Şimon Peres’in İsrail Devlet Başkanlığı seçimindeki yenilgisinin, İsrail’deki politika muhabbetlerinde hep konuşulduğu üzre onun bir “ebedî mağlup” oluşundan mı kaynaklandığı sorusunu bir kenara bırakalım. Sahiden de onun politik kişiliğini trajik bir etmenden bağımsız düşünmek zordur: Defalarca hedefine yaklaşmış, her seferinde eli boş kalmıştır. Ancak söz konusu yenilginin, İsrail’in, Peres’le ancak dolaylı bir ilişkisi kurulabilecek politik yapılanması için belirtisel olduğu ise kesindir. Peres, -şimdi hükümet ortaklığı konumundan düşürülmüş olan- koalisyon ortaklarının İsrail başbakanıyla yapmak zorunda olduklarını düşündükleri bir hesaplaşmanın kurbanı olmuştur, denebilir. İsrail politik sahnesine egemen olan felç halini bütün açıklığıyla ortaya koyan bir hesaplaşmadır bu. Zira Şeranski’nin millî-dinci Israel Ba’Aliya’sı ile Şas’ın hükümet koalisyonundan ayrılmasına yol açan, Barak’ın Camp David’de Filistinlilere verdiği ve “çok ileri gittiğini” söylenen tavizler değildir sadece. Şas’lıların, sol-liberal Merez’le aylarca sürdürdükleri hükümet münakaşaları sırasında kaynama noktasın erişen etnik hınçları da bunda en az o kadar pay sahibidir. Şas’ın adamları, politik açıdan bir hiç olan Moşe Katzav’ın “Oryantal” bir aday olarak en yüksek makama gelmesine yardım ederken, onlar için asıl önemli olan bu makama Katzav’dan çok daha uygun, dünya politikası zemininde çok daha fazla tecrübe sahibi, devlet adamı özellikleriyle çok daha fazla donanmış, ama “Aşkenazi” olan Peres’i silkelemekti.
ETNİK GERİLİM
İsrail toplumunun yıllardır üstü örtülen ağır bir etnik etmenin yükünü taşıdığı, bir sır değildir. Bunun tarihsel arkaplanı biliniyor olmalı: Siyonist devlet düşüncesi, ister Avusturya-Alman kökenli liberal-burjuva versiyonuyla ister Doğu Avrupa’da gelişmiş sosyalist versiyonuyla, Avrupa’daki ulus-devlet kuruluşlarına ve onlarla içiçe geçen ulusal kurtuluş hareketleriyle ilintiliydi. Hedeflediği iktidar tarzı, en azından biçimsel olarak, laik ve Batılı-moderndi. Bunun ötesinde, bu düşüncenin 19./20. yüzyıl dönümündeki taşıyıcıları, geleceğin Yahudi devleti bünyesinde kurulacak toplumu düşünürken, gözlerinin önünde Avrupalı Yahudilerin resmi vardı. Oryantal/Şarkî Yahudiler görüş alanlarının dışındaydı. İsrail’in devlet-öncesi çağıyla ilgili algılamaları, Oryantal-yabancı görünümlerin (bu arada “İncil kökenlilikle” birleştirilen) egzotik-romantik tasavvurlarıyla yüklüydü ve Filistin’de tedricen oluşan Yahudi cemaati içinde de Doğulu gerçekliği henüz ağırlıklı bir toplumsal etken teşkil etmiyordu.
1948’de, savaşın sonucunda yeni devlette yaşayan yaklaşık 600 bin Yahudi ile sürgün ve kaçışlardan arta kalan yaklaşık 150 bin Filistinli Arap’tan oluşan bir nüfus yapısını ortaya çıkaran İsrail devletinin kurulmasıyla birlikte bu durum değişti. Devletin İsrail’e yoğun bir Yahudi “ithalatı” örgütlemesi boşuna değildi (şu veya bu şekilde Siyonist saikli Yahudilerdi bunlar). Ancak Avrupa Yahudiliğinin büyük bölümü Soykırımda öldürüldüğü için, hayatta kalanların da önemli kısmı İsrail’e gitmeyi istemediğinden, Arap ülkelerindeki Yahudilere dönük yoğun bir Siyonist faaliyet yürütüldü. Bu da devletin kurulmasından sonraki on yıl içinde üç büyük göç dalgasına yol açtı: Yemenli, Iraklı ve Faslı Yahudilerin göçü. On yıl içinde İsrail’de yaşayan Yahudilerin sayısı üç katına çıkarak 1.8 milyona ulaştı.
