Mümkün Olan Demokrasilerin En İyisi

Özelde İsrail devletinin genelde ise bir ideoloji olarak Siyonizmin Amerika’da pazarlanış şekli insana dudak uçuklatacak cinsten. İsrail neredeyse “mümkün olan demokrasilerin en iyisi”! Filistinlilere de bu oyunda, demokrasi beşiği İsrail uygarlığından nasibini alamamış, Siyonizm’in nimetlerini kavrayamamış, oryantalist literatürde çeşitli biçimlerde yinelenmiş “sabit fikirli ve öğrenme özürlüsü Arap” rolünü oynamak düşüyor. Oysa öğrenemeyen bir eyleyenden (agent) söz edilecekse olan bitende pek de sorumluluk alma taraftarı olmayan hattâ bunu neredeyse bilinçli bir millî politika olarak reddeden İsrail devletini ilk sıraya yerleştirmek gerekiyor.

Siyonizm’in nimetleri saymakla bitmeyecek cinsten. Gerek New York Times gibi daha ortada, gerekse The Nation gibi içinde Robert Fisk’ten Alexander Cockburn’a (ki Amerika’nın en ilginç zinlerinden biri olan Counter Punch’in editörü -bkz. www.counterpunch.org) değişik tonlarda liberal ve radikalleri barındıran dergilere Siyonist örgütlerce ya da mesela Anti Defamation League gibi daha dolaylı kuruluşlarca verilen ilânlar,[1] okuyucuya tarih yazımı, kapitalizm ve iktidar hakkında başka bir coğrafyanın dramı üzerinden yeniden sorular sorduruyor.

Bütün yayınları taramamız olası olmadığı için kesin bir rakam söylemek pek mümkün değil ama New York Times’daki görüntü itibariyle her “Filistin yanlısı” ilâna karşılık yaklaşık sekiz adet İsrail yanlısı ilân düşüyor. Tarihsel nedenlerle, Amerikan siyasetine ve örgütlenme yapısına Filistinlilere oranla daha hâkim olan İsrail yanlısı örgütler, ortamı bir dezenformasyon cehennemine döndürmekte beis görmüyorlar. Ne de olsa savaşın mekânı orasıysa “ideolojik savaşın” mekânı da burası. Savaşın ideolojik boyutunun ihracı (displacement) Ortadoğu’nun geleceği için oldukça anlamlı. Örneğin Ermeni soykırımıyla ilgili yakın tartışmalar da benzer bir anlayışa tekabül ediyor. Dünyada varlığımızın ve haklılığımızın neredeyse yegâne ölçütü Büyük Birader’in kimliğimizi dolayısıyla iddialarımızı onaylamasına bağlı. Birader bugünümüze müdahil olmakla yetinemiyor. Neredeyse obsesif bir şekilde geçmişi ve geleceğimizi de istiyor. İsrail-Filistin meselesi esnasında sadece bugün olan bitene değil, aynı zamanda yakın geçmişin yeniden inşâsına şahit oluyoruz. Üstelik bu inşâ projesi, “dur bakalım bu işler nasıl başlamış?” şeklinde naif bir entellektüel merakın doyurulması için değil, tarihe ve tarih içinden seçilmiş/karanlıkta bırakılmış olgulara abanarak bir haklılık ortamının yaratılmasına vesile oluyor. İlânların arasında “o bizim İsrailimiz ne yapsa yanındayız” tavrında olanları da var. Bu örgütlerin tarihe ihtiyacı yok, ne olmuş olursa olsun İsrail devleti haklı. Ancak özellikle de FLAME (Facts and Logics About the Middle East) gibi örgütler “olguları sunma” ya da “sadece gerçekleri söyleme” kisvesi altında İsrail resmî tarih tezini olgulardan oluşma! bir paket içinde temcit pilavı gibi Amerikan kamuoyunun ve Amerikan medya kanallarından beslenen ülkelerin önüne getiriyor. FLAME’in verdiği ilânların içeriği her seferinde birbirinden farklı olsa da hepsi “you deserve a factual look at...” diye başlıyor. “You deserve a factual look at TERROR in ISRAEL, how should it affect” the “peace process” ya da “You deserve a factual look at 100+Years of Zionism and 50+years of Israel. What Can The World Learn From It?” gibi... “Siyonizm herkesin gıpta ettiği bir ideolojidir. Komünizm ve Nazizm’in başaramadığını başarmıştır. Arap devletlerinin egemenliği altındaki Birleşmiş Milletler, İsrail’in içişlerinden elini çekmelidir” biçiminde özetlenebilecek FLAME ilânları bir dergi sayfası büyüklüğündeki bir alana sığdırılabilecek en fazla dezenformasyon ödülü gibi bir reklamcılık ödülünü hakediyor. Ancak ilânlar kendi başlarına bir yazı konusu teşkil edebileceği için bir büyük proje olarak Filistinliliğin tarihten silinmesi çabasının bir parçası olarak Amerikan kamuoyunun çeşitli biçimlerde yeniden şekillendirilmesine bakmayı daha uygun gördük.

