsrail F-16 savaş uçağı Türkiye’ye gelerek Ankara yakınlarındaki Akıncı hava üssünde bir hafta geçirdiler.[34]
İTTİFAKA YÖNELİK TEPKİLER VE ÜÇÜNCÜ TARAF(LAR)IN ENDİŞELERİ
Ortadoğu’da bölgesel güç dengelerinin değişimine giden yolun önemli bir başlangıcı olacak Türk-İsrail ittifakı, gerek içeride ve gerekse de dışarda farklı tepkilere marûz kalmıştır. Türkiye-İsrail yakınlaşmasına Türkiye’den reaksion gösterenlerin başında Refah Partisi gelmekteydi.[35] Muhalefetteyken, Türkiye-İsrail Askerî Eğitim ve İşbirliği Antlaşması’na şiddetle tepki gösteren Refah Partisi, iktidara gelmesinin hemen ardından, “ikili ilişkileri çıkarlar yönlendirir” prensibi çerçevesinde, yapılan anlaşmayı kabul ettiği gibi İsrail ile askerî anlamda çok önemli olan, “Savunma Sanayi İşbirliği Anlaşması”nı 54. Hükümet olarak 28. 8.1996’da imzalamıştır.[36]
Türkiye ve İsrail, iki ülke arasındaki yakınlaşma ve ittifakın bir üçüncü tarafa karşı yapılmadığını ısrarla vurgulamalarına karşın, başta Suriye olmak üzere Arap dünyası bu ittifaka kuşkuyla bakmıştır. Doğrusu hiçbir ülke Suriye kadar direkt olarak bu ittifaktan etkilendiğini hissettirmemiştir. Türkiye her durumda, İsrail ile yapılan antlaşmanın benzerlerinin birçok Arap ülkesiyle de yapıldığını dile getirmesine karşın, Araplar nezdinde ikna edici olamamıştır.
Suriye’nin ittifaka karşı açıkça tavır almasının kimi sebepleri var: Türkiye, Suriye ve İsrail arasındaki düşmanlığın savaşa dönüşmesi durumunda, İsrail lehine direkt olarak savaşa katılmasa bile oldukça önemli bir rol oynayabilir. Böyle bir durumda Türkiye, 1991’deki Körfez Savaşı’nda olduğu gibi, onbinlerce Suriye askerini sınırda bağlı tutacaktır. Karada Suriye askerlerini bağlayan Türkiye, hava sahasını da İsrail’e açarak, hasar gören İsrail uçaklarının zorunlu inişler için Türkiye’den yararlanmalarına yol açabilir. Bu durum, İsrail hava kuvvetlerinin Suriye’nin kuzeyindeki hedeflerine saldırmalarında daha risk alıcı taarruzlar yapmasını da sağlar. Sınırda keşif uçuşları yapacak olan Türkiye, uzun menzilli kameralar ve elektronik algılayıcılar sayesinde Suriye’nin iç kesimlerini gözlemleyebilir ve bu bilgileri İsrail ile paylaşabilir. Hattâ Türkiye denizden de İsrail’in kendi sularından yararlanmasına izin verebilir.[37]
Peres hükümeti döneminde savunma bakanı görevinde bulunan Uri Or, Türkiye’nin bölgedeki rolünü şöyle yorumlamakta,
“Türkiye her ne kadar bizim safımızda bir savaşa girmemişse de, Suriye’nin kuzey sınırında bir düşmana sahip olması bizim için pozitif bir faktördür. Suriye hiçbir zaman Türkiye’ye saldırmayacaktır, ama o Türkiye tarafından gelebilecek bir saldırıyı gözardı edemez. Türkiye sınırları dışındaki savaş konusunda oldukça önemli bir tecrübeye sahip, özellikle Kuzey Irak’ta.”[38]
Türkiye-İsrail ittifakı, yıllardır İsrail aleyhindeki bütün eylemlerin destekleyicisi durumunda olan İran’ı da İsrail’e sınırdaş kılmıştır.[39] Böylece İsrail, bölgede kendisi için uzun vadede tehdit olarak gördüğü İran hakkında daha kolay istihbarat elde edebilecektir. Arap basınında yer alan kimi iddialara göre, 1997 Mayıs ayında Türk askerleriyle Kuzey Irak’a giren İsrail gizli servis elemanları, orada bir istihbarat dinleme noktası kurmuşlardır.[40]
Alan Makovski’ye göre Türkiye açısından ittifakın birinci derecede amacı Suriye ve PKK iken, İsrail açısından hava sahasından yararlanma ve İran’dır.[41]
Türkiye-İsrail ittifakı Arap dünyasında tam bir şok etkisi yaratacaktır. İttifakın Arap ülkeleri nezdinde yarattığı düş kırıklığı ve endişeler bir yana, Arapların bir kesimi, ittifakı, Türkiye’nin son 50 yılda Arap dünyasına karşı giriştiği ikinci ihanet olarak algıladılar. Birinci ihanet Türkiye’nin 1949’da İsrail devletini tanımasıydı. Araplar, ittifakın kendilerinin en zayıf olduğu döneme denk gelmesini de suistimal olarak yorumladılar. Çünkü ittifak, Arapların Körfez Savaşı’ndan dolayı farklı kamplara bölündüğü bir zamana denk gelmişti.[42] Araplar açısından bu ittifaktan çekinmenin üç faktörü vardı:
1) Türkiye-İsrail ittifakı, genel olarak Arap ülkelerine özel olarak da Suriye ve Irak’a karşı stratejik tehlikeyi arttıracaktır.