Değişik Oryantal/Şarklı göçmen grupları eğitimleri, sosyo-ekonomik arkaplanları ve yaşam dünyalarına ilişkin pratikleri, alışkanlıkları bakımından farklılaşırlar. Bağdat Yahudi burjuvazisinden gelen tacirler veya Iraklı Yahudi komünistlerin toplumsal, politik ve iktisadî deneyimleri ve bunlarla ilgili özlemleri, Atlas dağlarından ya da iktisaden geri kalmış bölgelerden gelen Faslı Yahudilerin kırsal geleneklerinden çok farklıydı. Ama yine de, Yahudi-İsrail toplumundaki etnik alt-bölünmede Aşkenazi-Oryantal ayrımının açık seçik bir sosyo-ekonomik boyutunun olduğu kestirmeden söylenebilir (İsrail’in Arap nüfusuna burada girmiyoruz): Toplumun üst tabakaları neredeyse tamamen Aşkenazi Yahudileri iken, alt tabakaların neredeyse tamamı Oryantal Yahudilerdendir. Bunun sonucu, Oryantal kökenli toplumsal grupların nesnel olarak iktisaden ikinci sınıf konumunda kalması olmadı sadece; bilim, adalet, ordu, politika, ekonomi ve kültür alanlarındaki İsrail elitleri de sadece Aşkenazilerden çıktı. Ne biçimsel-yasal bir düzenleme vardı bununla ilgili, ne de gizli sınırlar; söz konusu olan, tam da hegemonya denen şeydi işte.
’70’li yılların başında Aşkenazi Başbakan Golda Meir’in, Kudüs’ün gecekondu mahallelerinde büyümüş Oryantal Yahudi gençlerin toplumsal isyanına (“Kara Panter” hareketi) haddini bildirmek için kullandığı küstah ifade (“kibar değiller”), belirtiseldi. Kadın politikacının toplumsal adalet isteyen Oryantal gençlerin dertlerine duyarsızlığı, Aşkenazilerin Oryantal Yahudilere dönük üstünlük duygusunu yansıtıyordu - İsrail toplumunun her hücresine işlemiş diyemesek de onu derinden etkileyen bir duygudur bu.
Toplumsal yapıyı belirleyen bu etnik eğilim, 1980’lerin ortasında bir karşı hareketle yüzyüze geldi. Bir yandan, iyi eğitilmiş, idraki ve kuramsal gücü yerinde olan bir eleştirel Oryantal entelijensiya İsrail’in kamusal alanına girerek; kültür, iktisat ve politikadaki iktidar ve güç ilişkilerini radikal biçimde sorgulamaya başladı. Bu süreçte Siyonist projenin tamamı, Batılı-Aşkenazi bir proje olarak masaya yatırıldı. Öte yandan, dindar-ortodoks, Oryantal ve toplumsal koşulları bakımından imtiyazsız konumdaki kitlelerin çıkarlarını temsil etmeyi hedefleyen ve bu grupların etnik rengini bir program haline getiren bir politik kurum olarak Şas kuruldu. Bu partinin kuruluşunun ne kadar önemli bir sosyo-kültürel etmenin ifadesi olduğu, son onbeş yılın seçim sonuçlarında görülebilir: Şas 1980’li yıllarda dört sandalyesini son seçimlerde 17 sandalyeye çıkararak tasavvur edilmez bir gelişme kaydetti (önümüzdeki seçimlerde 20 sandalyenin üstüne çıkmaları bekleniyor). Bu partinin kendini algılayışına, bütünüyle zıt, kısmen de çelişkili politik ve kültürel kodlar etkide bulunuyor. Gerçi (geleneksel Aşkenazi ortodoks partilerin aksine) politikada bakanlık düzeyinde güç mevkileri ele geçirmeye çalışıyor, fakat kendisini Siyonist saymıyor (her ne kadar katı anlamda anti-Siyonist değilse de). Ruhanî liderleri Rabbi Ovadia Joseph dış politika konularında daha ziyade modern, barış yönelimli görüşlere yakın duruyor; parti taraftarlarının çoğunluğu ise milliyetçi, kısmen de açıkça Arap düşmanı bir çizgideler. Barışa istekli görünen Merez taraftarlarına karşı, zengin/laik/Aşkenazi imgeleriyle keskinleşen nefret duyguları besliyorlar. Partinin seçmenleri (müşterileri/müvekkilleri) için oluşturduğu toplumsal ve iktisadî ilişki/yardım ağı devlet tarafından finanse ediliyor, ancak en azından kültürel ve eğitimle ilgili konularda kendini özerk sayıyor. Bu ilişki/yardım ağının, parti taraftarlarının çoğunun içinde bulunduğu yoksulluk çemberinin kırılmasını asla sağlayamaması da, politik bir tartışmanın konusu yapılmıyor. Şas’ın politik örgütlenmesinin iç bağlarında, otoriter kalıpların ve yapıların belirgin etkisi var. Bu hareketin taşıyıcısı, parti içindeki gruplaşmaların ortak paydası olan dinsel etmen ve -kesinlikle daha önemsiz olmamak üzere- etnik hınçtır.
