Kim bir cüce tekmelemek ister?
Yüzü öteki erkeklerin yüzü gibiydi. Tam da onlarınki gibi demek değildi bu. Çünkü çizgi çizgi ve buruşuktu. Bunu bir kusur gibi görmüyordu; çünkü böyle yaratılmıştı. Başkaları böyle değilse elinden bir şey gelmezdi; o olduğu gibiydi, değişemez, güzelleşemezdi isteyerek böyle olmamıştı; fakat bundan başka türlü olmak da istemiyordu.
“Cücelerin insanlardan daha eski bir ırktan geldiği söylenir, çünkü biz daha doğduğumuzda yaşlıyızdır ” diye fısıldardı kulağıma. İnsanlardan farklı, bir ırka ait olmak hoşuna giderdi. Onun yaşadığı zamanlarda, cüceler, biraz büyüdüklerinde aileleri onları panayırlara satarmış ve bir-iki domuz, birkaç arşın kumaş alınabilirmiş bu parayla. Bu tür tuhaflıkları görmek için panayırlara toplanan insanlar, onları aşağılayarak, tekmeleyerek kimi zaman sadece dokunarak eğlenirmiş. Bir cüce doğurduğu için tiksinse de, sırf onu satabilmek için, bu garip yaratığı emzirirmiş anneler. O da böyle nefret dolu bir memeden emzirilmişti. Bir prense satılmıştı. Cüceler soytarıydı; kendi ırkını da pek sevmezdi bu yüzden. Ama cücelerin kaderinin soytarılık olduğunu bilirdi. Çünkü “ fiziki kusurları” dışında bir insanın tüm niteliklerine sahip olsalar da cüceleri kimse insan olarak görmezdi. Zenginler, cücelerini çocuklarını eğlendirmekle görevlendirirlerdi. Oysa çocuklarla oynamaktan nefret ederdi onlar; çocuk değillerdi ki. Beyefendiler, karıları ya da sevgilileri eğlensin diye cüce hediye ederlerdi onlara. O zamanlar, oldukça anlamlı bir jestti bu. Cücelerinin yanında rahatça soyunurdu bu hanımlar, o zaman genç cücelerin yüzleri kızarır, içleri karmakarışık duygularla dolardı ama kimse bunun farkında olmazdı. Eğer, farkına varılacak olursa, herhalde oldukça eğlenceli bulunurdu bu durum. Bütün bu zalimlikleri yüzünden insan ırkını küçümserdi cüce. Efendisi de gerçek bir zalimdi. Özellikle bu yüzden onun cücesiz olamayacağını, cücesi olmadan kendisini efendi gibi hissedemeyeceğini de bilirdi.
Onunla yani Pår Lagerkvist’in cücesiyle çok uzun yıllar önce tanıştım. Yasadışı bir tanışma olmuştu bu; çünkü kimse bana okumam için bu kitabı vermemişti. Cüce’yi defalarca, kitaptaki ilk hikâyeyi ise -Barabbas- ancak yıllar sonra okudum. Yukarıda anlattıklarımın hangisini kitapta okuduğumu, hangisinin hayal gücümün ürünü olduğunu söylemem zor. Ama bütün bunları bana cücenin anlattığına kuşkunuz olmasın. Artık, her cücenin suratında o tarifi imkânsız ihtiyarı aramamak olanaksızdı benim için. Sirklerdeki gösteriler, cücelerin kötü kaderini hatırlatan bir işkenceye dönüşmüştü. İlkokulu bitirmiş, ortaokula başlamak üzereydim. Ben de vakitsizce yaşlanmıştım. Boyuma posuma bakılacak olursa onlardan sayılırdım. Cüce gizli gizli sevinirdi herhalde buna.
Şimdi, size sonraki yıllarda cücelerle ilgili hissettiklerimi anlatabilirim. Biraz düşününce pekâlâ birkaç anı da bulabilirim- hatta uydurabilirim- Ama “insan hissettiği gibi değil anımsadığı gibi konuşmalıdır” diyen yazara inanıyorum ben. Ve sonrasına ilişkin hiçbir şey anımsamadığımı itiraf ediyorum.
