Türkiye 2000’li yıllara, ağır yüklü bir gemi gibi; ama ne yolcularının çoğunluğunun istediği yönde ne kaptan köşkündekilerin direktifleri doğrultusunda, ne dümencinin baktığı yönde, ne de makine dairesinde verilen komutlara göre değil, kapıldığı akıntı ve rüzgârlara göre, bata çıka giden bir gemi gibi girdi.
O nedenle de epeydir ülkenin gidişatını etkileyen olay ve gelişmeleri, “normal” bir durumda olduğu gibi, ne var olan ekonomik-siyasal düzenin egemen güç ve güç odaklarının çıkar ve amaçlarına atfedebileceğimiz belirli bir plan veya projenin adımları olarak açıklayabilmek; ne de birkaç başlıca güç odağı veya bloku arasındaki ciddi tercih, çıkar ve amaç farklılıklarına dayanan bir iktidar mücadelesi perspektifi içinde yorumlamak mümkün olabiliyor. Ya da bu türden açıklamalar, anlamlandırmalar ya vücuda oturmayan bir elbise gibi sarkık duruyor veya bu elbisenin bilhassa kapatması gereken şu kısımları neden açıkta bıraktığı sorusunun makûl bir cevabı olmuyor.
Çünkü o türden açıklamaların yeterli, doyurucu, anlamlı olabilmesi için, her şeyden önce, ortada somut tarifi yapılabilen, amaç, çıkar ve perspektifleri netleşmiş, böylece aralarında ciddi, hayatî addedilen farklılıklar oluşmuş “taraf”ların olması gerekir. Oysa, bu ülkede sosyo-ekonomik konum ve çıkarları itibariyle birbiriyle çatışabilecek tarafları kâğıt üzerinde saptayabilsek veya yine teorik olarak, demokratikleşme, Kürt sorunu, AB’ye katılım gibi başlıbaşına hayatî konularda belirli çözümlerin yandaşları ve karşıtlarının karşı karşıya geleceği, cepheleşebilecekleri mümkün görülse dahi, fiilî durumların bunları yansıtmadığı ortada. Neredeyse herkesi kuşatan, içe de işlemiş bir güvensizlik, tekinsizlik hissiyatı ve inanma güçlüğü, net tercihlere götürerek muhakeme yetkisini, bu tercihlerin öngörülebilir tüm gereklerini göğüsleyebilme azmini, tutarlı bir perspektif içinde davranma kararlılığını eritmiş gibi bir hal var ortada. Bu durum Türkiye toplumunun bireylerinde şahsi geçim, kazanç, kaygı ve kanallarına kilitlenerek toplumun genel sorunlarıyla aktif ilgilenmeden uzaklaşış -apolitikleşme- biçiminde tezahür ederken; siyasal elit, partiler ve güç odakları düzeyinde ise, günübirlik, klientalist politika anlayışının geçerli hale gelişi, program farklılıklarının silinişi veya geçersizleşmesi ile kendini gösteriyor. Geçen on yılı aşkın süre içinde, her biri farklı bileşimde beş ayrı koalisyon hükümeti işbaşına gelmiş olmasına rağmen, esaslı konularda hükümet politikalarında hiçbir değişmenin olmayışı, bütün bu dönemin sanki tek bir hükümet işbaşındaymış, tek bir program yürürlükteymiş gibi görünmesi de bu yüzden. İdeolojik titizliğe en fazla sahip sayılan iki partiden RP’nin bu özelliğini hükümet icraatına ne ölçüde yansıtabildiği, yansıtmak şöyle dursun alamet-i farikası sayılan -“adil düzen”, İslâm Ortak Pazarı, İsrail- konularda bile tam ters mahiyetteki standartta hükümet politikalarını sürdürmeye razı olduğu; MHP’nin de şu bir buçuk yıllık hükümet ortaklığında ehlileşmiş görüntü verebilmek için ne denli çabaladığı, arada bir yaptığı “ülkücü” çıkış ve jestlerin ardında ne ölçüde durabildiği ortadadır.