Rabbi Ovadia Joseph birkaç hafta önce, Avrupa Yahudiliğinin Soykırımda verdiği kurbanların hepsinin “yeniden doğmuş günahkârlar” olduğunu açıkladığında, bu iki etmen bütünleşerek tek bir koda dönüştü: Rabbi bu açıklamasıyla sadece dindar-ortodoksların Soykırımla hesaplaşmada başvurdukları bir fikri tekrarlamakla kalmıyordu - ki bu fikre göre Soykırım, Tanrının geçmişte işledikleri günahlar nedeniyle Yahudileri cezalandırmasıydı. Aynı zamanda bu ifadede, kendine özgü bir örtülü etnik bileşen vardı. Zira Soykırımın neredeyse münhasıran Aşkenazi Yahudilerin başına gelmesi, bunların da “yeniden doğmuş günahkârlar” olarak anılması, Aşkenazi Yahudilerinin günahı bünyelerinde taşıdıkları ve bir dünyatarihsel felâket suretinde haklı olarak cezalandırıldıkları anlamına geliyordu. Elbette yükümlendirici bir bağırtı derhal İsrail’i kapladı ve Rabbi “yeniden doğmuş günahkârlar”ı “mübarekler”e çevirdi ânında. Fakat aldanmamak gerek: Burada Soykırım söyleminin İsrail’deki bir etnik kodlaması söz konusudur ve böyle bir kodlama birkaç yıl öncesine kadar asla mümkün olamazdı. Bugünse İsrail’in politik ortamındaki yeni güç dengelerinin bir işaretidir.
İsrail son yıllarda, geleneksel Siyonizmin kurumlaştırdığı egemenlik ilişkilerinin, toplumsal pratiklerin ve kültürel teamüllerin devasa bir yeniden yapılanmasını yaşıyor. Bu süreçte Dinsel Olanın “meşrû” güç mücadelelerinin kaldıracı mertebesine yükselmesinin, klasik Siyonizmin ideolojisinde de saklı olan, Yahudilik-içi “Kulturkampf”* ile bir ilişkisi olmalı. Etnik Olanın bunca ön plana çıkabilmesinin kökeni, yapısal olarak Siyonist devletin ön-tarihinden kaynaklanır, bugünse açık bir ideolojik karakter kazanmıştır. Çünkü etnik hınç yalnızca hakiki -sosyoekonomik etkilere dayanan- dışlama/baskılama etkeninin üstünü örtmekle kalmaz, İsrail toplumunu kemiren sorunlara ve çatışmalara -ki bunlar arasında etnik sorun da en önemsizi değildir- rasyonel bir şekilde yaklaşmanın tasavvur edilebilir en kötü aracıdır. Şimon Peres’in seçim yenilgisi ve Rabbi’nin feci sözleri buzdağının görünen ucudur sadece.
DİNSEL GERİLİM
Yıllarca, İsrail’in dinsel blokundaki bütün ana gruplar (ister Siyonist-olmayan Ortodokslar ister Ortodoks-olmayan anti-Siyonistler, ister Millî-Dindarların ister son yıllardaki gibi Yahudilikte Reform hareketine bağlananlar olsun- Siyonizme angaje idiler. Fakat onyıllardır herkesçe malûmdu ki, bu angajman ancak Siyonizmin önceliği halinde varlığını koruyabilirdi. Bu öncelik ise, ancak taraflar arasında ciddi, ideolojik temelleri de olan bir ihtilâf doğmadıkça, ayakta kalabilirdi. 1967 savaşından sonra Filistin Batı Yakası’ndaki işgâl edilen topraklar Millî-Dindarların politik ganimeti oldu; onlar, bu işgâli “ataların (vaadedilmiş) topraklarına” geri dönüş olarak görüyor, buraların iskânına dindarca ve Mesihçi anlamlar yüklüyorlardı. 1980’li yıllarda İsrail’in politik ortamında hissedilir derecede güçlenen Ortodokslaşma neticesinde, geleneksel Siyonist cenahtakilerin birçoğunun da dine bakışı “ortodokslaştı”. Öte yandan dinsel Ortodoksluk da kendince “millîleşti”; bunun da öncelikli etkisi, İsrail’in politik yaşamına katılımlarının yoğunlaşmasıydı. Ayrıca son yıllarda, ağırlıkla ABD’de yayılan Yahudilikte Reform eğilimi İsrail politik kurumlarınca daha güçlü bir kabul görme talebindedir. Bu talep laik Yahudiler için bir sorun teşkil etmemekle birlikte, Yahudilikte Reform’un İsrail’deki çabalarına şiddetle direnen Ortodoks establishment için ciddi bir kaygı nedenidir.