OLGULARARASI HİYERARŞİ

Girişte de belirttiğimiz gibi Amerika’nın haberler, filmler, ilânlar, köşe yazılarından oluşan medyasının ağırlıkla İsrail yanlısı yayın yapmasının ardında, Musevi asıllı Amerikalıların Amerikan siyasetine ve ekonomisine Filistinli ya da daha genel anlamda Arap-Amerikalılardan çok daha önce dahil olmalarının yanısıra (ki bu müdahil olma durumu, Amerikan çokuluslu dev şirketlerinin yönetici kadrolarına, bankacılıktan Hollywood’a, hukuk aygıtının çeşitli dallarına bakılarak da gözlemlenebilir), İsrail-Filistin meselesi hakkındaki Filistin bakış açısının Amerika’da bilinmemesinin ardında başka bir neden yatıyor. Girişte belirttiğimiz üzere şimdiki duruma ilişkin hak iddiaları tarihin yeniden yazılmasıyla doğrudan ilintili. İsrail devletinin kurulmasının Amerika’daki en hâkim sürümü İsrail-Musevi resmî tarihininki. Oysa özellikle de kolonyalist ve neo-kolonyalist süreçlerle birlikte düşünüldüğünde, kamuoyuna sağladığı olgular itibariyle daha inandırıcı olsa da Filistin’in sesi ya hiç duyulmuyor ya da ortada herkesin ulaşabileceği kanıtlar varsa da “kaale alınmıyor”. Kamuoyunda açıktan Filistin’in yanında yer almak, Edward Said dışında pek az insan için tercih edilir bir durum. Zira uç durumlarda, akademik yapılar dışında veya ıssız kalma korkusu İsrail görüşünün eşit oranda bir Filistin görüşüyle karşılanmasını engelliyor.

Netice itibariyle, İsrail ve Siyonizm yanlısı kaynaklarca sürekli pompalanan ve Amerikalılara yegâne tarihmiş gibi sunulan anlatı, yalnızca çok sayıda tarihsel olguyu gölgelemek ya da anlatının tamamıyla dışına atmak ya da anlamsızlaştırmakla kalmıyor aynı zamanda, işgâl altındaki topraklarda yaşayan Filistinlilerin ya da İsrail devleti sınırları içinde yaşayan “İsrailli Arapların” (ki aslında onların da büyük çoğunluğu sınırların içinde kalmış Filistinlilerden başkası değil) halihazırda, sivil, toplumsal ekonomik ve siyasî haklardan yoksun yaşadıkları olgusuna hiç değinmiyor.