2) İttifak Arap ayrılığını derinleştirecek, çünkü Arap ülkelerinden biri olan Ürdün’ü de kapsayacak.[43]
3) İttifak Arap-İsrail barış sürecinin geleceğini olumsuz yönde etkilecek ve Arapların barış görüşmelerindeki manevra kabiliyetini zayıflatacaktır.[44]
Araplar, Türkiye’nin yeni rolüne ilişkin endişelerini üç yeni gelişmeye bağlamaktadır. Bunlar sırasıyla; Soğuk Savaşın sonu, İkinci Körfez Savaşı ve Yeni Dünya Düzeni. Aynı eksende Arap politikacılar, Türkiye’nin yeni politikasını, “neo-Osmanlıcılık” ya da “ Yeni Türk İmparatorluğu” şeklinde ifade etmektedir. Yine Araplara göre bu yeni politikayla amaç, Türk etkisi ve yayılmacılığını Balkanlar’dan Çin’e kadar uzatmaktır. Bu nedenle Araplar, Türkiye’nin bu gibi arzularını kendi çıkarlarıyla çelişir görüp, güvenliklerini tehdit ettiğine inanmaktadırlar. Türkiye’nin Orta Asya’ya doğru açılımından da oldukça rahatsızlık duyan Araplar, Türkiye’nin Türkçe konuşulan ülkeler üzerinde etkin olmasıyla, bölgede Arap Dünyası blokuyla aynı büyüklükte kendisine rakip bir Türk blokun oluşmasından korkmaktadır. Onlara göre böyle bir gelişme, ister istemez iki blok arasındaki rekabet ve düşmanlığı arttıracak ve bölgedeki güç dengesini bozacaktır.[45]
Kuşkusuz Türkiye-İsrail yakınlaşmasında en büyük rahatsızlığı duyan ülke Suriye olmuştur. Suriye’de egemen olan milliyetçi Arap doğmasına göre, Türklerin egemenliğindeki Osmanlı imparatorluğu dört yüzyıl Suriye’yi gasp edip işgâl ettikten sonra, Arap ülkesini Türkleştirmeye kalkışmıştır.[46] Suriye’nin bugünkü geri kalmışlığını bile Osmanlı yönetimine bağlayan milliyetçi Arap düşüncesi, modern Türkiye ve Suriye’nin yakınlaşmasında da olumsuz rol oynamıştır. Öyle ki Soğuk Savaş döneminde bile Suriye ve Türkiye farklı kamplarda yer almışlardır. Türkiye 1952’den beri NATO üyesi iken, Suriye uzun dönem boyunca Sovyet silahları müşterisi ve Sovyetler Birliği’nin destekleyicisi olmuştur.[47] 1957’de Türkiye, Şam’ın Sovyet yanlısı tehdidini söz konusu ederek sınıra asker yığacaktır.