Şas’ın yükselişi bu söylenenlerle bağlı olarak da anlamlıdır.
VE “RUSLAR”
1990’lı yıllarda ortaya çıkan bir başka çelişki nesnesi, Sovyetler Birliği’nin yıkılması üzerine ülkeye göçen yaklaşık bir milyon Yahudidir (tabiî bunların % 30 kadarı Yahudi değildir muhtemelen). Bu yoğun göçün saikleri, ne bir Siyonist motivasyon, ne de geçmiş göç dalgalarında görülen kuvvetli bir “kültürel entegrasyon” iradesiydi. Ve bu göç İsrail’in demografik yapısını ve politik coğrafyasını baştan aşağı değiştirdi. Elliyi aşkın Rusça yayın organı yayımlandı, alt-kültürler oluştu, reklama ve tüketime had safhada duyarlı bir yeni “hedef kitle” teşekkül etti, en önemlisi, değer yitiminden, değerleriyle ilgili derin tereddütlerden muzdarip göçmenler için iki parti kuruldu. Bu iki “Rus partisi” politik tavırları itibarıyla ideolojik değil daha ziyade pragmatist ve açıkça çıkar-yönelimliler. Mamâfih dış politikada ve barış meselesinde çoğunlukla sağa yatıyorlar. Aralarında büyük bir gayrı-Yahudi kitlesi bulunduğu için (kısmen eski Sovyetler Birliği’nde Yahudilerle gayrı-Yahudiler arasındaki evliliklerin yaygınlığından kısmen de kendini “Yahudi” olarak kaydettiren gayrı-Yahudi göçmenlerin varlığından ötürü), Ortodoks partiler ise bu konuda gayet katı oldukları ve “kitaba” uymayanları Yahudiden saymadıkları için, “Rus partileri” ile Ortodoks partiler (özellikle Şas) arasında keskin bir politik karşıtlık oluştu. İsrail’in nüfus yapısını altüst eden, ama İsrail’in genel sorunlarıyla hemen hiç ilgilenmeyen “Ruslara” dönük garez son zamanlarda bir hayli büyümüş durumda.
BARAK’IN KOALİSYON ÇORBASI
Yukarıda bahsedilen çatışma eksenleri, Barak’ın koalisyonunda biraradadır. Millî-Dindarların aşırı sağa yatan partisi Mafdal ile eski Başbakan Netanyahu’ya karşı yükümlülük hisseden Şeranski’nin “Rus Partisi” Israel Ba’Aliya’nın aynı koalisyonda yer alması kesinlikle politik açıdan makûl değildir - hele bir de bu koalisyonda “Ruslarla” kavgalı Şas ve Şas’la kavgalı Merez de yer alıyorsa! Fakat Barak’ın böyle bir karışımı seçmek için güçlü nedenleri vardı: Birincisi Rabin hükümetinin pamuk ipliğine bağlı yapısı onun için bir travmaydı; hele Arap partilerinin oylarına muhtaç olmak, barış süreciyle ilgili “tarihsel” kararlarda birçok İsrailli için “kabul edilemez” sayılıyordu. Arap partilerinin doğal sayılan bir elemeyle hükümet oluşumundan dışlanması ve böylelikle “Yahudilerle” “Araplar” arasındaki barış görüşmeleri üzerinde anti-demokratik ve basbayağı ırkçı motiflerin salınması, İşçi Partisi içinde de birçoklarını rahatsız ediyor. Ama onlar da bunu “gerçeklerle, zaruretlerle” açıklıyorlar.
