Türk medyası Filistinle ilgili haberlere, olayların ilk çıktığı 28 Eylül gününden bu yana hep soğuk baktı. Üstelik ilk on gün boyunca, Ortadoğu’da topyekûn savaşa yol açabilecek gelişmeler neredeyse görmezden gelindi. Ardından olaylar artık Türk medyasının bile gizleyemeyeceği boyutlara ulaşınca gerek olay mahalline muhabir göndermek, gerekse ajans haberlerini çevirip gazete sayfaları ve televizyon ekranlarına yapıştırmak suretiyle Filistin haberlerine yer verilmeye başlandı. Ama bu kez de Türkiye’nin neden hep Filistin’i savunması gerektiği sorgulanarak, sanki mutlaka taraf tutulması gerekiyormuş gibi utangaç bir İsrail taraftarlığı yapıldı. Bu arada Filistin sorunu üzerine birçok “güzide” köşe yazarımız da fikir beyan etmeye başladı. Bu yazarlar, iki saatlik bir araştırmayla bile ulaşabilecekleri bilgi birikimiyle okuyucularını aydınlatmak yerine, zihinsel tembellik ve entellektüel merak yoksunluğu nedeniyle ne bulundukları yeri ne de aldıkları maaşı haketmediklerini kanıtladılar. Aşağıdaki yazı, 15 yıllık gazetecilik yaşamının 12 yılını Filistin-İsrail sorunu üzerine haber yapmaya, araştırmaya, okumaya ve kitap yazmaya ayırmış sıradan bir diplomasi muhabiri tarafından kaleme alındı.
28 Eylül günü Filistinlilerin başlattığı ve bu yazının kaleme alındığı 14 Kasım gününe kadar süren “El Aksa Ayaklanması”, sadece Ortadoğu’yu ve hattâ dünyayı değil, Türk medyasını da karıştırdı! “Kargaşa”, öncelikle haber peşinde koşturmaya koşturmaya burunları koku alma duyusunu yitirmiş televizyon ve gazete editörleri düzeyinde çıktı. Başta Hürriyet olmak üzere,birçok gazete ve televizyon Filistin’de olup bitenlerle ilk on gün boyunca hiç ilgilenmedi! İlgilenenler ise bölgeye muhabir göndermek yerine, uluslararası haber ajanslarının geçtiği haber ve görüntülerle yetinmeyi tercih ettiler. Ayaklanmanın ilk haftasında 64 Filistinlinin yaşamını yitirmesi, küçük Muhammed Dura’nın bir varilin arkasında babasının kucağına cansız düşen bedenini yaşamı pahasına oturma odalarımıza getiren Fransız kameramanın dünyayı ayağa kaldıran görüntüleri bile bizim anlı-şanlı plaza medyamızı yerinden kıpırdatmadı.
Bölgeye ilk muhabir gönderme şerefi Radikal gazetesiyle NTV’ye ait oldu. Bu iki medya kuruluşunun muhabirleri ancak 7 Ekim tarihinde bölgeden özgün haber geçmeye başladılar, yani olayların üzerinden tam on gün geçtikten sonra... Haberleri anında vermekle övünen CNN Türk’ün muhabiri Filistin’e 14 Ekim tarihinde gönderildi! Yani ayaklanmanın üzerinden 16 gün geçtikten sonra... “Büyük gazete” Hürriyet, Filistin’e ilk kez Ekim ayının son haftasında muhabir gönderdi, yani intifada başladıktan neredeyse bir ay sonra! Foto muhabiri Hakan Denker’in, Filistinli bir gencin tam vurulduğu anı ölümsüzleştiren fotoğrafı hem Hürriyet’e manşetten girip hem de Time dergisine kapak olunca, Hürriyet Yayın Koordinatörü Seçkin Türesay, kaleme aldığı “övünç” yazısında “olayları ilk gününden itibaren yerinde izleyen Hürriyet muhabirleri...” deme cesaretini gösterebildi. Bildiğim kadarıyla Milliyet ile Sabah gazeteleri bugüne dek bölgeye muhabir gönderme zahmeti ve masrafına bile girmediler. Uzun lafın kısası, dünyadaki tüm medya kuruluşlarının muhabirlerinin Filistin’den haber geçtiği günlerde bizimkiler yan geldi yattı. Ama çatışmaların kolay kolay dinmeyeceği, olayların çığrından çıkacağı anlaşıldığı noktada, sevgili Türk medyası da “mecburen” olay mahalline eleman göndermek, Filistin haberlerini okurlarına daha geniş duyurmak zorunda kaldı.