Açık ki, Türkiye-İsrail yakınlaşması, zaten sorunlu ve oldukça hassas olan Türkiye-Suriye ilişkilerine yeni problematik bir unsur daha katmıştır. Temmuz 1998’de, göreve yeni atanan Suriye Genelkurmay Başkanı Ali Aslan, Türkiye-İsrail ilişkilerini şöyle yorumlamakta:
“Türkiye-İsrail ittifakının amacı, Arap ulusunu kontrol edip ulusal güvenliğini tehdit ederek, genelde Araplar, özelde de Suriye üzerine baskı kurup yayılmacı İsrail planını kabul ettirmektir.”[48]
Arapların Türkiye-İsrail ittifakına ilişkin korku ve endişelerinden biri de, Türkiye’nin Kuzey Irak’a yönelik politikası oluşturmaktadır. Onlara göre Irak’ın Körfez Savaşı’nın ardından de facto olarak üçe bölünmesi, Türkiye’nin Musul’a yönelik eski arzularını canlandırmış olup, şayet eğer Türkiye caydırıcı bir güçle karşılaşmazsa, 1939 yılında İskenderun vilayetini ilhak ettiği gibi, Musul’u da kendi topraklarına katabilir.[49]
Şüphesiz tüm Arap ülkelerinin Türkiye-İsrail ittifakına reaksiyonları aynı düzeyde gerçekleşmemiştir. Uzun yıllar Türkiye ile yakın ilişkiler içinde olan FKÖ, Türkiye-İsrail yakınlaşmasını hiçbir şekilde eleştirmemiş; aksine Türkiye’nin İsrail ile var olan ilişkilerinden dolayı barış sürecine katkıda bulunmasını istemiştir.[50] Mısır, İsrail’in bölgesel izolasyondan kurtuluşundan rahatsızlık duyarken, Türkiye’nin bölgeye yönelik niyetine kuşkuyla bakmaktadır. Ürdün, Türk-İsrail yakınlaşmasına sıcak bakıp, her iki ülkeyle dirsek temasında olmasına karşılık, Körfez ülkeleri konuya ilişkin olarak suskun kalmayı tercih etmişlerdir.[51]
İTTİFAK’IN KÜRT BOYUTU
Mayıs 1997’de, Erbakan hükümeti savunma bakanı Turhan Tayan, İsrail ve egemenliğindeki Golan tepelerine bir ziyarette bulundu. Bu zamana kadar, kendileriyle herhangi bir anlaşmazlık içinde bulunmayan Kürt grupları aleyhine beyanda bulunmayı açıkça red eden İsrail, Turhan Tayan’ın ziyaretinin ardından farklı bir tavır takınmaya başladı. Turhan Tayan’ın ziyaretinden birkaç gün sonra Türkiye televizyonlarında bir beyanda bulunan Netanyahu, ilk defa açıkça Kürtler aleyhinde bir tavır sergileyerek Kürt devleti düşüncesini red edip PKK’yi kınadı. Netanyahu devamla konuşmasını şöyle sürdürdü,
“Türkiye PKK’nin terörist ataklarından çok çekmiştir ve biz PKK terorizmi ve İsrail’in marûz kaldığı terörist saldırılar arasında bir fark görmüyoruz.”[52]
Türk ordusu ve İsrail’in PPK’ye karşı işbirliğini oldukça erken sayılabilecek dönemlere kadar geri götüren ve bu işbirliğini farklı aşamalar şeklinde ele alan Arap kökenli bir düşünce de söz konusudur. Bu anlayışa göre, bu eksendeki Türkiye-İsrail işbirliğinin birinci aşaması, 1980’lerin ortasından 1991 yılında yapılan Körfez savaşına kadar olup bu dönem gizlidir. İşbirliğinin ikinci aşaması Körfez savaşı sonrasına denk gelir. Bu dönemde Türk ordusu modernizasyonu sağlayıp bölgeye ilişkin stratejik planlarını değiştirmek için güvenilir ve şüphe çekmeyecek bir ortak arayışındadır. Üçünçü aşama, FKÖ ve İsrail’in 1993’te Oslo Antlaşması’nı imzalamalarının ardından PKK’nin içerde tehlikeli bir konuma yükseldiği dönemdir. Son aşama, 1995’te ayrılıkçı Kürt hareketi ve İslamcıların (Refah Partisi) eşzamanlı olarak tehlike arz etmeleridir.[53]
Harp Akademileri tarafından hazırlanan, Türkiye-İsrail İlişkilerinin Dünü-Bugünü-Yarını adlı çalışmada, Türkiye-İsrail ittifakı şöyle yorumlanmaktadır:
“Unutmayalım ki, PKK meselesi Türkiye için büyük bir derttir. Irak ve Suriye gelecekte dahi Türkiye için her an problem olabilirler. Ayrıca, Ermeni meselesi de gündemdedir ve bitmemiştir. Kafkasya ise kaynamaya devam etmektedir. Rum meselesi bugün Kıbrıs’ta, yarın Batı Trakya’da, ertesi gün başka bir yerde mutlaka karşımıza çıkacaktır ve Yunanistan var oldukça bitmeyecektir. Bu şartlar altında Batı’da samimi dostlara ve akıllı müttefiklere ihtiyacımız her zaman olacaktır. Amerika’da çok büyük nüfuzu olan ve büyük imkanları bulunan Yahudi lobisini kurmaya çalıştığımız Türk-İsrail dostluğuyla yanımıza alabilirsek Ermeni,[54] Rum ve Kürt lobisinin düşmanca etkilerini önemli ölçüde azaltabiliriz.”[55]