Öyleyse, sinemada zaman aşımı denilen bir tekniği kullandığımızı varsayalım Ve bir sonraki sahnede, boyum büyümüş ve yaşlanmış olarak, Reha Muhtar’ın büyük haber merkezinin hazırladığı bir haber bültenini izlerken görüldüğümü düşünün. -Tabiî film icabı- Bu bültende, formatı insanların fiziki kusurları ya bir cüce ile devin “anormallikleri” üzerine oluşturulmuş bir bölüm var. Bu bölüm, sık sık -belki de her gün- bültenin olağan bir parçası olarak yer alıyormuş. Burada konu önemli değil. Cücenin kusurları, sandalyeye çıkmak için birinin onu kaldırmak zorunda kalması, güzel ve uzun boylu kızlar tarafından kucağa alınarak öpülüşü, cücenin o imkânsız, zavallı çapkınlığı, cüceye öpücük veren kızların, o alaycı lütufkârlığı. Kısaca, konu, cücenin cüceliği ve adı Pire Mehmet olan cüce “normal” insanların yapabildiği, kendisinin yapamadığı hareketleriyle eğlencenin ta kendisi. Cücenin yanında iyice dev gibi görünen diğer adamın kendi “anormalliğini” sergilemenin dışındaki bir diğer rolü ise, cücenin cüceliğini iyice vurgulamak olmalı. İkisi yan yana geldiğinde aradaki farkın, en geri zekâlı izleyiciyi bile güldürebileceğini hesap etmiş televizyoncular. Ekran için değerli bir malzeme teşkil eden bu çift, meşhur çarkıfelek programına da katılmış olmalılar ki, tehlikesiz sayılabilecek bir gündüz saatinde televizyonu açtığımda, bir paparazzi programının alt yazıyla yapılan tanıtımıyla karşılaşıyorum : “ Pire Mehmet’i Mehmet Ali Erbil kucağına almak zorunda kaldı. Pire Mehmet çarkı bir tabureye çıkarak çevirdi, bu görüntüleri kaçırmayın “ Bu alt yazı defalarca ve defalarca ekrandan geçiyor. Televizyonu kapatamıyorum, büyülenmiş gibi önünde duruyorum ve alt yazının yeniden, tekrar ve tekrar geçmesini bekliyorum. Kafamda, bir canavar gibi cevabını soğuran o eski soru, dönüp duruyor; bir insan, insan olmanın en küçük bir niteliğini taşıyan bir insan, bir cüceye neden güler. Bir cücenin boyunun bir sandalyeye çıkamayacak kadar kısa olmasında gülünç olan ne? Primo Levi’ nin Nazi ölüm kampları için söylediği gibi “neden! nedeni yok.” Toplama kampında kalmış ve oradan “sağ” kurtulmuş olan Levi, akılla sorulup, akılla cevaplandırılamayacak, çünkü aklın, bizzat sorumlusu olduğu bu “soru” nedeniyle hayatına son vermişti.
İçimiz, kurumuş bir nehir gibi, umutsuz, “insan”dan uzak o ilk karanlık kaynağına doğru akıyor. Kendi yok oluşuna yönelmiş inatçı bir akış bu, sanki baştan beri farklı bir hedefi olmamış gibi. Ya da böyle düşünmeye zorlayan...
Benim arkadaşım olan cüce, göz kırpan yıldızlara bakıp, gecenin kitabını okur ve bu zalim ırka lanetler yağdırırdı. Ama o zaman bile insan denilen yaratığın kendini yok etmek için hiçbir lanete ihtiyacı olmadığını anlatabilmişti bana.