İsrail’in kuruluşunu Avrupa Musevilerinin makus talihine bağlayan bu görüşe göre, İsrail devleti, kutsal topraklarda her daim saldırgan bir Arap deniziyle çevrilmiş Musevilerin Eski Ahit ve Belfur Deklarasyonu’na dayanarak tarihsel olarak kendilerinin olması gerektiğini savladıkları bir alanda Siyonist hareketin bir başarısı olarak kurulmuştur. Bu hikâyenin bir bölümünün doğru olduğu su götürmeyecek bir gerçektir: Musevilerin çoğunun Avrupa’daki kaderlerinden kaçtığı doğrudur, ancak o sırada başka ülkelerde bulunan ve İsrailli-Musevi bir cemaatin içinde yaşamayı hiç düşünmeyen bir Musevi nüfusu da vardı. O sırada Amerika’da bulunan Musevilerin çoğu, hem ortalama Amerikan medyası sayesinde hem de Siyonist propaganda neticesinde, sözü edilen topraklarda o dönemde, daha sonra ulusal hakları Siyonistler tarafından tamamıyla hiçe sayılmış oldukça geniş bir Filistinli nüfusu olduğundan bihaberdiler. Meselenin daha ilginç yanı Amerikalıların çoğu hâlâ 1947’de Birleşmiş Milletler tarafından formüle edilmiş ‘Paylaşma Planı’nın her iki tarafın da reddettiği bir çözüm olduğunu da bilmiyor. Filistinliler 8000 yıllık topraklarının paylaşılması anlamına gelen anlaşmayı reddediyorlar, radikal Siyonistler ise Filistin topraklarının hepsini istiyorlardı.[2] Paylaşma planından hoşnut olanlar olduğu gibi, Museviler arasında da çokkültürlü, bütün kültürlere eşit uzaklıkta durabilecek demokratik bir Filistin devleti bayrağı altında yaşamaktan rahatsızlık duymayacak olanlar da vardı. Fakat tüm bu görüşler o sıralar azınlıkta olan ve Musevilerin kendi devletlerinin olması gerektiği iddiasında olan Siyonist dalganın gölgesinde kaldı. Kuruluşundan bu yana tek bir dinin toplumda egemen olmasından çekinerek 19. yüzyıl başında devlet ve kiliseyi birbirinden tamamiyle ayırmış, ulusal kilise kurumunu ortadan kaldırmış (Massachussets’deki de daha sonra yıkılmıştır) bir Amerika’da tek dinin mutlak egemenliğine dayalı bir devlet kurulması nasıl yandaş bulmuştur sorusu önemli bir sorudur.[3] Bunun böyle olması daha geniş kolonyalist yapılanmaya bağlanabileceği gibi Amerika içi dengelere (örneğin o yıllarda seçimlere katılan Truman’ın New York’taki Musevi nüfusun oylarına ihtiyacı olması gibi) de bağlanabilir. Ayrıca savaş esnasında Nazi rejiminin kıyımına yeteri kadar müdahale edemeyen, hattâ Musevilerin kaçışında da gerektiği kadar etkinlik gösterememiş Amerikan kamuoyunda oluşmuş suçluluk kompleksinin de payı vardır. Tüm bunların üzerine bir de daha önce kutsal topraklarda bir kez bile bulunmamış Amerikan Musevilerinin o sıralar Filistin’de olup bitenler hakkındaki romantizmle yoğrulmuş tutumları da eklenince kutsal topraklar üzerinde yükselecek bir İsrail devleti projesi, Amerikan kamuoyunda kabul edilebilir bir fikir olarak yer almıştır.

İsrail-Filistin tarihinin Amerikan kamuoyunda çoğu zaman gözden kaçırılan bir tarafı da İsrail devletinin kuruluşu aşamasında yaklaşık 750 bin, 1967 yılında ise buna ek bir milyon Filistinlinin yerinden edilip çeşitli ulus devletlerin sınırları dahilinde sığınmacı hayatı yaşamaya başlamalarıdır. Bölgedeki devletler ve Avrupa’nın kimi yerleri ile Amerika’ya dağılmış sığınmacı Filistinli sayısı günümüzde yaklaşık üç milyonu bulmuştur.[4]