İLGİSİZLİĞİN NEDENLERİ
Aslında bana göre Türk medyasının Filistin’deki çatışmaları izleme konusunda gösterdiği perişanlığın tek bir nedeni var: Medya, devlet politikaları ve hükümet icraatlarıyla öylesine içli-dışlı ki, sadece Filistin özelinde değil, başka birçok konuda da bile bile haber atlamayı tercih ediyor. Belki buna “haber atlama” değil de, “mecbur kaldığı noktaya kadar haberi bilerek görmeme” desek daha doğru olacak. Türkiye’deki medya kuruluşlarının büyük bir kısmında artık “editoryal bağımsızlık”tan eser bile kalmadı. Gazete patronlarının ya da Türkiye’deki statükonun işine gelmeyen haberi yazarsan, ertesi gün kapı dışındasın. Gazetelerin az satmasından yakınan gazete yöneticilerine yazar Ahmet Altan’ın, “Siz kendi aranızda konuştuklarınızı yazıp halka sunun bakalım, gazeteler satıyor mu satmıyor mu” demesi “editoryal bağımsızlığın” hal-i perişanını ne güzel özetliyor.
İyi de, Türk medyası “taş atan Filistinlilere kurşun ve roket yağdıran İsrail” haberlerini neden görmezden geldi? Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, büyük çoğunluğun oylarıyla İsrail’i “aşırı güç kullanımı” nedeniyle kınarken, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in İSEDAK toplantısında yaptığı konuşmada kınama kervanına katılmış olması neden göze battı? Sabah Dış Haberler Şefi Sedat Sertoğlu ile Hürriyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, “Sezer’in ölçüsü kaçmış İsrail eleştirisi” üzerine birer
köşe yazısı kaleme alırken, BM’nin bu kararından habersiz miydiler? Hiçbir dış haberde böylesine titizlenmeyen, hattâ dış haberlere üvey evlat
muamelesi yapan medyamızın bazı “güzide” mensupları, acaba Filistin-İsrail çatışması söz konusu olduğunda neden aniden celallendi?
Bunun nedeni Türkiye’yle İsrail arasında, kamuoyuna açıklanmamış ve dolayısıyla habercilerin pek de net olarak bilemedikleri, ama varlığından hep kuşku duydukları bir “askerî anlaşma” olabilir mi acaba?
Benim bildiğim askerî anlaşmalar, karşılıklı eleman eğitimi, üst düzey temaslar, ortak
askerî manevra ve operasyonlar, gizli haber alma örgütlerinin birbirlerine karşılıklı yardımı, silah ve malzeme alım-satımı ve temini gibi hususları kapsar. Eğer bu askerî anlaşma kapsamında, Türk halkının bilmemesi gereken “gizli” bir takım hususlar da varsa, taş atan Filistinli çocuğu hedef seçerek vuran askerlerin bağlı bulunduğu yeni “stratejik müttefikimiz” İsrail devletini küstürmenin pek de gereği yok tabiî. “Andıç dışı bırakılmış”, hattâ özel dersler ve brifingler verilmiş birkaç “önemli ve güzide” medya mensubunun editoryal bağımsızlığın gereğini yerine getirmesi tabiî ki düşünülemez. Zaten statükonun gazetecileri ehlileştirme çabaları hep bu amaca yönelik değil mi? Eskiden TRT’ye el koymakla iş bitiyordu. Ama şimdi özel televizyon kanalları, irili-ufaklı birçok gazete var piyasada. Darbe yapmadan bunların tümünü denetlemek hayli zor oluyor haliyle! Eh, alırsın o zaman on-onbeş önemli konumdaki gazeteciyi, yeri geldiğinde senin adına tıpkı senin gibi tepki verecek kıvama getirirsin, bak o zaman ortada sorun filan kalır mı? İşte “büyük” gazetelerimizin “güzide” mensuplarının Filistin konusunda gösterdikleri hassasiyete, mecbur kaldıkları noktaya kadar çatışmaları görmezden gelmelerine bu açıdan bakarsak ortada anlaşılmayan bir husus kalmaz...
CAHİL BİLMEZ UYDURUR
Filistin haberlerinin Türk medyasında ele alınışında bu denetçi bakışın dışında bir de cehalet unsuru var ki, Ortadoğu’yla yakından ilgili benim gibi sıradan bir muhabiri en çok şaşırtan da bu. Örneğin Cumhuriyet gazetesinden İlhan Selçuk, 26 Ekim tarihli köşe yazısında Filistinlilerin neden “zavallı” oldukları üzerine kalem oynatırken, olup bitenleri ”dincilik” ve “laiklik” temelinde ele alıyor ve diyor ki:
“İslâm dünyası Aydınlanma’nın, modernleşmenin, sanayileşmenin neresinde? Laiklik karşısında tutumları ne? Kadını çuvala sok!.. İrticayı yeğle!.. Sonun budur.”