Giderek daha çok “insanî hayvanat bahçeleri“ haline gelen televizyonlar, Reha Muhtar’ın bu parlak buluşunu taklit etmekte gecikmezler herhalde. Belki de çoktan olmuştur bu. Zaten küçük lösemi hastalarının, yoksul böbrek hastalarının, yani çaresizlikleri ve zavallılıklarıyla teşhir edilmek için panayırlar yerine haber bültenlerini dolduran insanların rolleri de, cüceden farklı değil. Televizyoncuların, Fellini’nin Ginger ve Fred’indeki gibi bütün bu tuhaflıkları, bir yılbaşı özel programı için bir araya getirmeyi hâlâ düşünememiş olmalarına şaşıyorum. Hemen bütün haber bültenlerinde, aynı dramatik müzik ve ağır çekim numarasının eşliğinde, rayting artırıcı birer malzeme olmanın, ellerine geçmiş tek fırsat olduğunun farkında bu insanlar yaralarını açıp bizlere gösteriyor. Televizyon seyircisi dediğimiz, toplum dediğimiz tanımlanamaz yaratık, onlara merhamet duymuyor, yardım etmeye kalkışmıyor. Yalnızca seyrediyor. Bir tür görsel kanıksama yoluyla aklımızı ve merhametimizi çoktan kaybettik. Baudrillard’ın -biraz aşırı bulunsa da- “gerçekliğin aşılması “ diye ifade ettiği gerçeklik krizinde, insanlar artık gerçek duygularını yaşayamıyor, onları harekete dönüştüremiyor, dolayısıyla. merhamet duyamıyor ancak merhamet duyarmış gibi davranabiliyor. Panayırdaki sakallı kadını ya da fil adamı seyreder gibi ilkel bir merakla bu felaketleri izleyenler, boyları 70 cm. olmadığı, yanlış bir iğneyle kollarını ya da bacaklarını kaybetmedikleri, çocuklarının üzerine henüz benzin dökmek zorunda kalmadıkları için rahatlıyorlar belki. Yalnızca felaket gösterileri değil, en önemli haberler de, zihinlerde bir çizgi filmden fazla yer tutmuyor. Gazete ve televizyonlar, “bu büyük özgürlük ortamında” yolsuzluk haberlerini çarpıcı puntolarla, “şok edici” görüntülerle yayımlıyor; çünkü bunun artık bir sakıncası kalmadı. Her şey gözlerimizin önünde, elimizin altında, aptalların özgürlüğü armağan edildi bize. Kimse, o ekranda gördüğü ya da gazetede okuduğu şeyden ne etkileniyor, ne hatırlıyor, ne harekete geçiyor ne oy vermekten vazgeçiyor. Sık sık söylendiği gibi akıl ve duygu arasındaki bağ koptu. Evi yıkılmasın diye ya da işsiz olmasını protesto etmek için, çocuğunun üstüne benzin döküp yakmaya çalışan o insanlar, kibriti gerçekten çaksa, televizyon seyredenler hiçbir koku duymayacaklar, her şey bir sonraki haberde unutulmuş olacak, araya bir reklam girecek ve az sonra 500 milyar dağıtan, ağırlığınca altın dağıtan, araba dağıtan bir program başlayacak.
Evet diyordum ki, cüceler iyice revaçta olabilir televizyon kanallarında; insanların cücelere ihtiyacı artıyor. Yalnızca panayırdaki gibi onları tekmeleyemediklerine hayıflananlar çıkacaktır. Ama adına hâlâ insan dediğimiz yaratığın, bu konuda da zalim bir çözüm bulmakta gecikmeyeceğini düşünebiliriz pekâlâ.
Geceleri çok eskiden arkadaşım olmuş cücenin uzak ve karanlık bir yıldızdan, bıkıp usanmadan lanet okuyan sesi hâlâ kulağıma geliyor. İnsanların kullandığı hiçbir dile benzemeyen sözcüklerle...
