Her şeye Rağmen Barış mı?

Eylül ayında başlayan ve kısa zamanda intifadaya dönüşen öfkenin kısa sürede yatışacağı sanılıyordu. Ama bu kez durumun farklı olduğununun göstergeleri hayli fazla. Filistin ve İsrail karşılıklı olarak güvenlerini yitirmiş durumda. Dünya coğrafyasında “barış” sözcüğünün bu kadar çok dile getirildiği bir başka bölge olmadığı halde yıllar sonra ve 5. ayını dolduran krizin geldiği noktada, her iki kesim için de neredeyse hiçbir anlam ifade etmiyor. Her iki tarafın yöneticileri, istihbarat raporları, uluslararası gözlemciler de bu tesbiti kabul ediyor. Çünkü tek yanlı barışa kimse inanmıyor. Özellikle Filistin halkı açısından “barış” bir oyalama taktiği anlamına geliyor. Ve “barış” sözcüğünün içeriğinin boşaldığı, kelimenin insanlara yabancılaştığı,“şeyleştiği” bir dönemden geçiliyor. Böyle bir dönemden geçilmesi de nedensiz değil. Yaklaşık 10 yıllık bir süreçte birçok aşamadan geçen ve kimi zaman tünelin ucundaki ışığın göründüğüne inanılan “barış sürecinde” pratikte birçok noktanın değişmediğini gören Filistin halkı bir yandan sürece muhalefeti yükseltirken, barışa hiçbir zaman inanmamış, Filistinlilerle birlikte yaşamak bir yana, yapılan anlaşmalar gereği işgâl topraklarını bırakıp yan yana iki ayrı devlet şeklinde bile yaşamaya yanaşmayan İsrail’deki sağcı ve ortodoks kesimlerin politikaları ve provokasyonları sonucu İsrail içindeki “barış yanıları” pasifize olmuş durumdalar.

Artık bir anti-barış sürecinden söz edebiliriz. Bu anti-sürecin karşılıklı olarak tırmandırıldığına yönelik yorumlar ise, zaman zaman kendi yönetimleri tarafından aldatılsa, baskı altında tutulsa, manipüle edilse bile Filistin halkına yapılan haksızlık gibi görünüyor. Çünkü Dünya ve Türkiye medyası için 5 aydır devam eden kriz “şey”leşip gündemden düşüp, paylaşılamıyan ne diye sorulsa bile, akıllardan çıkarılmaması gereken, Filistin halkının her şeyden önce mazlumiyetini, ezilmişliğini, kovulmuşluğunu unutmamak gerikiyor. Ve “barış” denen “kutsal” kelimenin, her şeye rağmen gerçekleşmeyeceğini, gerçekleşmemesi gerektiğini bilmek gerekiyor. Kaldı ki, NATO ve BM çerçevesinde gelişen ’90’lı yıllarda yaşadığımız Bosna ve Kosova olaylarının ardından gelen barışın “ne kadar” olduğunu biliyoruz. Üstelik uluslararası gücün müdahalesi sonucu gerçekleşen Balkan barışının bu kadar olabildiği bir dönemde, İsrail’in yıllardır süren bir sorunda uluslararası bir gücün varlığını hiçbir zaman kabul etmediği, etmeyeceği biliniyor.

Belki de sorulması gereken her şeye rağmen “barış” mı sorusu.

BM gözlemcileri İsrail askerleri ile Filistinliler arasındaki çatışmaların bölgede yayılma eğilimi gösterdiğini, hızla bölgesel bir çatışmaya dönüştüğünü ve bir an önce barış masasına dönülmesi gerektiğini söylüyor. Filistin Otoritesi, Arafat başkanlığında, İsrail’e karşı uzun süredir yapmadığı bir girişimi gerçekleştirip ulusal birlik adı altında diğer gruplarla aynı masaya oturması, her ne kadar konjonktürel bir ortaklık gibi görünse de önemli bir gelişme. FKÖ’nün çekirdeğini oluşturan El Fetih’in daha önce İsrail’in isteği üzerine tutukladığı sürgüne gönderdiği ve bir anlamda nefes almalarına izin vermediği, Hamas ve İslâmi Cihad ile ittifaka gitmesi anlamlı.