Bu durumda başlıca siyasal partilerden ve güç odaklarından hiçbirisinin kendi içinde tutarlı, bütün mantıki sonuçlarıyla benimseyip ardında durabileceği, bir perspektife, öngörülebilir bir gelecek için çizilmiş bir rotaya, aşamaya, bir hedefler projesine sahip olduğu kesinlikle söylenemez. Bu, söz konusu güçler içinde bu açılardan en kunt, en “ne yaptığını bilen, en planlı” izlenimini verebilen Ordu için de geçerlidir. Ordu’nun tek farkı, en azından kendi konum ve ağırlığını pekiştirmeye matuf -28 Şubat gibi- siyasal hamleler yapabilmesidir. Diğerleri ise yoklama kabilinden bile olsa bu türden -siyasal anlam ve gidişatı değiştirmeyi, tarafları tavır alma mecburiyetine sokmayı ve bundan kendi veya projesi hesabına sonuçlar elde etmeyi hedefleyen- girişimlere cesaret bile edemeyecek, bırakınız düşünemeyecek haldedirler. Ama ordunun da bu kabil girişimlerinin ardında yeterince bir kararlılık, doğruluk inancı ve ancak bunların sağlayabileceği bir uzun solukluluk ve enerjinin de olmadığı görülebiliyor. 28 Şubat’ın hangi noktalara kilitlenip, kalabildiği, neredeyse sadece türban inatlaşmasına indirgenip; İslâmî ritüellerin karşısına, Atatürk büst, rozet furyası ve Nutuk hatimi indirmeleri ile şimdiden groteskleşmiş bir ritüel icadından öteye gidemeyişi de bu yüzdendir. Kullanılan “gericilik” karşıtı söylemi sağlam ve tutarlı kılacak uygarlık değerlerinin, demokratik etik ve ilkelerin 28 Şubatçıları “gericilik” kadar tedirgin edebildiği ortadayken, bu girişim Atatürkçülüğü -olabildiği kadar- bir din formatına sokarak, “İslâmcı”lığın karşısına dikilebildi. Bütün din savaşlarının kısa sürede bir semboller savaşına dönüşmesi kuralı burada da hükmünü yürüttü. 28 Şubat, türbanla büst ve rozetin, türbelerle Anıtkabir’in, din dersiyle devrim tarihi dersinin itiştirilmesiyle sürüp gidiyor hâlâ. İdeolojik-toplumsal soluğu, ancak buna yetebildi.
Ama elbette 28 Şubat’ın bu semboller savaşıyla sarıp sarmaladığı siyasal bir amacı da vardı. Ve ordu için aslî olan da buydu. 12 Eylül rejimi ve anayasası ile tahkim edilmiş siyasal rol ve ağırlığını bu hamle ile -belirli bir dönem için- arttırabileceğini görmüş ve bu fırsatı kullanmıştı. RP’nin yükselişini kendi siyasal rol ve ağırlığı için bir tehdit ihtimali olarak değerlendirdiği kadar, aynı olgunun “merkez partileri” için de geçerli olduğunu bilerek ve bu partilerin -yukarıda değindiğimiz zaaflarıyla- RP’nin merkezde bir yer edinmesini önleyemeyecek durumda olmalarını da hesaba katarak harekete geçmişti 28 Şubat’ta. Bütün o partilerin RP lehine oy gücü ve konumunu kaybetmektense, ordu lehine siyasal ağırlık kaybetmeyi yeğleyeceklerini de bilmekteydi. 28 Şubat girişimi bu aslî boyutuyla hedefine vardı. Derece derece tüm partiler RP’nin merkezden ihracına onay verirken bunun karşılığında Ordunun siyasal ağırlık artışını 28 Şubat’ın altındaki zımni pazarlığın bedeli olarak kabullendiler.