Bir akşam buluşması
Beyoğlu’nun aceleye getirilmiş bir resme benzediği bir akşamdı. Bütün renklerin bir hileyi ele vermek istermiş gibi çiğlikle bağırıp durduğu. Bütün ışıkların çok fazla olduğu ve birbiri ardına görmeyi hiç istemediğiniz şeyleri zalimce aydınlattığı akşamlardan biri. Yaklaşan yılbaşı nedeniyle gözleri vitrinlerde, elleri çantalarında, birbirlerine çarparak yürüyordu insanlar. Şirinler çetesi arka sokaklarda adam kesiyor olabilirdi ve bazılarının bu işi sevdikleri birilerine hediye almak için yaptığı düşünülebilirdi pekâlâ. Şehrin, karanlık bakışından kaçıp, oturacak bir yer bulmuştuk sonunda. Birçok tanıdık insanın mekânı olan kafe, hiçbir duyguyu gözden kaçırmayacak kadar kalabalık, yakın ve meraklıydı yine. Uzattığı hediye paketini çaktırmadan açmış içinden çıkan yeşil şişeye bakıyordum ki, yılbaşı hediyesi olarak bütün arkadaşlarına aynı şişelerden aldığını söyledi bana... kırmızı şişeler, sarı şişeler, mavi şişeler belki mor şişeler... Hepsi bir rafa birlikte dizilmiş gibi gözümün önüne geldi. Bize verilmek için paketlenmeden önce, öyle duruyor olmalıydılar zaten. Yüzümden duyduğum üzüntü okunmuş olmalı ve ben, ne kadar saklamaya çalışsam da, o, bunu anlamış olmalı; eski ilişkilerde hep olduğu gibi. Öte yandan bu halimi tümüyle başka bir şeye yormuş olmalı. Çünkü eski ilişkiler aynı zamanda, fark edilmeksizin eskimiş ilişkiler haline gelebiliyor. Aradan geçen zaman değil, tuhaf bir biçimde, çok yakın olmak gölgeliyor bu ilişkileri. Herhalde, o çok sevdiğim yüze bakmış ve aramızda olup bitenin benim suçum olduğunu düşünmüşümdür. Bununla hiç ilgisi olmayan şeyler konuşmuşuzdur. İnsanların başkalarının hayatlarına burnunu sokmak zorunda kaldığı o kafelerden birindeydik çünkü; havada hangisinin size söylendiği belli olmayan birçok kelime dolaşıyordu. Elimde ara sıra göz attığım o yeşil şişeyle oturup, likör içerken birlikte geçen yıllar, hızla ölü bir zamana dönüşüyordu. Onda bütün anılarımla birlikte kayboluşumun miladını arıyordum. Birlikte geçen zamanın bıraktığı izlerin peşinde, sadece benim olan, başkasıyla paylaşılamayacak olanın, benim için seçtiği hediyeyi aldığımda, yüzümde göreceği sevince adanmış olan anın peşindeydim umutsuzca. Benim en çok neden hoşlanacağıma, harcanacak zamanın peşinde... Ama, benim için zahmete girilmemişti. Hiçleşmiştim, şeyleşmiştim, diğer şişelerle paketlenmiştim. Hiç olmazsa, hangi şişeyi bana vereceğini uzun uzun düşünmüş müydü? Peki niçin o yeşil?
Adorno, hediye vermenin yozlaşmasından, hediye vermenin en az çabayı harcayarak, bütçeyi ölçüp tartarak, akılcı bir nezakete dönüşmesinden yakındığı ve özellikle de “vermenin” insanlar için ne kadar anlamlı ve hayati olduğundan bahsettiği bir yazısında diyordu ki “ Vermenin asıl sevinci, alanın da sevincini hayal edebilmekten geliyordu. Seçmek, zaman ayırmak, zahmete katlanmak, ötekini bir özne olarak görmek demektir bu: savrukluğun ve gelişigüzelliğin tam tersi.” Geçen yılbaşı yaklaşırken, günün, erkenden dostların artık uzakta kalmış gülüşünü gösteren eski bir fotoğraf gibi, solduğu bir akşamda oldu bunlar.