Türkiye’nin, İsrail’le ilişkilerini geliştirmesinin bir amacı da hiç kuşkusuz Kuzey Irak’taki Kürt devleti oluşumunu engellemek ve olası PKK saldırılarını durdurmaktır. Çok amaçlı olan İsrail-Türkiye ilişkisinin Kürt boyutunu Ümit Özdağ şöyle yorumlamaktadır:
“Türkiye’nin İsrail politikasının temel amacı, İsrail’in içinde olduğu güvensiz psikolojisini stratejik güvenlik önererek aşmasını sağlamak ve gerek İsrail’in, gerekse ABD’deki Yahudi lobisinin Kürt devleti projesini durdurmaya da yöneliktir. Çünkü Türkiye İsrail’in Ortadoğu’da bir Kürt devletini kendi gücü ile değil ancak ABD’nin gücünü kullanarak Amerikan Yahudi Lobisi aracılığı ile kurabileceğinin farkındadır.”[56]
Aslında İsrail’in genel bir Kürt politikasından söz etmek oldukça zordur. İsrail, özellikle Türkiye ile geliştirdiği ittifakın ardından, istemeyerek de olsa PKK’nin terörist bir örgüt olduğunu belirtmesine rağmen, İran ve Irak’taki Kürt örgütlerine terörist olarak bakmadığı açıktır. İsrail’in tavrının Kürtlerin yaşadığı ülkelerle olan ilişkileri bağlamında ele almak daha gerçekçi bir yaklaşımdır. İsrail’in Molla Mustafa Barzani önderliğindeki Irak’lı Kürtlerle ilk teması 1963 yazına rastlar. 1963 yılı Haziran ayı sonlarında İsrail Mosad Başkanı General Meir Amit İranlı meslektaşıyla biraraya gelerek, Tahran kanalıyla Kürtlere askerî yardım sağlamayı önerir. Öneriyi kabul eden İran, İsrail’in yapacağı yardımın nicelik ve nitelik bakımından Savak’ın izni ve kanalıyla gerçekleştirilmesi şartına bağlar. Böylece İsrail’in, KDP’ye yapacağı silah yardımı, Savak kanalıyla Irak Kürdistan’ına ulaştırılacaktır. İsrail, KDP ve Savak işbirliği çerçevesinde, bir süre sonra İsrailli subaylar Irak Kürdistan’ında askerî danışman olarak görev yaparlar. Ancak her şey İran’ın kontrolü ve işbirliği doğrultusunda gerçekleşir.[57]
İsrail-Kürt işbirliği, İran Şahı’nın Saddam Hüseyin ile Mart 1975’te imzaladığı Cezayir Anlaşmasına kadar sürer. İran’ın bölgede İsrail için stratejik önemi olan bir müttefik olmasından dolayı, İsrail, İran ile olan ilişkilerini tehlikeye atacak girişimlerden sakınacaktır.
İsrail’in Kürtlerle olan ilişkisi, 1950-60-70’li yıllar boyunca İsrail’in dış politikasına damgasını vuracak olan, “Çevre Ülkeler Teorisi” bağlamında da da ele alınabilir. İsrail eski Başbakanı David Ben Gurion’un geliştirdiği “Çevre Ülkeler Teorisi,” İsrail’in Arap olmayan komşularıyla iyi ilişkiler geliştirmesi esasına dayanır. İsrail, “Çevre Ülkeler Teorisiyle”, kendisine yönelik Arap tehditi ve düşmanlığını bir dengede tutmak istemektedir. Dolayısıyla, Ortadoğu’da İsrail için, Türkiye ve İran, Arap olmayan “Çevre Ülkeler“ arasında yer almaktadır.[58] Kürtler de, henüz bir devlet olmamalarına rağmen, Arap olmayan, ama Araplar’dan çok çekmiş bir halk olarak İsrail’in “Çevre Ülkeler” kategorisi içinde yer alır.
Nasıl ki, İsrail-Türkiye ilişkilerinde olumlu bir rol oynayan Türkiye kaynaklı bir nüfuz söz konusu iken, İsrail-Kürt ilişkilerinde de aynı derece pozitif bir rol oynayan çoğunluğu Kuzey Irak kökenli bir İsrail nüfuzu söz konusudur. 1950’lerde “ Ezra” ve “Nehemya” adlı operasyonlarla önemli bir kısmı İsrail’e getirilen Kuzey Iraklı Kürtleşmiş Yahudilerin nüfusu 1988 itibariyle 180.000 civarındadır.[59]
1950’lere kadar önemli bir bölümü çiftçilikle uğraşan Kürdistanlı Yahudiler yöreye özgü tipik bir köylü topluluk meydana getirmekteydi. Çoğunluğu çiftçilikle uğraşan köylü nüfus Revanduz, Barzan, Tel-Kabar, Duhok, Akra, Şanduka, Bitanura, Başkale, Köy-Sancak, Mirawa ve Gırzengal gibi yerlerde yaşarkan, ticaret ve el sanatlarıyla uğraşan Yahudi nüfus Zaho, Erbil, Bane ve Amediye gibi kent ve kasabalarda yerleşiktiler.[60]
TÜRKİYE-İSRAİL TİCARİ İLİŞKİLERİ
Filistin üzerindeki İngiliz Mandası döneminde ticari ilişkilerdeki balansın Türkiye lehine seyrettiği görülmektedir. 1946-49 döneminde, Filistin Türkiye için üçüncü büyük ihraç pazarı durumundaydı. O dönemde Filistin, Türkiye’den 180 milyon doların üzerinde mal ithal etmekteydi. 1950’de dengeye ulaşan karşılıklı ticaret, 1954’te İsrail lehine değişecektir. 1990 yılında Türkiye’nin İsrail’e ihracatı 30 milyon doları aşarken, ithalatı 70 milyon doların üzerindedir.[61]