Oysa daha önce de belirttiğimiz gibi İsrail devletinin kuruluşu kolonyalist bir bağlama atıfta bulunmadan yeterince anlaşılabilecek bir süreç değildir. Her şeyden önce İsrail devleti, İngiltere, Fransa ve bir ölçüde İtalya’nın Ortadoğu’nun neredeyse tamamına hâkim oldukları ve Sykes-Picot ve benzeri anlaşmalarla bölgenin haritasını istedikleri biçimde çizebilecekleri bir kolonyal dönemde kurulmuştur.[5] İngilizler kutsal topraklara giden Musevileri destekliyorlardı. Zira bu kolonileştirme sürecinde yer değiştiren Museviler “Batılı”ydılar. Batı ülkelerinden gidiyorlardı ve kökenleri Doğu’da da olsa pek çok yönden Batılılaşmış bir dinleri vardı. Kolonileştirme projesinin ötekisi olan Araplar ise “Doğulu”, “Oryantal” ve “Uygarlıktan nasibini alamamış” bir topluluk olarak görülüyordu. Soğuk Savaş yıllarının başlangıcında, her ne kadar görüşmeler esnasında Filistinlilere devlet vaadedilse de öncelikle İngiliz ve daha sonra da Amerikan devletinin bölgedeki stratejik ve kolonyal çıkarlarına bir Musevi devleti daha uygun düşüyordu. Aynı güçler bir yandan Filistinlilere devlet vaadederken öte yandan aynı toprakları üzerinde Siyonist bir rejim kurmaları için aynı vaadi Musevilere de yapıyorlardı.

Elli iki yıllık yerlerinden edilme ve sığınmacılık tarihinin daha insanî tarafları da tahmin edilebileceği gibi Amerikan kamuoyunda pek taraftar bulamayan bir mesele. Yersiz yurtsuzluğun ve özellikle bölgede sığındıkları devletlerde çoğu zaman vatandaşlık hakkından yoksunluğun tarihi ve olguları da Amerikan kamuoyunu ilgilendirmiyor. 20. yüzyılın haklar anlayışı hâlâ bir ulus devletin vatandaşı olmak üzerine temellendiği için herhangi bir ulus-devletin vatandaşı olmayan insanların insan olduğu da unutuluyor. Örneğin Lübnan’ın sığınmacılar konusundaki tutumu bunun tipik bir yansıması.[6] Ürdün ve Suriye’deki Filistinlilerin durumu Lübnan’dakilere oranla oldukça iyi olmasına ve vatandaş sayılmalarına rağmen, içinde bulundukları ülkelerde Filistin devleti lehinde örgütlenmelerine ve bir dayanışma hareketi oluşturmalarına ya izin verilmiyor ya da yakından takip ediliyorlar. FKÖ’nün 1970 yılında Ürdün’de eritilmesi, 1982 yılında Beyrut’tan atılması ve daha sonraki Sabre ve Şatila katliamları siyasî örgütlenmenin diğer ulus devletler tarafından yasaklanmasına örnek teşkil ediyor.

İsrail’in Ortadoğu’da mümkün olan demokrasilerin en iyisi olduğu düşüncesi ise oldukça popüler bir görüş. Bu sav, İsrail’in Musevi vatandaşları için doğruluk payı taşısa da, İsrailli Araplar temel sivil, siyasî ve insan haklarından yoksul yaşıyorlar. Bu arada İsrailli Arapların Filistinli olmadıkları gibi yaygın bir görüş de hâkim, oysa İsrail’deki Arapların büyük bir çoğunluğu topraklar bölünürken, İsrail tarafından kalmış Filistinlilerden başkası değil. Filistinliler vergi ödeyip devlete sadık oldukları sürece sorun yok, ancak iş, mülk sahibi olmaya, seyahat etmeye, iş bulmaya ya da kimi zaman üniversite eğitimi almaya geldiğinde sorun başgösteriyor. Mülk edinme ya da İsrail devleti kurulurken kaybettikleri mülkleri talep etme hakları yok. 1950 tarihli yasa (Absentee Property Law - Meçhul Mülk Kanunu), İsrail devletine mülklerinin başında bulunmayan Filistinlilerin mülklerine konma hakkı veriyordu. Bu insanlar sadece akrabalarını ziyaret ya da seyahat için evlerinden uzaklaşmış olsalar da durum değişmiyordu.[7] Bunun yanısıra, 1948 yılında bölgeyi terketmek zorunda kalmış Filistinlilere daha sonra geri dönüp eşyalarını alma hakkı dahi verilmemişti. Dolayısıyla teoride ‘demokrasi’ olduğunu savlayan İsrail devleti, pratikte kendi kuruluş sürecinin doğal bir uzantısı olan sığınmacılık tarihi ve sığınmacıların halihazırdaki durumu konusunda ahlaki ya da hukuksal herhangi bir sorumluluğu reddediyor.