Dünyanın en sadık unutkanı
Uzunca bir süre önce evlerine bir zarf gelmişti. Sarı kalın bir zarftı bu. Zarfın içinde bir arkadaşlarının hikâye denemeleri vardı. Ondan zarfı saklaması istenmişti. Tabiî isterse içindekileri okuyabilirdi. Okumayı hiç düşünmeden zarfı sakladı ve nereye sakladığını hemen unuttu. Ama zarf, kendini unutturmuyordu; olup olmadık yerlerde karşısına çıkıyordu; bir keresinde eski bir ayakkabı kutusunun içinden, bir keresinde gardrobun en derin köşesinden... Sonra bir gün, o zarfın artık bir önemi kalmadığı söylenmişti, zarf atılabilirdi. Ama o zarfı aramaya kalkışmadı bile. Taşınmalarda eline geçiyordu ara sıra, içini hiç açmadan bir yere koyuyor ve nereye koyduğunu hemen unutuyordu. Sonra, bu zarfta saklanan hikâyelerin sahibi, bir kitap yazdı. O kitabı eline aldığında, zarfı neden o kadar sıkı sakladığını ve neden çabucak unuttuğunu daha iyi anladığını söylemişti bana. Onun kullandığı kelimeleri anımsamaya çalışıyorum... Sanıyorum şöyle diyordu: “Asla okumak istemiyordum çünkü içindekileri satır satır biliyordum.” İçindekileri nereden bilebilirdi ki? Ama o zaman üstelememeyi daha uygun bulmuştum. Kitapla ilişkisi de farklı değildi. Gözleri, satırlardan kaçıyor, bir aptal gibi defalarca aynı cümleyi okuyup hiçbir şey anlayamıyordu. Kitap günler boyu bir yastığın altında kalıyordu. Bir gün diğer kitapların arasından, bir gün kanapenin altından çıkıyordu. Ama hiçbir zaman kaybolmuyordu. Okunmadan eskimişti. Okusa da beğenmeyeceğini söylemişti inatla. Bütün bunlar çok tuhafıma gitmişti. Ama o uzun uzun anlatmaktan kaçındığı gibi ben de bu konuda soru sormak istemiyordum. Zarfın ve okunmamış kitabın sahibinin sonradan yazdığı bütün kitapları alıp, sayfasını bile açmadan sakladığını biliyordum. - Bunu da kendisi söylemişti-
Bütün hikâyelerde söylendiği gibi, aradan uzun bir zaman geçti. Eskisi kadar sık olmasa da yine görüşüyorduk. Bir gün o kitapları kütüphanede görünce şaşırdım. “Artık okumaya çalışmayacağımdan emin olduğum için kütüphanede durmalarının sakıncası yok” dedi. “Böylece unutmama yardımcı oluyorlar.” Evinde nerede olduğunu bildiği, ama kaybetmiş gibi davrandığı başka şeyler de vardı. Bir gerilla birliğinin üyeleriyle yapılmış röportajların kasetlerinin durduğu bir kutu mesela. Bu kutuyu da bir gün ortalıkta görünce, benim ağzımı açıp soru sormama fırsat vermeden şöyle dedi; “Kutuyu artık hiç açmayacağımı biliyorum, bu yüzden, onu her gün görebileceğim bir yere koydum, böylece içindekileri daha kolay unutacağım” Yüzümdeki ifadeden söylediklerinin, duyduğum merakı hiç azaltmadığını hatta artırdığını anlamış olmalı ki, konuşmaya devam etti, bir gün o kayıp dosyalardan birini bulmuş ve içinde en sevdiği insanın 12 kişinin ölümünden sorumlu olduğunu okumuştu. Kaybettiği şeylerin nerede olduğunu bildiği gibi, dosyada yazılı olanları da en baştan beri biliyordu. “Peki neden onlardan kurtulmuyorsun” diye sordum. Aslında biraz safça bir soruydu bu, sonra devam ettim: “At onları, ya da bir yere gömelim gitsinler.”
“ Onları bugün yaşatabilmem için, dosyaların kitapların, kutuların içindeki her şeyi, orada olan, hiç açmadığım ama içindekileri adım gibi bildiğim her şeyi unutmam lazım; onlar olmazsa unutamam” diye cevap verdi dalgınca. Onu anlamamış olmamdan, kırılmış görünüyordu. İlk bakışta, tuhaf gibi görünse de hatırlamak için unutmaya ihtiyacı vardı; unutmak içinse zamanın o gerçekten biçare kalıntılarına. Bu yüzden, benim taktığım isimle, dünyanın en sadık unutkanıdır o.
Marc Augé’nin kitabındaki -Unutma Biçimleri- bir cümle, epeydir görmediğim bu sadık unutkanı hatırlattı bana. “Bellek ve unutma dayanışık gerçeklerdir ve ikisi de zamanın eksiksiz değerlendirilmesi için gereklidir” diyor Augé. “.Şimdiki zamanda kalmak için unutmak, ölmemek için unutmak, sadık kalmak için unutmak gerekir”
Ölüleri sevindirmek zordur
İşte yine bir aradayız. Bir arkadaş cenazesinin arkasından ölü yıldızlar gibi sürükleniyoruz. Bu pırıltısız kalabalık, arkadaşlarını vakitsizce uğurluyor. Kim olsa böyle derdi; yaşı ölmek için genç çünkü. Ama cenazeye katılanlar, bunun erken değil, çok geç kalmış bir ölüm olduğunu biliyor. Ölenin arkasından yürüyenlerin hepsi bu geç kalmış ölüler. Bütün hikâyemizi baştan sona anlatan aynalara dönüşen yüzlerimizi birbirimizden kaçırıyoruz toplandığımız meydanda. Bu aynanın sırlarına yalnızca bizler, geç kalmış ölüler vakıfız. Bu yüzden birbirimizi pek sevemiyoruz artık.