Türkiye’nin İsrail’e olan ihracatı 1992’de 90.088, 1993’te 114.500, 1994’te 163.113, 1995’te 195.700 milyon dolardır. Türkiye’nin İsrail’den ithalatı 1992’de 97.075, 1993’te 135.100, 1994’te 26.900, 1995’te 128.100 milyon dolardır.[62] Türkiye’nin İsrail’e olan ihracatı 1980 yılında 30 milyon dolar iken, 1997’ye gelindiğinde, 13 kat artarak 390 milyon dolara yükselmiştir. Aynı zaman sürecinde, iki ülkenin ticaret hacmi 90 milyon dolardan 620 milyon dolara çıkarak 7 kat artış göstermiştir. 1989 yılında İsrail, Türkiye için Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da 13. büyük pazar durumuda iken, 1997’de ikinci büyük pazar konumuna yükselecektir.[63] Türkiye-İsrail ticaretinin 2000 yılı itibarıyla 1 milyar doları aşması tahmin edilmekte.[64] Türkiye ile İsrail arasındaki ticaret hacminin gittikçe yükselmesi beklenmektedir.
TÜRKİYE-İSRAİL İLİŞKİLERİNİN GELECEĞİ
Genel olarak iyi seyrettiğine inanılan Türkiye-İsrail ilişkileri son birkaç ay içinde bazı pürüzlerle de karşılaştı. Türkiye, Ashdod limanının genişletilmesi ihalesinin, söz verilmesine karşı kendisine verilmemesine alındı. Ancak Ankara’yı en çok kızdıran girişim ise İsrailli Bakan Yosi Sarid’in Ermeni soykırımını okullardaki müfredat programına yerleştirme çabaları oldu.
Savunma sektöründe de Türkiye-İsrail ilişkilerinin geleceğini etkileyebilecek ve üzerinde tartışılan kimi ihaleler söz konusudur: Türkiye’nin M60 tanklarının modernizasyonu, bir istihbarat uydusunun satın alınması ve savaş helikopterlerinin alımı. Türkiye, daha önceden 4 milyar dolar değerindeki 600 M60 tankının modernizasyonu için İsrail’e başvurdu. Ancak Amerikalı şirketler haksız rekabete yol açılıyor iddiasıyla Türkiye üzerine baskı kurarak uluslararası bir ihalenin açılmasını istediler.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yeniden yapılanma projeleri çerçevesinde önümüzdeki 20 yıl içinde 150 milyar dolar harcama yapması beklenmektedir. Türk yetkililer, yakın gelecekte açılacak ihalelere İsrail’in de katılmasını istemektedir. Türkiye, savunma sanayi işbirliği çerçevesinde son birkaç yılda İsrailli firmalara 1 milyar doların üzerinde ihale verdi. Ancak İsrail Türkiye’den daha geniş ve kapsamlı projelerin ihalelerini almak istemektedir. Örneğin, 4 milyar dolar değerindeki saldırı helikopterleri ihalesi. Ancak Türkiye, ABD, Avrupa Birliği ve İsrail ile ilişkilerini bir dengede tutmayı hedeflemektedir. Saldırı helikopterleri ihalesini ABD’ye veren Türkiye’nin 7 milyar dolar değerindeki tank ihalesini de Almanya’ya vermesi beklenmektedir.[65]
Ehud Barak’ın Ağustos ayında Türkiye’ye yaptığı ziyarette, Türk yetkililerle üzerinde konuşulan konularından biri Ortadoğu Barış Süreci iken, bir diğer önemli konu da İsrail’in savunma sanayi ihalelerinde daha fazla pay alabilme isteği idi. İsrail’in bütün çabalarına rağmen, Türkiye ziyaretin hemen ardında İstihbarat Uydu Üretim Programını Fransız Alcatel firmasının kazandığını resmen ilân etti. İsrail Uçak Sanayii (IAI), uydu programı için Fransız Alcatel ile yarışırken, Amerika firmalarından Lockheed, ihaleye katılabilmek amacıyla ihalenin yeniden yapılması için baskı uyguluyordu.[66]
Ancak Türkiye ve İsrail’in, sınır bölgelerini kontrol edip terörist sızmaları gözlemleyebilecek ortak uydu üretimi konusunda prensipte anlaştıkları haberleri gittikçe yaygınlık kazanmaktadır. 1997’den beri gündemde olan projeye göre, İsrail yapımı Ofsek serisi uydunun Türkiye’ye 270 milyon dolara malolacağı düşünülmektedir.[67]
Arap Dünyasından yükselen itiraz ve protestoların Türk-İsrail ilişkilerinin geleceğini olumsuz yönden etkilemekten ziyade, daha da pekiştirmesi olasıdır. Müslüman Ortadoğu ülkelerinin gittikçe Türkiye açısından ekonomik önemlerini yitirmeleri de Türk-İsrail ittifakının lehine bir rol oynayacaktır. Öyle ki, Arap ülkelerinin, 1980’lerin başında Türkiye’den %45 dolayında olan ithalatları, şu anda %10 civarına inmiştir;[68] oysa buna karşılık Türkiye-İsrail ticaret hacminde gittikçe artış sağlamaktadır.