Öte yandan İsrail’e dönüş yasası, hangi ülkeden geldiklerine bakılmadan bütün Musevilere, daha önce kutsal topraklarda yaşamamış olsalar dahi “geri dönme” hakkı tanıyor (bkz. Davis, 1995). Oysa bölgede sekiz bin yıldır yaşamış ve İsrail topraklarında mülk sahibi olan Filistinlilerin mülklerinden vazgeçmiş olsalar dahi İsrail yasaları altında topraklarına dönme hakları yok. Bizzat ırksal ayrımcılık temeline dayalı bu yasa kendisinin demokratik bir devlet olduğunu savlayan bir devletin inandırıcılığı konusunda kuşku uyandırıyor. İsrail devleti kuruluşundan itibaren çokkültürlülüğü tolere eden, hakların bir dinin ya da etnisitenin içine sıkıştırılmadığı demokratik bir proje olarak tasarlansaydı belki bugünkünden farklı bir yerde olurduk.

Hikâyenin gözden kaçırılan, hattâ neredeyse gizlenen bir başka yanı da 400’den fazla Filistin köyünün yerle bir edilmiş olması. Yine Davis’in belirttiği gibi Filistinlilerin bölgedeki varlığının tarih kitaplarından ve akademik söylemden tıpkı yerle bir edilen köyler gibi yok edilmeleri ise Siyonist projenin bir parçası. Örneğin Golda Meir 1970’lerde Filistin diye bir yer olmadığını iddia ettiği gibi Filistinlilerin de varlığını inkâr ediyordu.

Aslında çoğu ülkedekinden farklı olarak Amerika’da Filistinlilerin adil bir tarihinin yazılabilmesi için yeterli kaynak varsa da, genelde hap bilgilerle yetinmeye alışmış ve meselenin aslını öğrenmeye pek de gönüllü olmayan ve zaten kendilerini doğrudan ilgilendirmediği için aslında çok da önem atfetmeyen bir Amerikan kamuoyundan söz ediyoruz. Yine aynı kamuoyu halihazırda devlet olmayan Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nin uluslararası yasalar ve hattâ ABD tarafından bile “işgâl altındaki” topraklar olarak nitelendirildiğini bilmiyor. Medyanın kafaları karıştırmasıyla iyiden iyiye bir keşmekeş halini almış, bu konudaki yaygın görüş, söz konusu bölgelerin işgâl altında olmadığı İsrail yönetimi altındaki topraklar olduğu yönünde. Oysa bu görüş dolayısıyla İsrail’in semantik hamlesi Cenevre Sözleşmesi’ne de aykırı. Bu “yönetim altındaki topraklar” söylemine bağlı olarak, 1980 yılında İsrail devleti tarafından yasalara aykırı biçimde işgâl edilmiş Doğu Kudüs’ün kimi bölgelerinde barış sürecine rağmen, devletin topraklar üzerinde illegal yapılanmaya göz yumduğu da bilinmeyenler arasında.

Basit haklardan dahi yoksun Filistinliler bu bölgede, Osmanlı’dan kalma, İngiliz ve Ürdünlü (Batı Şeria 1949-1967 yılları arasında Ürdün’ün işgâli altındaydı) olmak üzere üç değişik yasal çerçeveye tâbiler. Bunlara ek olarak İsrail’in sivil yönetiminin (ki aslında işgâl orduları) ve Filistin hükümetinin yasalarına da tâbiler. Bu yasalar, örneğin 1945 tarihli İngiliz Acil Savunma Düzenlemeleri, sınırları çok da belli olmayan acil durumlar halinde nüfusun sürülmesi, ihraç, evlerin yıkılması ve ilgili kişilerin nedensiz yere veya herhangi bir yasaya dayanmaksızın gözaltında tutulmalarını gerektiriyor. Gözaltındakilere ne olacağı ise gizli delillere dayanarak karar verilecek bir mesele (bkz. J. Bowyer Bell, 1985). Tüm bunlar güvenliğin korunması için İsrail tarafından gerekli görülüyor. Bütün bunlara ek olarak, işgâl edilmiş topraklardaki 30 yıllık İsrailli “sivil” yönetim, sıhhi şartların iyileştirilmesi, su sağlama ya da sağlık hizmetleri konusunda çok yetersiz. Zaten kısıtlı olan hizmetler çatışma zamanlarında iyice azalıyor, çoğu durumda da huzursuzluğu bastırma yöntemlerinden biri olarak kullanılıyor. Eğitimin de sekteye uğradığı Batı Şeria’da son on beş yılda üniversiteler de keyfi olarak kapatılıyor.