2000 yılı nisanındaki Cumhurbaşkanı seçimlerine gelinirken partilerin bu pazarlığın koşullarını kendi lehlerine düzeltmeye çalışabileceklerini mümkün kılar gözüken bir durum, ortam vardı. RP-FP, oylarının üçte birini kaybederek üçüncü parti sırasına inmiş; daha da önemlisi RP-FP’nin yaslandığı “İslâmî hareket” yükselişinin -İbn-i Haldun’un inanç, enerji, azim ve özgüvenin bileşimi olarak kullandığı kavram olan- asabiyyesinin pek de fazla olmadığı belli olmuştu. Merkeze ilk iki sırada giren partiler -DSP ve MHP- uzun yıllar merkez kenarında kalmış, konjonktürel bir hızlı oy artışıyla buraya geliverdikleri için, edindikleri bu gücü, bunu sağlayan rüzgârı kesmeyerek elde tutmayı ilk planda düşünmesi gereken partilerdi. Hükümet de olmuşlardı. Dolayısıyla bu imkânı kullanarak, merkezdeki yerlerini, oy gücü ve prestijlerini sağlamlaştıracak spektaküler bir siyasal atağa ihtiyaçları vardı. Diğer ortak ANAP da on yıldır süren düşüş eğrisini tersine çevirebilmek için buna mecbur görünmekteydi.
Cumhurbaşkanı seçimi pek çok açıdan böylesi bir atak için uygun bir fırsattı. DSP ve MHP’nin kenardan izlediği “28 Şubat süreci”nde sahne önünde olan CHP’sinden RP-FP’ye kadar tüm partiler 1999 seçimlerinde ciddi oy kayıplarına uğramıştı. Buna mukabil “sürecin” kenarında kalmış DSP ve MHP’nin kendi çaplarında birer oy patlaması yapmış olmaları, seçmen çoğunluğunun 28 Şubat’ın o bahsettiğimiz “pazarlığı”nı cezalandırması olarak pekâlâ okunabilirdi. Hükümeti oluşturan partiler, toplumun her şeye rağmen ordunun siyasal ağırlığının artmasını hoş karşılamadığı -bunun daha önceki kanıtlarını da- bilerek, ordu-siyaset ilişkilerinin geleneksel olarak mihenk taşı sayılan Cumhurbaşkanlığı konusunda 28 Şubat pazarlığını hükümsüz kılacak bir formül bularak prestijlerini arttırabilirlerdi.
Oysa tam tersine, “istikrar”ı muhafaza gerekçesiyle -ki bu ele aldığımız bağlamda 28 Şubat pazarlığını kabullenme anlamına geliyordu- Demirel’in süresinin uzatılması için haftalarca uğraştılar. Bu girişimin başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından en son anda titiz ve demokrat bir hukuk adamı olduğu bilinen Anayasa Mahkemesi başkanını, diğer partilerin de onayını alarak aday göstermeleri, bu sürpriz girişim, ilk önce hükümetin ve tüm partilerin siyasetteki Ordu ağırlığını azaltmak için yaptıkları ustaca hazırlanmış bir senaryo izlenimi verebildi. Orduyu, destekledikleri Demirel’i yeniden seçtirebileceklerine ikna edip aylarca oyaladıktan sonra, adeta bir olup bittiyle, Ahmet Necdet Sezer ismini ortaya sürüp seçtirtmek, Cumhurbaşkanının ordunun da onayını alan, onunla uyum içinde -gereğinde onun sözcüsü- olacak biri olmasına dair rejimin yazılı olmayan kurallarından birini açıkça hiçe saymak demekti. Ordunun hiç de sıcak bakmadığı, sicili ve Anayasa Mahkemesi başkanı iken yaptığı konuşma ve verdiği kararlarla 28 Şubat sürecini “sindirecek” gibi gözükmeyen birini, kendi oyları yetebildiği halde tüm partilerin oylarıyla seçtirmeye girişen hükümet ve onunla bu konuda işbirliği yapan partiler, Ahmet Necdet Sezer’in seçimiyle Orduya “arttırdığın siyasal ağırlıktan topluca rahatsızız ve bu ağırlığı en azından 28 Şubat öncesi düzeye indirmeye kararlıyız” mesajı vermiş sayılabilirdi.
