1947 yılında İsrail devletinin kuruluşunu önceleyen yıllardan beri bugün dört milyonu aşkın Filistinlinin yaşayageldiği aralıksız çatışma, zulüm, katliam ve sürgünlerle örülmüş “Filistin sorunu”, Ortadoğu’nun Arap devletleri ile İsrail arasında patlak veren üç büyük savaşın da fitili olduktan sonra 1992’de Oslo’da varılan Antlaşmayla bir “barış süreci”ne girmişti.
Son aylarda Filistin kentlerinde yaşanan “ikinci intifada” ve İsrail devletinin buna karşı verdiği şiddetli karşılık ve misillemenin pek çoğu Filistinli yüzlerce ölüden oluşan bilançosu, bu sürecin de bitişini, “Filistin sorunu”nda yeni ve belki de öncekinden daha kanlı ve karanlık bir safhaya girildiğini işaret ediyor gibidir.
Bu özel sayıdaki yazılar, bu noktaya gelişin -Koray Çalışkan ile Münir Fahreddin’in çok iyi özetledikleri- tarihini ve sorunun bundan böyle Filistin ve İsrail’de nasıl bir toplum durumu ve iç gerilimler zemininde yaşanabileceğini irdeliyor. Şimdiye dek millî-dinî öncekiler, iddia, önyargı ve hesaplaşmaların giderek katılaşan mantığında yoğrularak İsrail ve Filistin halklarının kimlik bilincini kuşatmış bu sorunun bu haliyle insanca bir çözüme vardırılma imkânı da tükenmiş gibi. Başlangıçta her iki tarafta da etkin yandaşlar bulabilmiş olan iki halkın birlikte adil, eşit ve demokratik bir devlet çatısı altında yaşayabilme umut ve tasarımını savunanlar, gelinen noktada daha da kenara itilmiş durumdalar.
Ama bu karamsar tablodan çıkabilmenin yegâne kapısı da orada ve onların her şeye rağmen dillendirdikleri hak ve adalet duygusunu yitirmemesi ile açılabilir, ancak. Bu sesi ve tavrı temsil edenler, Filistin/İsrail sorununun başından beri içinde geliştiği ve geliştirdiği “terör ortamı”na, millî-dinî şovenizmlerin lanetini çekme pahasına, halkların barışması adil ve demokratik bir çözüm kapısını aralık tutmak için mücadele etmeyi sürdürüyorlar.
Biri Yahudi asıllı -Noam Chomsky-, öteki Filistinli -Edward Said- iki uluslararası ünlü düşünürün yıllardır bu yönde verdikleri uğraş herkesin malûmu. Onların yazıları dışında iki örnek daha vereceğiz bu sayıda. Birincisinde, çoğu Fransa’da yaşayan Yahudi asıllı aydınların İsrail devletinin tutumunu protesto eden, Filistinlilerin haklı taleplerini dikkate almaya çağıran bildirilerinin tam metni. Diğeri ise İsrailli bir yazarın David Grossmann’ın dosyada yer veremediğimiz bir yazısı.
Grossman’ın yazısına burada değinmemizin nedeni o yazıda savunduğu tutum ve görüşlere paralel yazıların, bir kuşatılmışlık ve güvenlik paranoyası içinde teşekkül etmiş İsrail devleti ve toplumunda öteden beri serbestçe yayımlanabiliyor olması. (Bunun önemini medyanın Amerika’da oluşturduğu dezenformasyon bombardımanını ele alan Ayda Erbal ve Sharon Chiorazzo ve Türkiye’de medyanın tavrını inceleyen Ceylan Özerengin’in yazılarından da anlamak mümkün.) İsrail devlet ve toplumunun bir yandan millî ve dinî şovenizmle öte yandan da sosyalist-liberal ideallerle karılmış hamurunda hâlâ etkin olabilen bu ikinci damar o paranoya çemberi içinde bile fikir ve eleştiri özgürlüğünü, hiç değilse koruyabilmeyi başardı bugüne kadar.
Grossman, İsrail’de yayımlanan yazılarında da vurguladığı üzre İsrail devletinin Filistinlileri derme çatma, toprak bütünlüğü hiçe sayılmış, Güney Afrika’nın o meş’um apartheid rejimine benzer koşullarda yaşamaya zorlayan sözde “barış” politikasının ne denli haksız ve aşağılayıcı nitelikte olduğunu anlatıyor. (Filistinli Amahl Bişara ve Sharon Chiorazzo’nun yazı ve söyleşileri bu durumun birinci elden tanıkları olarak dosyanın kıymetli bölümlerini oluşturuyor.) İsrail’in, Filistin toprakları üzerine serpiştirdiği Yahudi yerleşim yerlerini -kolonileri- derhal boşaltması gerektiğini, barış için bunun zorunlu bir şart olduğunu vurguluyor. Bunlar yapılmazsa, İsrail/Filistin sorununun şimdiye kadar aşılmamış bir şiddet eşiğini geçerek Bosna benzeri bir iç savaş ortamına yol açabilecek bir sürece girebileceğini ikaz ediyor. Bu eşiğin şimdiye kadar açılmaması, hem İsrail hem de Filistin tarafından siyasal güç ve önderliğin, millî-dinî “hassasiyetleri” denetimli biçimde kullanabilen “laik” eğilimlerin elinde oluşu sayesindedir büyük ölçüde. Azımsanmayacak bir Hıristiyan-Arap kitlesini de barındıran Filistin halkının birliğini sağlayabilmiş “laik” FKÖ yönetimi ve Yaser Arafat’ın artık yozlaşmış, prestijini tüketmiş kadroları, dipten gelen “İslâmcı” Hamas’ın yükselişi karşısında gitgide sahne kenarına itilirken, onun yerini alacak Hamas’ın “Filistin mozaiği”ni birarada tutma niyeti ve imkânı nereye kadardır? Mete Çubukçu Hamas üzerine yazısında bu soruya cevap ararken, Hamas’ın lideri Şeyh Ahmet Yasin ile yapılan söyleşide de Hamas’a ilişkin birinci ağızdan bilgiler edinmek mümkün.
Benzer bir sorun İsrail için -belki de daha fazlasıyla- söz konusudur. Nitekim Moshe Zuckermann, bu sayıda yer verdiğimiz mükemmel analizinde bütün bu sürecin İsrail toplumunda neredeyse bir yarılmaya yol açabilecek, bu toplumun bütün unsurları arasındaki etnik, kültürel farklılıkları su yüzüne çıkaran hattâ bir çatışma ihtimaline yol açabilecek sonuçlarını anlatıyor. Bütün bunların sonucunda İsrail’de de siyasal inisyatif ve çoğunluk Likud ve daha sağdaki dinî milliyetçi eğilimlere doğru el değiştirmekte, şimdiye dek pek az su yüzüne çıkmış “etnik” çatışma ve ayrım çizgileri, hınçlar ortaya dökülmektedir. Nitekim Birikim için Ramallah’tan gönderdiği mektubunda Fouad Moughrabi de bütün bu gelinen noktayı özetleyerek, bu hınç yükünün hem İsrail hem Filistin toplumu hem de İsrail ve Arap toplumları arasındaki yol açtığı ve gayet tehditkâr patlama potansiyelini çok mükemmel bir şekilde dile getiriyor.
“Bosna haline gelme”nin “altyapısı” bu değil midir?