Şimdiye dek, genel olarak iyi giden Türkiye-İsrail stratejik yakınlaşması, en azından bu dönemde, her iki ülke için de gelecek vaad etmektedir. Ancak Ortadoğu bazında oldukça kaygan ve istikrarsız olan siyasal iklim realitesini de gözardı etmemek gerekir. İki dönem İsrail Savunma Bakanlığı (1983-84, 1990-92) ve bir dönem de Dışişleri Bakanlığı (1988-90) görevlerinde bulunan Moshe Arens’in Ortadoğu’daki anlaşmalarına ilişkin yorumunu dikkate almakta fayda vardır:
“Ortadoğu, önümüzdeki on yıllar boyunca da istikrarsız bir bölge olarak kalacaktır. Suriye ile yapılan bir anlaşma, Norveç ile varılan bir anlaşma ağırlığında değil. Bizim İran Şahı ile mükemmel bir ilişkimiz vardı, ancak bir gecede bozuldu. Bu bölgede, iktidarların geleceğini oy pusulaları değil, ancak kurşunlar dikte etmekte.”[69]
[1] Galanti, Avram, Türkler ve Yahudiler, Tarihi, Siyasi Tetkik, İlaveli İkinci Baskı, Tan Matbaası, İstanbul 1947, s.16. Görünüşte Katolik geçinerek İspanya ve Portekizde kalan iş ve servet sahibi Yahudiler, sonradan yavaş yavaş buradan ayrılmışlar ve bir kısmı 1532’den itibaren Türkiye’ye iltica etmiştir. Bkz, Galanti, Avram, a.g.e., s.17.
[2] Galanti, Avram, a.g.e., s. 18.
[3] Yahudilerin Sadakati Mustafa Kemal’in de takdirini kazanmıştır. 2 Şubat 1923’te, Avukat Rafael Amato İzmir’de Mustafa Kemal’e şu soruyu sorar: “ Paşa Hazretleri! Türkler’in saadetleriyle mesut ve matemleriyle meyus olan Musevi vatandaşları hakkındaki fikri aliniz nedir?” Gaziye şöyle cevap verir: “ Unsuru hâkim olan Türklerle tevhidi mukaderat etmiş sadık bazı unsurlarımız vardır ki bilhasa Museviler, bu millete ve bu vatana sadakatlerini ispat ettiklerinden, şimdiye kadar müreffehen imarı hayat etmişler ve bundan böyle refah ve saadet içinde yaşayacaklardır.” Bkz. Galanti, Avram, s.86.
[4] Karaosmanoğlu, Ali, “A Turkish View of Bilateral Relations With Israel” içinde Actual Stuation And Prospect of Turkey’s Bilateral Relations With Israel, Potential and Opportunities, Moderator: Prof. Ali İhsan Bağış, Tes-Ar Yayınları No:4, Nisan 1992, s.2.
[5] Nachami, Amikan, “Israeli-Turkish Relations: The Laying of Foundations” içinde Actual Situation And Prospect of Turkey’s Bilateral Relations With Israel, Potential and Opportunities, s.7.
[6] Karaosmanoğlu, Ali, a.g.m., s.3.
[7] Nachami, Amikan, a.g.m., s.13.
[8] Vatandaş, Aydoğan, Armagedon Türkiye- İsrail Gizli Savaşı, Timaş Yayınları 1stanbul-1999, s.27.
[9] Türkiye-İsrail İlişkilerinin Dünü-Bugünü-Yarını, s.125.
[10] Nachami, Amikan, a.g.m., s.16.
[11] Nachami, Amikan, a.g.m, s.17.
[12] Türkiye-İsrail İlişkilerinin Dünü-Bugünü-Yarını, s.126.
[13] Gresh, Alain, a.g.m.