Bu yorumun geçerli olmadığını çok geçmeden gördük. Daha iki ay dolmadan Ahmet Necdet Sezer, hükümetin 28 Şubat’ın sürüncemede kalmış bir projesini, devreye sokan, memur kadrolarında çok geniş ve keyfî bir tasfiyeyi, “devleti bölücü ve gerici” unsurlardan temizleme gerekçesiyle mümkün kılacak bir KHK’yı veto edince, hükümetin, bilhassa DSP ve Ecevit’in gayet öfkeli tepkisiyle karşılaştı. Aralar açıldı ve benzer bir kriz de YÖK’ün rektör atamaları konusunda yaşandı. İlginç olan bu krizin de bir 28 Şubatçılık kalesi olarak işlev gören YÖK üzerinden patlak vermesiydi. Hükümet -partileri- ile Cumhurbaşkanı arasındaki soğukluk hâlâ ve herhalde artarak sürüyor ve düzelecek gibi de görünmüyor.
Dolayısıyla şu anda Türkiye’de yerleşik siyasal güçlerden, partilerden ve güç odaklarından hiçbirinin desteğine dayanmayan bir Cumhurbaşkanı var.* 1973-1980 döneminde Fahri Korutürk’ün tam bir “alçak profil”li, varlığını belli etmemeye çalışan Cumhurbaşkanlığı hariç tutulursa ilk kez böyle bir olguyla karşı karşıyayız. Ve Fahri Korutürk döneminin aksine Cumhurbaşkanının işlevi de gayet önemsenir hale gelmiş durumda. Titiz bir hukukçu, mütevazı, ciddi, tutarlı ve namuslu, kararlı bir insan imajı vererek çok kısa bir sürede gayet geniş bir popüler sempati halesi oluşturan bu Cumhurbaşkanı, ülkenin en güven duyulan kişisi konumunda şimdi.
Bu olgudan bunca uzun bahsetmemiz kesinlikle konudan uzaklaşmak değil. Tam aksine bu olgu bu yazının başlangıcında tarif ettiğimiz durumun ne denli geçerli olduğunun en iyi göstergelerinden biri.
Bu Cumhurbaşkanı ne ülkedeki siyasî “taraf”lar arası bir mücadelede kazanan tarafların adamı olarak ne o tarafların uzlaşması ile bulunan bir figür olarak ortaya çıktı ne de ortada bir tür uzlaşmadan bahsedilebilse dahi uzlaşanların ondan beklediği rolde oldu. Üstelik hiç de özel bir çaba göstermediği, sadece “kendisi gibi olduğu”, tutarlı, ölçü, değer ve inançlarına sadık kalmaya çalışan biri olduğu için beklenmedik bir popülarite edinebildi. Ve böylece siyaset ortamımızda başlıbaşına bir aktör, bir etken olarak dikkate alınması gereken bir olgu halinde şimdi.
Oysa az önce de kısmen değindiğimiz gibi, bu Cumhurbaşkanı, ordunun daha da artan siyasal ağırlığını azaltmayı kendi varlık nedenleri gereği isteme durumunda olan partilerin ortak çabasıyla da seçilebilirdi. Ama bunu yapabilmeleri için partilerin “o ağırlığın meşrûiyetini sorgulayacak bir kampanya eşliğinde davranmaları şarttı. Demokrasi ve hukuk devleti kavramlarına, bunların beslendiği ilke ve değerlere dayanan etkin, tutarlı ve inandırıcı bir kampanyayı yürütebilmenin ne güç ve moraline ne de içtenliğine sahip olan tüm partilerimiz, Sezer’in seçimine onay verirlerken de bunları dikkate alıyor değillerdi. Dahası Sezer ve onun şahsında bugün Cumhurbaşkanlığı kurumunun verdiği imaj, belki Sezer’in kendisi de dahil, bu ülkede hiçbir güç veya kesimin önceden hesapladığı, olması için uğraş verdiği bir sonuç değildi. 1999 Nisan’ında Cumhurbaşkanlığı sorununa kendi kısa, gündelik siyasî çıkar ve konum hesapları içinde çözüm arayan siyasal partiler de Sezer’i kendi siyasal prestij ve ağırlıklarını arttırma hedefli bir orta vadeli stratejik siyasal plan dahilinde seçmiş değillerdi.