Öte yandan Barak koalisyon ortakları arasındaki gerilimlerin elbette farkındaydı; bu nedenle, seçim başarısından sonra mümkün olduğunca geniş bir koalisyon zemini oluşturmaya karar verdi, ki ortaklardan birilerinin ayrılması durumunda hükümeti yeniden yapılandırmak için elinde olabildiğince fazla seçenek bulunsun.
Barak hükümetini terk edebilecek partilerin hareket saikleri ne olursa olsun (her partinin çıkarları ve özgül motivasyonları farklılaşıyor), bir karar ânına gelinmiş bulunuyor: İsrail’in “barışa hazırız” retoriğinin, partilerce temsil olunan halkta tam bir karşılığının bulunmadığı, barışın kaçınılmaz “bedelini” gerçekten ödemeye hazır olunmadığı bir defa daha görülüyor. Bu süreçte geniş toprakların geri verilecek olması, Kudüs’ün nihâî statüsü ve Filistinli göçmenlerin geri dönüş haklarının da gündeme gelmesi, bu çelişkinin sadece bir yüzüdür. Meselenin asla hakikaten üstüne düşünülmeyen diğer yüzü, barış sürecinin başarıyla sonuçlanması halinde İsrail’in artık eskisi gibi olamayacak olmasıdır: Kaçınılmaz olarak karmaşık içsel çelişkileriyle yüzleşecek, kendisi hakkındaki bildik güvenilir imajıyla ve geleneksel ideolojileriyle vedalaşmak zorunda kalacaktır.
İsrail bugün, karşıt çıkarların, çelişkili ideolojik levazımatın, çatışmacı düşman imgelerinin gündelik politikayı sürekli altüst ettiği, parçalanmış bir toplumdur. Birkaç on yıl önce Siyonist ideolojiyle varılmak istenen hedef, yani “Yahudi” dayanışmasına dayalı “birlik ve beraberlik”, artık bir kuruntudan ibarettir. Bunun böye olmasının birçok nedeni vardır, ama ilk neden, klasik Siyonizm ideolojisinde saklı çelişkiler ve bu çelişkilerin doğurduğu yapısal sorunlardır: İsrail’in hem yurttaşlarının demokratik devleti olmayı iddia edip hem de yurttaşlığı etnik kısıtlı bir “Yahudilik” kavramına dayandıramaz. Beri yandan, Yahudiliğin dinsel tanım ölçütünü dışlayarak Yahudilerin Devleti de olamaz, ki o zaman da daima ileri sürdüğü laik karakteri şüpheli hale gelecektir.
Onyıllar boyunca, Yahudi ezâ-cefa tarihinden, Soykırımdan veya -daima güncel tutulan- komşu ülkelerin düşmanlığından (“güvenlik sorunu”) beslenerek negatif bir öz-bilince dayandırılan, çok vurgulanan, çok övünülen “dayanışma” da toparlayıcı işlevini uzun vâdede yerine getiremeyecektir. Çünkü Siyonizmin Filistin-öncesi evresine ait sosyalist düşünce mirası çoktan erirken, toplumsal eşitsizlik makası gitgide açılmakta, ilâveten yıllarca suskunlukla geçiştirilen etnik etkenler toplumu belirgin biçimde kutuplaştırmaktadır. Ama en önemlisi, işgâl edilen topraklar “ataların yurdu” diye kutsallaştırıldıkça ya da politik-askerî soruna Mesihçi-dindar misyonlar yükleyenler hükümetin barış sürecindeki karar yeteneğini esir aldıkça, İsrail’in barışa dair bir umudu olamayacaktır.
iz3w 247 (Ağustos 2000), s. 6-8 ve inamo 23/24 (Güz/Kış 2000), s. 43-44’ten ‘harmanlayarak’
(*) Sosyolog ve tarihçi Moshe Zuckermann Tel Aviv Üniversitesi Alman Tarihi Enstitüsü Müdürüdür. Akademik çalışmaları yanında sık sık İsrail politikasına ilişkin muhalif yazılar yayımlamaktadır. Aşağıda derlenen yazıları, barış sürecini kesintiye uğratan son olayların tırmanmasından önce yayımlandı. Bu yazılar, İsrail toplumunun genel bunalımını ortaya koyarak, son gelişmelerin arkaplanına dair bir resim çiziyor.- ç.n.
(*) “Kültür Kavgası”. 19. Yüzyılda Prusya’da Bismarck’ın Katolik Kilisesinin toplumsal gücünü “ulusal bilinç” lehine geriletmek üzere yürüttüğü devletçi-laisist mücadele.- ç.n.