[14] ABD’de yaşayan Yahudiler, toplam nüfusun %4’ünü oluşturmalarına rağmen, siyasî ve ekonomik yönden oldukça faaldir. ABD’deki Yahudi lobiciliği ise ülkedeki en güçlü lobiyi oluşturmaktadır. İsrail adına Lobi faaliyetlerini yürüten başlıca kuruluş AIPAC’tir (American Israel Public Affair Committee- Amerikan- İsrail Kamu İşleri Komitesi) Lobicilik başarıları, ekonomik ve siyasi alandaki faaliyetleriyle sağlam bir duruşa sahip olan Yahudiler, medya alanında da büyük bir ağırlığa sahiptirler. Yahudiler, ABD’de en önde gelen üç TV şebekesinde ikisi, NBC (National Broadcasting Company) ve CBS’in (Columbia Broadcasting System) ortaklarından olup, en yüksek tirajlı ve siyasî etkinliğe sahip gazetelerden, New York Times, NewYork News ve Washington Post’un sahipleridir.
[15] Makovsky, Alan, “The New Activism in Turkish Foreign Policy”, The Washington Institute for Near East Policy, SAIS Review, Kış-Bahar 1999, http://www.washingtoninstitute.org.
[16] Türkiye-İsrail İlişkilerinin Dünü-Bugünü-Yarını.
[17] Makovsky, Alan, “Turkish/Israeli Cooperation, The Peace Process And The Region.”
[18] Çiller’in ziyaretinden önce, 1994 Ekim’inde iki ülkenin emniyet teşkilatları arasında “Uyuşturuca Kaçakçılığı ve Terörizm ile Mücadele”anlaşması imzalandı.
[19] Demirel’in 1996 Mart’ında Israil’e gerçeklestirdiği gezi sırasında da Serbest Ticaret, Yatırımların Artırılması ve Çifte Vergilendirmenin Önlenmesi gibi üç onemli anlaşma imzalandı.
[20] Çelikkol, Oğuz, “Turkey and Middle East: Policy and Prospect” The Washington Institute For Near East Policy, http//www.washingtoninstutite.org/media/celikkol.htm.
[21] Askeri Eğitim ve İşbirliği Antlaşması metni için Bkz, Aksiyon, 18-24 Mayıs 1996.
[22] Türkiye-İsrail İlişkilerinin Dünü-Bugünü-Yarını, s.137.a
[23] Nachami, Amikan, agm, s. 31, 33. Ben-Gurion ve Menderes arasındaki görüşmenin gizlilik ve güvenliği nedeniyle, Dışişleri Bakanlığı yetkilileri öğle yemeğinde garsonluk yapacaklardır. Bkz. Nachami, Amikan, a.g.m., s. 33.
[24] Güner, Ahmet, “Türk İsrail Anlaşmasının Bilinmeyenleri”, Aksiyon, 18-24 Mayıs 1996, sayı: 76.
[25] Aksiyon, 18-24 Mayıs 1996, sayı: 76.
[26] Konuralp, Pamukçu, age. s.271.
[27] Turkish Daily News, 11 May 1997.
[28] Gresh, Alain, “Turkish- İsrael- Syrian Relations and Their İmpact on the Middle East”, The Middle East Journal, cilt 52, Number 2, Bahar 1998.
[29] Türkiye- İsrail ve ABD’nin katılımıyla gerçekleştirilen “ Güvenilir Denizkızı” tatbikatında, Ürdün adına gözlemci statüsünde Denz Kuvvetleri Komutanı Tuğamiral Huseyin Ali Muhamed yer aldı.
[30] Financial Times, 2 Ocak 1998.
[31] Turkish Daily News, 24 Aralık 1997.
[32] Özdağ, Ümit, Türkiye-Kuzey Irak ve PKK, Bir Gayri Nizami Savaşın Anatomisi, Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Yayınları, Ankara 1999, s.197.
[33] Eisenstadt, Michael, “Turkish- Israeli Military Cooperation: An Assesment”, The Washington Institute for Near East Policy, Policywattc, sayı 262, 24.7.1997, http//www.washingtoninstutite.org; Makovsky, Alan, “Turkish/Israeli Cooperation, The Peace Process And The Region” The Washington Institute for Near East Policy, Policywattc, sayı 195, 26.4.1996, , http//www.washingtoninstutite.org; Gresh, Alain, agm.
[34] Eisenstadt, Michael, a.g.m.
[35] RP’li Abdullah Gül, 2 Haziran 1996’da El-Hayat gazetesinde yer alan bir söyleşisinde, Refah Partisinin iktidara gelmesiyle bu anlaşmaya son verileceğini belirtmektedir. “Bu anlaşmanın benzerleri bazı Arap ülkeleri ile yapılmış olsa da İsrail ile gerçekleştirilen bu anlaşmayı kesinlikle iptal edeceğiz. Bu anlaşmanın iptal edilmesi halinde Türk ordusunun herhangi bir müdahalede bulunacağını sanmıyoruz. Ordununu rolü büyük ölçüde değişmiştir. Hükümet güçlü ise ordu da ona uyacaktır.” Bkz, Vatandaş, Aydoğan, Armagedon Türkiye- İsrail Gizli Savaşı, Timaş Yayınları 1stanbul-1999, s.26.