O halde en baştan da ifade ettiğimiz gibi, 2000’li yıllara girilirken Türkiye’nin siyaset ortamında ilginç bir yeni faktör olarak beliriveren bu Cumhurbaşkanı olgusu, bu gelişme, Türkiye’deki siyasal güç ve güç odakları arasındaki bir mücadele veya uzlaşmanın, bir siyasal girişimin doğrudan sonucu değil; tam tersine gerçek bir mücadele verme yetenek, imkân ve özellikleri yitirme derecesinde felce uğramış bir siyaset mekanizmasının iradesi, eylemi dışında ortaya çıkan bir olgudur. Ortaya çıkışı bu siyaset mekanizmasının ve onun siyasal güç unsurlarının iç ilişkileri üzerinden açıklanabilir değildir, ama Cumhurbaşkanının kişiliği ile kısa sürede edindiği yüksek popülarite ve itibar, toplumda -tüm apolitikliğine rağmen- erdemli, tutarlı ve değerli bir siyaset dünyası isteğinin güçlü ve örtük bir özlem halinde yaşadığının bir karinesi, bir tezahürü sayılmalıdır.
Aynı şeyleri, son aylarda çeşitli malî yolsuzluklara karşı düzenlenen operasyonlarla bir diğer simge isim haline gelen İçişleri Bakanı Sadettin Tantan “olayı” için de, bankalar operasyonunun başındaki Zekeriya Temizel için de söyleyebiliriz. Her ne kadar bu iki operasyonda da rezaletin siyasal elite, partilere, iri güç odaklarına ve yüksek bürokrasiye uzanan boyutlarının budandığı yolunda ciddi iddialar varsa da;* kamuoyu bu budama ve sınırlamalardan Tantan ve Temizel’i tenzih ederek onların bu kire batmış siyaset ve çıkar dünyasının tüm engellemelerine rağmen bir şeyler yapmaya çalışan namuslu, siyasetçi ve bürokratlar olduklarına dair bir imaj yaratmıştır.
İşin ilginç yanı, hükümet partilerinin kamuoyunda büyük bir destek bulan bu operasyonlardan siyasal prestij sağlamak yönünde hemen hiçbir özel gayret göstermemeleridir. Bunda ortaya çıkarılan büyük yolsuzlukların, özellikle de banka vurgunlarının kıyısından köşesinden de olsa bütün partilerin bulaştığı şeyler olmasının rolü elbette vardır. Bu durumda o operasyonları diğer partiler aleyhine sağlanacak bir siyasal prestij için kullanmaya kalkacak iktidar partilerinin de sicilini kurcalayacak birileri mutlaka çıkacaktır. Bundan olsa gerek, bu sansasyonel operasyonlar siyasal partiler, güçler dünyasında hiçbir tartışmaya, polemiğe yol açmadan yapıldı durdu. Buna Türkiye’deki kurulu düzenin “kendi barsaklarını temizlemesi” deniyor, ama buna kendisinin mi karar verdiği, yoksa IMF’in, Dünya Bankası’nın ya da AB malî otoritelerinin mi zorladığı sorusu hâlâ ortada duruyor. Bu ülkedeki kurulu iktisadî düzen egemenlerinin bu barsak temizliği için neden bu noktaya kadar beklediklerinin, niçin şimdiye kadar barsaklarından şikâyetçi olmadıklarının da cevabı verilmiyor. Ya da verilen cevaplardan iktisadî bünyemizdeki barsakların beyinden başladığı gibi bir yargıya varabiliyoruz ki, bu da yukarıdaki soruları bir hayli aydınlatıyor. Ve iktisadî düzenimizin bu barsak temizlemelerinden sonra ferahlamaktan çok bir endişeli bekleyiş havasına girmelerini de açıklıyor.
Bir kez daha bu yazının en başındaki teşhisi hatırlatalım. Türkiye’nin 21. yüzyıla giriş hali, en özet ifadesiyle bir irade tıkanıklığı, felci durumu yaşadığımızı gösteriyor. Bu ülkeyi, bu toplumu en derinden, en hayatî biçimde ilgilendiren sorunlar karşısında, geleceğimizi belirleyecek en acil konularda bile ya net ve bilinçli tercihlere dayalı perspektifler oluşturulamıyor, oluştuğu halde bunlar arasında seçim yapmanın bedeli -gerçek bir tavır alma ve tartışma sürecinden geçmenin riski-, yükümlülükleri altına girilmiyor; ya da yapılan bir tercih, savunulan bir perspektif onun bütün mantıki sonuç ve gerekleri ile üstlenmeye hazır bir toplumsal destek, şevk ve enerji oluşamıyor.