İlhan Selçuk’a sormak lazım: Filistinli kadınlar başlarını örttüğü için mi İsrail 52 yıldır Ortadoğu’da istediği yeri işgâl ediyor? Suudi kadınlar yarın mini etek giyse, İranlı kadınlar çarşafı çıka rıp atsa, İsrail BM kararlarını göz ardı etmeye son mu verecek? Selçuk, bu yazısında ancak laik ülkelerin güçlü ordulara sahip olacağını da belirtiyor ve Arapların İsrail’e askerî üstünlük sağlayamamasının ardındaki nedenin de laik olmamaları olduğunu söylüyor. Peki Selçuk, petrol zengini Arap ülkelerinin bölgede Amerikan çıkarlarının jandarması gibi davrandığını, petrolden gelen güçlerini kullanmak isteseler karşılarında değil İsrail, ABD ordusunun bile tutunamayacağını bilmez mi? Selçuk, Müslüman oldukları için değil, ama demokrasi karşıtı olduklarından aynı Arap ülkelerinin, direnmeyi onur haline getiren Filistinlilerin davasına hep yarım ağızla sahip çıktıklarını, Filistinlilerin devlet kurmasına en az İsrail kadar karşı olduklarını hiç mi duymadı? Arap ülkelerinin Müslüman olması ve bir kısmının şeriat hükümlerine göre yönetilmesiyle, İsrail’e karşı birleşik cephe açmamaları arasında doğrudan, bire bir bir bağlantı kurmak için sanırım Türkiye’de köşe yazarı olmak gerek!
Cehaletin bir de Can Ataklı ayağı var ki, inanılır gibi değil! Sabah gazetesi köşe yazarı Can Ataklı da, tıpkı Özkök ve Sertoğlu gibi, hep Filistinlileri savunmanın yanlış olduğunu bir de kendisi yazmak istemiş ve bakın. “Neden hep Filistin’i tutmak zorundayız?” başlıklı yazısında neler söylemiş:
“Peki kardeşim, bu Filistin halkı niçin böyle, neden geri kalmış, neden içinden bir tane yetişmiş adam çıkaramamış, neden millî geliri çok düşük, neden ürettiği ciddi hiçbir şey yok, neden sadece ve sadece terörle içiçe de barış üretemiyor?”
Ataklı’nın sadece şu sorduğu soruları yanıtlamaya kalksam, bir kitap yazmam gerekebilir. Aslında istese Ataklı’nın kendisi de birkaç kitap okuyabilir, internette birkaç site gezebilir ve örneğin Filistinlilerin millî gelirlerinin neden düşük olduğunu öğrenebilirdi. Hattâ bir zahmet kendisiyle aynı gazetede yazan Cengiz Çandar’a sorsa, belki bu soruları sormaması gerektiğini, sorduğunda gülünç görünebileceğini bile kavrayabilirdi! Ama Ortadoğu’yu bilmeden, İsrail-Filistin ve İsrail-Arap dünyası arasında 52 yıldan bu yana olup bitenlerle ilgili tek bir satır okumadan, Filistinlileri tanımadan fikir yürüt meye kalkışınca insan, böyle sorular sorması da normal karşılanmalı...
SORUN SÖYLEYELİM
Can Ataklı kardeşimize bir güzellik yapıp, birkaç sorusunu kısaca özetleyeyim! Filistinlilerin içinden “bir tane yetişmiş adam” çıkmadığını söylüyor. O zaman Edward Said, Mahmud Derviş, Abu Salma, Fatva Tukan, Semih El Kasım, Fawaz Turki, Seher Halifa, Burhan Karkutli, Naci El Ali, Faruk Kaddumi, Hannan Aşravi, Saeb Arakat’i ne yapacağız? Üstelik de benim saydığım şu 12 kişinin en az yarısının adı, Filistin hakkında az buçuk fikir sahibi olan herkes tarafından bilinir! Edward Said, ABD’nin Princeton ile Harvard Üniversitelerinde eğitim görmüş, halen Columbia Üniversitesi’nde İngilizce ve karşılaştırmalı edebiyat dersleri veren, Amerikan Sanatlar Akademisi ve PEN yönetim kurulu üyeliklerinde bulunmuş, yazdığı kitapların birçoğu Türkçe’ye de çevrilmiş dünya çapında ünlü ve saygıdeğer Filistinli bir akademisyendir. Burhan Karkutli ile Naci El Ali, Filistin karikatürünün yine dünyaca ünlü iki ismidir. Mahmud Derviş, Abu Salma, Fatva Tukan, Semih El Kasım, şiirleri birçok dile çevrilmiş ünlü Filistinli ozanlardandır. Fawaz Turki ile Seher Halifa, Filistinli iki yazardır. Faruk Kaddumi, Filistin’in olmayan kabinesinin olmayan dışişleri bakanlığı görevini yıllarca yürütmüş kurt ve eski kuşak bir politikacı; Hannan Aşravi ile Saeb Arakat ise barış görüşmeleri sürecinde, artık eli ayağı dudağı titreyen, birçok şeyi unutan Filistin lideri Yaser Arafat’ın hemen kulağının dibinde yer alan, ona suflörlük yapan ve gelecekte isimlerini çok duyacağımız yeni kuşak yıldız politikacılardandır.