“İntifada Yüksek Komitesi” adı altında birleşen gruplar, her gün gelişmeleri değerlendirmekle kalmıyor, özellikle El Fetih ile farklı gelenek ve tabanlara sahip, İsrail’in korkulu rüyası Hamas ve İslâmi Cihad gibi oluşumların da katılımı ile “düşmana” karşı tek blok görüntüsü çizmeye çalışan Arafat yönetimi de krizin uzun süreceğinin sinyallerini veriyor. Üstelik barış anlaşmalarında pazarlık malzemesi olan bu grupların şimdilik bile olsa yönetim tarafından “tanınması”, Arafat yönetiminin, yeni bir sürece girdiğinin işareti; bu süreç, bir sonraki görüşmelerde İsrail ile yapılacak olan pazarlıkların da önünü tıkayabilir.

Yani Arafat yönetimi artık bir yol ayrımına gelmiş durumda. Belki de Gazze ve Batı Şeria’da uzun yıllardır ilk kez “mutabakat” sağlandı. Bu nedenle barış en azından Filistinliler için uzak bir hedef artık.

Barak hükümeti ise, Ariel Şaron’un düşürdüğü tuzaktan kurtulamamanın bedelini seçim kararı almakta buldu ve bir yandan önümüzdeki yıl yapılacak seçime hazırlanırken, bölgenin en güçlü ordusuna sahip bir ülke ve bir savaş makinası olmakla yetinmeyip, rezerv askerlerini silah altına alabileceğini açıkladı.

Ölü sayısının 300’ü aştığı yaralananların ise 13-14 bin arasında olduğu ve bunların hemen hepsinin Filistinli olduğunu düşünürsek, Filistin cephesindeki barışa olan inancın ve barış için sürdürülecek çabaların ne kadar zor olduğu görülüyor. Yani işin asıl önemli ve zor yanı; süreci zorlaması gereken asıl taraf İsrail, İsrail’deki sol ve barış güçleri.

İsrail ve diaspora Yahudilerinin kurduğu Peace Now Hareketinin tüm handikaplarına rağmen, çatışmaların başladığı ilk günlerde olmasa da ilerleyen aylarda seslerini yükseltmesi İsrail gibi “düşman denizinde bir ada” söylemi ile güvenlik paranoyası içinde yaşayan bir toplumda çok önemli.

Shalom Achsav ya da Peace Now hareketi İsrail’de en itibarlı ve inandırıcı barış girişimi. Hareketi kuranlar 1978’de biraraya gelen İsrael Defense Force, İsrail Silahlı Kuvvetleri ya da İsrail Savunma Güçleri’nin mensubu 348 rezerv asker-subay. 18 yaşına gelen her İsrailli askere alınıyor. Erkeklerde 3 yıl kadınlarda 21 ay askerlik zorunlu. Askerlik sona erdikten sonra, 45 yaşına kadar küçük istisnalar dışında her İsrailli her yıl 39 gün süreyle orduya katılıyor; ordunun her kademesinde görev aldıkları gibi çatışmaya girebiliyor, güvenlik görevi üstlenebiliyor. Peace Now hareketini anlamlı kılan da hem asker hem de sivil sayılabilecek kişiler tarafından kurulması. Sloganları ise Menahem Begin’in ünlü sözü: “Gerçek güvenlik gerçek bir barışla sağlanır”.

Ancak Peace Now hareketi de işlerinin ne kadar güç olduğunun farkında. Çünkü İsrail, zihinlerinde ve bilinçaltlarındaki tarihsel yalnızlık duygusu, nesilden nesile aktarılan sürgün, katliam ve pogrom jargonu ile ayakta tutuluyor. Nesilden nesile aktarılan, diaspora tarafından gündemde tutulan “anavatan”, “tek vatan” söylemi, ayrıca kutsal metinlerle desteklenen bu söylemler, özellikle çatışmaların yükseldiği dönemlerde barış yanlılarının işini zorlaştırıyor. Barış yanlıları seslerini duyurabilecekleri kanallar bulamamaktan, medyada yer alamamaya, ortodoks Yahudilerin tepkilerini çekmeye kadar birçok şeye göğüs germek durumdalar. Ama Filistinlilere karşı her türlü yöntemi mübâh gören İsrail, içeride farklı bir demokratik, çok sesli geleneğe sahip; barış yanlılarının hiçbir zaman “vatan haini” olarak suçlanmadıkları, gazete ve dergilere barış yanlısı ilânlar verebildikleri biliniyor.