SONUÇ YERİNE

30 Eylül günü 12 yaşındaki Muhammed al-Durah’ın Gazze’de öldürülmesiyle başlayan olayların dünya medyasına yansıma biçimi aslında yukarıda çeşitli biçimlerde ortaya koymaya çalıştığımız dezenformasyon üretiminin işbirlikçiliğe evrilmesinin tipik bir örneğiydi. Haber ajanslarının bütün dünyaya saniyesi saniyesine geçtiği fotoğrafların ilkinde Muhammed henüz yaralanmıştı. Birazdan babasının kaburgalarına yaslandığı yerde can verecek ve savaşın önemsiz bir yan ürünü olarak istatistiklere geçecekti. Ajanslardan gelen ilk haberlere göre küçük Muhammed “çatışma!”da can vermişti. Ortada çatışma filan yoktu. Gazeteci Robert Fisk dünya kamuoyunu uyarmaya çalıştığı yazısına şöyle başlıyordu:

“Ortadoğu’ya ilişkin haberlerde ne zaman çatışma ya da çapraz ateş sözcüklerini duysam, olayın gerisini dinlemeden ne olduğunu anlarım: Çoğunlukla bu, İsrailliler suçsuz bir insanı daha öldürdüler anlamına gelir.”

1996’da Time dergisi Lübnan’ın güneyindeki Kana’da ölmüş bir bebeğin fotoğrafını basıyor ve “çatışmada öldüğünü” söylüyordu. Oysa ortada çatışma filan yoktu, İsrail kuvvetleri sivilleri bombalamışlardı.

Genel hatlarını çizmeye çalıştığımız Amerikan medyası örneği enformasyon çağının, kimi zaman önemsiz ve küçük olarak nitelendirilebilecek semantik oyunlarla nasıl bir dezenformasyon cehennemine dönüşebileceğine can sıkıcı bir örnek teşkil ediyor.

[1] Bu ilanlar, olayların başladığı ilk günlerde Brooklyn gibi yerlerde saldırıya uğrayan Musevilerin akabinde verilmişti ve içerik itibarıyla Musevi karşıtı olmanın ırkçılık olduğunu savlıyor, dolayısıyla Arapları Almanlarınkine benzer bir ırkçılık töhmeti altında bırakıyordu.

[2] J. Bowyer Bell, Terror out of Zion, 1985.

[3] Burns, Peltason, Cronin and Magleby, Government By the People, 1997, Prentice Hall, NJ.

[4] Jarrar, Najeh, “Citizenship and Palestinian Refugees.” Israel-Palestine Journal, Yaz-Güz 1996, c. III, no.3, 4.

[5] Peretz, Don, The Middle East Today, 1979, Westview Press.

[6] Nasrallah, Fida. “Lebanese Perceptions of the Palestinians in Lebanon; Case Studies.” Journal of Refugee Studies, c.10, no.3, 1997 ve Farid al Khazan. “Permanent Settlement of Palestinians in Lebanon: A Recipe for Conflict.” Journal of Refugee Studies, c.10, no.3, 1997.

[7] Davis, Uri, “Jinsiyya Versus Muwatana: The Question of Citizenship and the State in the Middle East; the cases of Israel, Jordan and Palestine.” Arab Studies Quarterly, c. 17, s.1 ve 2, Kış-Bahar 1995.