Bunun bu tıkanıklığın en başta gelen nedenlerinden biri parlamento dışındakilerin tümü de dahil, irili ufaklı tüm siyasal güç ve oluşumların bizzat kendisidir. Sadece temsil ettikleri amaç, program ve toplum tasarımlarının çeşitli açılardan cazibelerini yitirmiş şeyler olmalarından dolayı değil; bu halleriyle aynı zamanda siyasal söz ve düşünüşün üretildiği “kerte” işlevini de hâlâ yürütebildikleri için ve bu işlevleriyle yeni bir söz ve düşünüş üretebilmek şöyle dursun onu engelledikleri için. Geçmişte iç tutarlılığı ve sistematik bir bakışın güvencesini verdikleri için inanç ve enerji de yaratabilen siyasal söylem kiplerinin -ideolojilerin- zaman içinde olgularla, deneylerle örtüşemez hale gelişinin yarattığı yeni siyasal söylem, perspektif ihtiyacını artık ya iç tutarlılık ya da olgularla uyum endişesini bir yana bırakarak karşılamaya yönelen bu siyasal “kerte”nin sağdan sola tüm bileşenleri; ya olgularla -daha doğrusu “gerçeklik” diye kodlanmış neo-liberal tespitlerle- uyum adına eklektik söylemler kurup inandırıcılıktan hem kendilerini hem de kendisine yönelebilecekleri azad ettiler; ya da iç tutarlılık adına söylemlerine sığdıramadıkları her olguyu reddeden, yokmuş, yok olacakmış addeden bir pörsük ve pörsükleştikçe öfkesi, kemikleşmesi artan bir marjinal söyleme sarıldılar.
Diğer ülke ve toplumlar için de geçerli olan bu durum, Türkiye gibi tarihi, yeri ve potansiyel imkânları açısından son derece kritik bir değer ve konuma sahip bir ülkenin, tarihî kararlara gebe olduğu şu noktada tam bir handikap oluşturuyor. Yeni bir siyasete, siyasal dil, söylem tarzında her yerden fazla ihtiyacı olan bu ülkede, toplum çoğunluğu poli etikanın kaynağını çağrıştıran “temiz toplum” gibi sloganlara, bu sloganla birleştirilmiş demokratik değerlere, hukuk devleti kavramının içtenlikle savunulmasına ve bunlarla örülü bir imaj veren -veya verdiği- kişilere gösterdiği sempatiyle bu ihtiyacı hissettiğinin çekingen işaretlerini de veriyor.
Ama şüphesiz ihtiyaç duymakla, o ihtiyacı karşılamanın bedel ve gereklerini bizzat üstlenmek ve yerine getirmenin arasında ciddi bir mesafe var. 21. yüzyıla giren Türkiye’nin en önemli sorunu, doğrudan doğruya bu mesafeyi, bu boşluğu kapatacak yoğunlukta bir toplumsal inisyatifi her biçim altında yaratabilmeye dönük çabaların eksikliğidir.
Türkiye, geleceğinin ne olduğunu belirleyememenin, bu bulanıklığın bu sürüklenme halinin, kötü bir noktaya sürüklenme ihtimalinden bağımsız olarak, en az onun kadar ürkütücü, onursuz bir durum olduğunu, artık bilmesi, anlaması gereken bir noktadadır.
(*) FP, Ahmet Necdet Sezer’in seçimine onay verdi ama oy verecek cesareti olmadı. Bunu 28 Şubat’ın şerrini bir kez daha, bu vesileyle üzerine çekmekten korktuğu için mi yoksa verdiği oyların Sezer’i 28 Şubatçılık’ın nezdinde itibarsız kılacağını düşünen “kendini ikinci sınıf sayma kompleksinden” dolayı mı yaptığı pek belli değil. DYP için de benzer şeyler söylenebilir.
(*) Operasyonlar başlar başlamaz, bu konuyla ilgili, bakanlardan oluşan bir komitenin kurulması, bu operasyon sürecini denetim altında tutma, öngörülen sınırları aşmamasını sağlama önlemi olarak yorumlandı.