İsrail’deki hareketin içinden çıkan diaspora Yahudilerinin kurduğu kardeş örgüt American Peace Now’ın (APN) çıkış noktası ve barış için öngördükleri şartlar da aynı. Detaylar haricinde 5 temel esasa dayanıyor.

1. Güvenli ve gerçek barış İsrail’in Gazze ve Batı Şeria’dan çekilmesine bağlı.

2. Kurulacak Filistin devletinin askerî güçünün sınırları belirlenmeli.

3. İsrail ve Suriye arasındaki barış görüşmeleri ile İsrail’in Golan Tepelerinden güvenli bir şekilde geri çekilmesi sağlanmalı.

4. Bölünmemiş bir Kudüs’te hem İsrail hem de Filistinlilerin ulusal ve dinî varlıkları gözardı edilmeden çözüme ulaşılmalı.

Detaylarda yaşanacak birçok sorunu bir yana bırakacak olursak, tüm İsrailliler’de olduğu gibi barış yanlılarının da en çok vurgu yaptığı konunun güvenlik olduğu görülür. Çünkü yanyana yaşayan ve yaşamak zorunda olan iki toplumun birbirlerine olan güvensizliğinin ve hattâ zaman zaman “nefret”inin- barış yanlısı bile olsalar- aşılamadığı ortada. Özellikle kurulması öngörülen Filistin devletinin askerî varlığının ve gücünün maddeler arasında olması güvensizliğin ve korkunun vardığı noktayı daha iyi açıklıyor. Ancak, PN’nin Filistinin askerî sınırlarının çizilmesini öngördüğü maddenin karşılığında İsrail’e hiçbir karşılık biçmemesi de Filistinliler açısından büyük ve kabul edilemez bir eksiklik; özellikle Filistin’in askerî açıdan karşılaştırılamayacak denli güçsüz ve eğitimsiz olduğu düşünülürse. Yani güçlü bir İsrail ve “iğdiş edilmiş” bir Filistin önerisi, Filistin halkı için şu an içinde yaşanan koşullardan farklı olmayacak gibi görünüyor.

PN Hareketi İsrail’in güvenliğinin, demokrasisinin ve Yahudi karakterinin, Filistin ve Araplarla olan ilişkisinin işgâl edilen topraklardan çekilmesi ile gerçekleşeceğinin altını çiziyor, ki bu çok önemli. Diğeri ise işgâlci yerleşimciler. Hareket geçtiğimiz ay yayımladığı bir bildiri ile yerleşimcilerin bir an önce Filistin topraklarından çıkarılmasını istedi. Hattâ detaylara da girilerek, Batı Şeria ve Gazze’de 700 Filistin kasaba, köy ve şehrinın içinde, yanında veya bu bölgeler arasında yaklaşık 145 yerleşim yeri olduğu yani 3 milyon Filistinlinin arasında sadece 195 bin İsraillinin yaşadığını açıkladı. Ve yaşanan krizlerin nedeninin de devlet politikası gereği Filistinlilerin arasına yerleştirilen yerleşimcilerden ve işgâlden kaynaklandığı vurguladı. Ve PN İsrail hükümetine anlaşmalar gereği belli bir program çerçevesinde yerleşimcileri geri çekmesi ve Kudüs dahil 1967’de işgâl ettiği topraklardan, “yeşil hat”ta geri çekilmesi uyarısında bulunuldu.

Birçok handikapına, İsrail’deki tüm savaş yanlılarına rağmen PN Hareketi yavaş da olsa büyüyor. Bu önemli olduğu kadar umut verici. Ama barışı sadece barış yanlılarının kuramayacağı da biliniyor. PN özellikle Filistin medyasının daha soğukkanlı olması gerektiğini, El Aksa İntifada’sında bazı yayın organlarının Barak’tan bile şahince tutum takındığını, bunun uzun vadede var olan nefreti körükleyeceğini belirtiyor. Ve her şeyden önce hem kendi sempatizanlarını hem de İsrail kamuoyunu barış için gösterdikleri çabaların nasıl bir etki yaptığını anlamak için olaylara Filistinliler açısından, onların gözüyle de bakmak gereğinin altını çiziyorlar.

PN en azından somut önerilerle İsrail halkının, Filistinlilerle birlikte olmasa bile, yan yana yaşamak zorunda olduğu gerçeğini göstermeye çabalıyor.