Evet erken değil, geç kalmış bir ölüm. Bir yangından ya da gemi kazasından arta kalanlardan meydana gelmiyor bu kalabalık. Hatta herhangi bir devrimci savaşımdan arta kalmış da değiller. Onlar da yanlarındakilerin ölüp, kendilerinin yaşamasını haksız bulabilirlerdi, hayatta kaldıkları için birbirlerinin yüzüne bakmaktan utanabilirlerdi. Ama böyle değil.
Hepimizin sevdiği bir insanın ölümünden niye böyle söz ettiğimi açıklamalıyım. Bu nedenle bir parantez açıp, 20 sene öncesinden, o üzerine düşünülmekten hâlâ kaçınılan zamandan söz etmem gerekiyor. Artık bir varmış bir yokmuş diye başlayan bir masal kadar uzak ve artık yalnızca bir masal kadar inanılır bu zamanda biz bir anlaşma yapmıştık. Birbirimizle ve toplumla yaptığımız bu hiçbir yerde yazılı olmayan anlaşmada, biz kendimize öncü devrimciler rolünü biçmiştik. Bu rolün gereği, daha çok edilgen olduklarını varsaydığımız halkın kurtuluşu ve devrim için kendi hayatımızı feda etmekti. Varlığımız önemli bir ölçüde bu kahramanca fedakârlık, bu adanmışlık duygusundan besleniyordu. Böylece yaşamını, devrime adamış olmayı, o zaman her dönemden daha iç içe görünen siyaset ve hayat masasına güçlü bir koz olarak sürüyorduk. Bu yüzden zaman zaman katı ve acımasız olabilmeyi, başkalarının hayatları hakkında karar vermeyi kendimize hak görebiliyorduk. Çünkü biz masaya pey olarak hayatımızı sürmüştük. Kendimiz için biçtiğimiz o çok kısa hayatları sırtlayıp mahallelere dalıyor, meydanlara doluyor, dağlara çıkıyorduk. Büyük bir davanın müstakbel şehitleriydik - ki bu dava dün olduğu gibi bugün de büyük ve haklıdır. Aç kalıyor, yoksulluk çekiyor, sevdiklerimizi kaybediyor ve bunlardan asla şikâyet etmiyorduk. Asıl büyük bedeli ödemenin zamanı gelmemişti henüz. Hemen herkesin okuduğunu düşündüğüm Yaşar Kemal’in İnce Mehmet’i aslında anlatmak istediğim şeye iyi bir örnek. Romanın birinci cildinde, İnce Mehmet, sevgilisi “Hatçe” çatışmada öldükten sonra, aftan yararlanmak için dağdan inmeye karar verir. Oysa, bir yıl boyunca açlık çekmemiş olan köylü, hiç de iyi karşılamaz hatırlarsanız kahramanı. Çünkü köyün sahibi Abdi Ağa yaşıyordur ve İnce Mehmet dağdan düze inince, düzen eskiye dönecektir. “Avrat yürekli” olmakla suçlanan İnce Mehmet, ağayı öldürüp dağa çıkmaktan başka bir seçeneği olmadığını anlar o an. İnce Mehmet’i bir daha ne gören olur ne de duyan. Çünkü Eşkıya Mehmet’in kaderi, çok önceden çizilmiştir. Mehmet dağdan inip çift süremez, çoluk çocuk sahibi olamaz. O ancak insanüstü nitelikleriyle değerlidir. O hayatını feda ederse köylüler kurtulabilecektir. Köylüler de, her yıl ekin biçme zamanı, ateşler yakıp adeta tapınır bu kahramana düze inen eşkıya ise değerini kaybeder - Berna Moran’ın da, İnce Mehmet’le ilgili bir yazısında altını çok isabetle çizdiği gibi.