Ataklı’nın diğer cehalet soruları da Filistinlilerin neden bir şey üretemedikleri ile millî gelirlerinin neden düşük olduğu üzerineydi. Oysa Ataklı, Filistin üzerine yazı yazma hakkını kendinde bulan bir köşe yazarı olarak lütfedip internette azıcık gezinse, belki Filistin İnsan Hakları Merkezi’nin (FİHM) yayımladığı rapora rastlayabilir, sorularının yanıtlarını burada bulabilirdi. FİHM’nin raporu, İsrail’in Filistin Özerk Yönetimi’ne bağlı Gazze Şeridi ile Batı Şeria’yı askeri ablukaya aldığı 29 Eylül ile 29 Ekim tarihleri arasında Filistin ekonomisinin nasıl etkilendiğini rakamlarla açıklıyor. Merkez, raporunu Filistin Maliye ve Emek Bakanlıklarının yayımladığı raporlara dayandırıyor. FİHM’nin raporunda sadece bir ay içinde Filistin’deki çeşitli ekonomik sektörlerin abluka nedeniyle uğradığı kayıp, milyon dolar cinsinden şöyle sıralanıyor:
Emek 187.5
Tarım 103
Ulaşım 5
Sanayi 60
Turizm 30
Ticaret 30
İthalat 75
Toplam 490.5
Sadece bir aylık sürede Filistin ekonomisi 490 milyon 500 yüzbin dolarlık bir kayba uğramış sayın Ataklı! Bunun nedeni İsrail’in Filistin
topraklarına giriş-çıkışları durdurması, ya da denetleyerek çok ağır işletmesi demek olan abluka! Şimdi anladınız mi milli gelirin neden düşük olduğunu? Ayrıca Filistin hiçbir şey üretmiyor da değil. Gıda, inşaat, kimya, plastik, ve tekstil sanayiinde Filistinliler üretim yapıyor yapmasına. Ama bu dallarda kullandıkları hammaddelerin yüzde 90’ını yurtdışından ithal ediyorlar. Gelen hammaddeler İsraillilerin denetimindeki gümrük kapılarında haftalar ve bazen aylarca bekletildiğinden, üretim hep aksıyor. Üstelik İsrail, kendisinin yol açtığı gecikmeler nedeniyle Filistin tarafına gümrükten çekilemeyen her bir kalem mal için günlük gecikme bedeli de ödetiyor. Böylece ithalatın bedeli daha da yukarılara fırlıyor, bu da sonuçta üretilen malların fiyatına yansıyor. Sözgelimi, bir Filistinli evkadını plastik bir kovaya 10 şekel ödeyeceğine 15 şekel ödüyor. Yukarıdaki tablodan da anlaşılacağı gibi yalnızca bir aylık sürede sanayi sektörünün kaybı 60 milyon doları buluyor. Şimdi Filistinlilerin neden bağımsız ve egemen Filistin devletini bir an önce kurmak için sokaklara döküldüğünü, bu uğurda can verdiklerini anlayabiliyor musunuz sevgili Türk medyasının “güzide” mensupları?
Belki biraz ders verir gibi oldu bu yazı. Ama dış habercilikle uzaktan yakından ilgisi olmayan, olsa bile uzmanlaşmayı, okumayı, öğrenmeyi, en azından yazacağı konu hakkında bilgi toplamayı bile gereksiz gören, üstüne üstlük bir de her şeyi bilir tavırlarla etrafta gezen gazetecilerden bıktım usandım! Sadece ekonomi ve politika sahnesinde değil, medya dünyasındaki namusluların da en az namussuzlar kadar seslerinin çıktığı ve saygı gördüğü bir ülkede yaşamak istiyorum çünkü ben.