[36] Türkiye-İsrail İlişkilerinin Dünü-Bugünü-Yarını, Harp Akademileri Komutanlığı Yayınları, Harp Akademileri Basımevi- Yenilevent-İstanbul, Nisan 1997, s.143.
[37] Eisenstadt, Michael, a.g.m.
[38] Gresh, Alain, a.g.m.
[39] Eisenstadt, Michael, a.g.m.
[40] Eisenstadt, Michael, a.g.m.
[41] Makovsky, Alan, “Turkish/Israeli Cooperation, The Peace Process And The Region”
[42] Paris-based Source Analyzes Arab View of Turkish Alliance, Al Muharir (Paris) 10 Ağustos 2000 s. 20-21. Bundan böyle bu kaynaktan “Paris-based Source Analyzes Arab View of Turkish Alliance” şeklinde söz edilecek.
[43] 22-26 Haziran arasında Kahire’de düzenlenen Arap Birliği zirvesinde Ürdün Başbakanı Abdülkerim Kabariti, Türkiye ve İsrail’in askerî ittifak yapmaya hakları olduğunu dile getirdi. Ayrıca Ürdün, Zirvenin sonuç bildirisinde Türkiye aleyhine kararların yer almasına karşı çıkacaktır. Bkz, Pamukçu, Konuralp, Su Politikası, Bağlam Yayınları 2000, s.273.
[44] Paris-based Source Analyzes Arab View of Turkish Alliance.
[45] Paris-based Source Analyzes Arab View of Turkish Alliance.
[46] Makovsky, Alan, “Defusing the Turkish- Syrian Crisis: Whose Triumph?” Middle East Insight, Ocak-Şubat 1999, http://www washingtoninstitute.org/media/makovsky.htm.
[47] Makovsky, Alan, “Defusing the Turkish- Syrian Crisis: Whose Triumph?”
[48] Makovsky, Alan, “Defusing the Turkish- Syrian Crisis: Whose Triumph?”
[49] Paris-based Source Analyzes Arab View of Turkish Alliance.
[50] Makovsy, Alan, “The New Activism in Turkish Foreing Policy.”
[51] Makovsy, Alan, “Israeli-Turkish Cooperation: Full Steam Ahead.”
[52] Netanyahu ile yapılan röportaj 27 Mayıs 1997’de Tel Aviv’de çıkan Ha’aretz gazetesinde de yayımlandı.
[53] Paris-based Source Analyzes Arab View of Turkish Alliance.
[54] Ermenilerin 1989 yılında 24 Nisan’ı Soykırım Günü ilân etmeye yönelik çabaları ve bunu bir yasayla Kongre’de geçirme girişimleri, Yahudi Lobisinin Türkiye’den yana tavırları sayesinde önlenmiştir. Bkz, Türkiye-İsrail İlişkilerinin Dünü-Bugünü-Yarını, s.114.
[55] Türkiye-İsrail İlişkilerinin Dünü-Bugünü-Yarını, s.114-115.
[56] Özdağ, Ümit, a.g.e., s.198.
[57] Baram, Amatzia “ İsrail ve Irak’taki Kürt Sorunu”, Çev. Cahide Ekiz, Avrasya Dosyası, İlkbahar 1996, Cilt 3, sayı 1, Kuzey Irak Özel, s.149-150.
[58] Baram, Amatzia, a.g.m., s.151.
[59] Özdağ, Ümit, a.g.e., s.188 Dr. A Medyalı, Kürdistanlı Yahudiler adlı eserinde, günümüzde İsrail’de Kürdistan kökenli 200.000’den fazla Yahudi’nin yaşadığını yazmaktadır. Bkz. Medyalı, A, a.g.e., s.20.
[60] Medyalı, A, Kürdistanlı Yahudiler, Berhem Yayınları, Ankara 1992, s.66.
[61] Nachami, Amikan, a.g.m., s.19,20.
[62] Türkiye-İsrail İlişkilerinin Dünü-Bugünü-Yarını, s.132.
[63] Makovsky, Alan, “The New Activism in Turkish Foreing Policy”.
[64] Makovsky, Alan, “Israeli-Turkish Cooperation: Full Steam Ahead”, The Washington Institute Near East Policy, Policaywathc, sayı 292, Ocak 6,1998, http//www.washingtoninstutite.org
[65] Cumhuriyet, 30 Ağustos 2000.
[66] Demir Metahan, The Jerusalem Post, 1 Eylül 2000.
[67] Demir, Metahan, The Jerusalem Post, 1 Eylül 2000.
[68] Makovsky, Alan, “ The New Activism in Turkish Foreing Policy”.
[69] Gresh, Alain, a.g.m.