İşte bizler 1976-80 arasını özel bir sözleşme ile yaşayanlar, çok benzer bir durumdaydık. 12 Eylül öncesi dediğimiz bu çok özel şartlarda, her birimiz, yüreklerimizle hiçbir kaleme ihtiyaç duymaksızın inançla ve istekle imzaladığımız bir sözleşmeyle zamanı çok farklı şekilde algılayarak yaşadık. İlhamını özgürlük için bayrak açan bir toplumdan alan bir algılamaydı bu. Ama az önce anlattığım, sırtımızı dayadığımız, tarihsel bir güç aldığımız soylu eşkıya, öncü -kahraman mantığı içinde devrime adanmış olan bizler, bu anlaşmayla öldük ve öldürdük, yargıladık, takip ettik, iz sürdük. Zamana ve hayata bu özel şartlarda ve özel sözleşmenin ışığında anlam verdik. Tarihin sık sık tekrarlamaktan hoşlandığı kötü bir şakayla biz arkamızdaki halk desteğinden emin, düzeni değiştirecek örgütlenmenin en sarsılmaz temellerini attığımızı düşünürken arkamızda -aslında bir tarihçinin çok doğru şekilde tespitiyle aynen Bolşeviklerin iç savaştan sonra yeni düzeni örgütlenmeye Ekim Devrimi’nden çok daha geri şartlarda başlaması gibi- bir iki sene öncesinden çok daha geriye sıçramış bir toplum vardı. Bunu sadece sezgisel olarak anlayabilmiştik. Özellikle 1979-80’lerde devrimci “kadrolarda” görülen isteksizlik, korku ve demotivasyon bu sezgiden kaynaklanıyordu. Yenilgi dediğimiz şey, evet 12 eylülden önce başlamıştı. Ama yenilgi ne amaçlarımızın ne inançlarımızın yanlışlığını gösteriyordu. Karşımızda baş edemeyeceğimiz kadar büyük bir düşman vardı; gücünü çok daha sonra kavrayabileceğimiz bir düşman. İsterseniz, ona sadece “zaman” diyelim. (Zamana metafizik bir anlam yüklediğim anlaşılmasın, ama yalnızca konjonktürü de kastetmiyorum.) Şimdi konu dışına çıkıp özellikle yenilgi konusunda tartışmalarda en ufak eleştiriye tahammülsüzlüğün işte bu basit gerçeğin yeterince algılanmamasında yattığını söylemek istiyorum. Hepimizin gözlerini kamaştıran o büyük insanları özgürleştirme vaadi, hangi yenilgi ya da eleştiri karşısında parlaklığını kaybedebilirdi ki! Bu vaade yeterince inanmış olsaydık yenilgi sözcüğünden bu kadar korkup, en küçük eleştiriye bu kadar öfkelenir miydik? Yüzlerimizin aynasında okunabilir bunlar; ama biz hâlâ bakmaktan çekiniyoruz.
Bugün dünün devamıdır. Bizim için değildi.. Ya da eğer topluca halüsinasyon görmediysek 12 Eylül sonrası bu toplumun geleceği değildi. Binlerce yılda bir gerçekleşebilecek bir doğal felaket gibi zaman, devamını kaybetmişti. Bir önceki gününün devamı olmayan toplum, bizim o gün göremediğimiz ama, çoktan başlamış bir süreçte yolunu kaybetti. Biz o özel sözleşmeyi imzalayanlarsa, kendimizi konumlandırdığımız ve algıladığımız kurban-kahraman mantığı içinde dile getirilmesi zor bir duruma düşmüştük. Bu sözleşmeye göre yaşamamış ve hayatlarımızı ona göre kurgulamamış olsak, “hayatımızı kurtarmak” sözcüklerinin bizim için anlamı olabilirdi. Ama biz kendimize tek bir kapı bırakmıştık. Bu kapı hayata değil ölüme açılıyordu. Birçok arkadaşımız ölü, daha kötüsü diri olarak bu kapıdan geçmişti. Ölenler, kendi zamanlarının ölümüne kavuştular. Kalanlar, kahramandan taammüden katile, yiğitten korkağa dönüşürken, ilham aldığımız zaman, arkasında hiçbir iz bırakmadan yok olup gitti. Hayatı algıladığımız, kavramların neredeyse bir anda, tüm anlamlarını bir daha geri gelmeyecek şekilde kaybetmesi, bizim inancımızı ve gücümüzü aşan bir olguydu. 12 Eylül sonrası dönemde yaşananlar herhalde bunun açıklamasıdır. Biz, dağdan düze inmiştik. Hayatlarımızı geri istemiştik. -Bence Kızıldere, Nurhak ve Deniz Gezmiş’lerin asla unutulmayacak olması biraz da böyle anlaşılabilir ve Türkiye’de ’68 kuşağı, bütün düşkünlüğüne rağmen hâlâ varlığını sürdürebilmesini de buna borçlu-
Yaşayanlar, ellerinde hakketmediklerine inandıkları bir hayatla ortada kalmışlardı. İliklerine işleyen bu duygu, devasız bir hastalık gibi onları kurutuyordu. Giderek kaybolan ve üstünde düşünülmediği için siyasi bir olaydan, herkesin kendine göre bir senaryoyla anlattığı bir melodrama, yapış yapış bir nostaljiye dönüşmeye başlayan geçmiş, tam da siyaset alanının bilinçli ya da bilinçsiz olarak, bu dışında bırakılışıyla göz göre göre yok oluyordu. “Fotoroman terminolojisiyle” yazılmış kitaplar kadar, geçmişi bir resmi hafızaya hapsetmeyi amaçlayan “tartışma” süreçleri de bunun ifadesidir. Sözde umutsuzluktan kaçarken, bir daha asla umut edemeyecek olmanın tuzağına düşüyorduk.
Bu pek de kısa sayılmayacak parantezi kapatmanın artık zamanı geldi. İşte bu yüzden çoktan ölmesi gereken adamın cenazesi, çoktan ölmesi gerekenlerce kaldırılırken, hiçbir duygu yerine oturmuyordu. Kendi tarihleriyle hesaplaşma gücü bulamadıkları için, ait olmadıkları bir zamana hapsolan bizlerin, söyleyeceği şeyler, ancak bugün artık kullanılmayan bir dille anlatılabilirdi. Bunun için susmamız gerekiyordu. Ama sessizliğin kelimeleriyle konuşmak cesaret ister. Bu yüzden duruma yakışıksız gelecek kadar uygun bir örnekle, mezarlıktan geçerken ıslık çalıyorduk. Bizler birbirimizi “bayramlık elbiselerimizle” görmüş, zamanında en acı ölümleri sessizlikle karşılamayı bilmiş, nice arkadaşımı sadece gözyaşlarıyla uğurlamış bizler. Susamıyorduk, kırık dökük seslerimizle bağırıyorduk. Susmaya korkuyorduk. Pek çoğumuzdan daha güzel yaşamayı ve daha güzel ölmeyi başaran, o arkadaşımızla ilgisi yok bütün bunların. Ortada telafisi mümkün olmayan bir kayıp vardı. Bu kayıp, okuyanlara çelişik gözükebilecek bir ifadeyle artık kaybedecek bir şeyin kalmamış olmasıydı. Bunu itiraf etmeye cesaretimiz yoktu.
Bir meydandan bir mezarlığa yüründü. Bir şiir okundu, bir konuşma yapıldı. Ne yapsak eksik kalıyordu. Ne söylense olmuyordu. Hepimize dağıtılmış kırmızı karanfiller bile durumu organizasyon havasına sokmaktan başka bir şeye yaramıyordu. Ortada öyle bir imkânsızlık hali vardı ki, hepimizin rol aldığı bu trajedi, biraz daha uzasa, toplu bir isteri krizine dönüşebilir gibi geldi bana.
Ölen nihayet defnedildi, kapatılması unutulmuş ya da gereksiz görülmüş cep telefonlarının durmak bilmeyen zilleri, yorgun ve inançsız ağızlardan dökülen kırık dökük sloganlara karıştı. Bütün bu yaygaranın arasından, acının gerçek sesi; bir avuç yoksul akrabanın ağzından, inatçı bir ağıtla galebe çaldı bir an. Duyabilselerdi sanıyorum, sevinirdi ölenler.