Renkli, Beyaz ve Siyah Vatandaşlar Üzerine

ALİ KIRCA İLE SİYASET

MEYDANI

Azınlıklar

Kaybolan Renkler

Sabah Yayınları

İstanbul 2000

Renkli, beyaz ve siyah

vatandaşlar üzerine*

ESRA ÖZYÜREK

Cumhuriyet tarihi boyunca Türkleştirme politikalarına marûz kalıp Türkiye’den ayrılmak ya da asimile olmak zorunda bırakılan gayrimüslim azınlıklar, sayılarının tükenmek üzere olduğu son yıllarda kültürel bir “renk” olarak yeniden keşfedildiler. Musevi kadınların şıklıkları, Ermenilerin renkli paskalya yumurtaları, en çok da Rum meyhaneleri hasretle anılır oldu. Önceleri bu insanlar sanki buharlaşıp uçmuşlar gibi neden artık burada olmadıkları konuşulmazken geçtiğimiz yıl içinde azınlıkları Türkiye’de yaşayamaz hale getiren bazı olaylar tartışılmaya başlandı. Varlık Vergisi uygulamasını anlatan Salkım Hanımın Taneleri filminin gördüğü yoğun ilgiden sonra Ali Kırca da Siyaset Meydanı’nda “Azınlıklar: Kaybolan Renkler” adlı bir program hazırladı. Programın metni Sabah Kitapçılık tarafından yayımlanışı, programın düşündürdüklerini kaleme almama vesile oldu.

TÜRKİYE’DE GAYRİ MÜSLİM OLMAK

Türkiye’nin pek çok yerinde hâlâ “İstanbul’un bütün zenginleri gavurmuş” ya da “PKK’yı hep ordaki Ermeni köyleri besliyormuş” gibi gerçekle hiçbir ilişkisi bulunmayan söylentilerin çok yaygın olduğu göz önüne alındığında Ali Kırca’nın aslında gayrimüslimlerin Türkiye’de “kaybolmakta” olduğuna dikkat çeken bir program yapması başlı başına önemliydi. Ayrıca bu program sayesinde bu azınlıkların neden Türkiye’de barınamadıkları ve şimdi bile kendilerini nasıl güvende hissetmediklerini ifade etmeleri mümkün oldu. Programda Ali Kırca’nın belki de yaptığı en iyi şey, azınlıklar, özellikle de Ermeni meselesi gündeme geldiğinde, “tarihi tarihçilere bırakalim” söylemine kapılmayıp, tarihçilerin yanında hem burada yaşayan hem de buradan ayrılmak zorunda kalmış azınlıklara da programda yer vermesiydi. Bu kişilerin varlığı bize gayrimüslimlere karşı yürütülen Türkleştirme politikalarının yavaşladığı şu günlerde bile Türkiye’de azınlık olarak yaşamanın ne kadar zor olduğunu gösterdi.

Programda söz alan gayrimüslimlerin sözlerinden son yıllarda medyada ve entellektüel çevrelerde kendilerine gösterilen nostaljik ilginin günlük hayatlarına pek yansımadığı anlaşılıyordu. Bu kişiler gün boyu yakın arkadaşları ve komşuları tarafından ‘mösyö’ ve ‘madam’ denerek yabancılaştırılmaktan rahatsız olduklarını ifade ettiler. Bu her gün yüzlerine söylenen ‘sen yabancısın, sen farklısın’ diyen ifadenin yanında nasıl yasal işlem yaptırırken ya da polisle bir işleri olduğunda isimleri geleneksel Türk isimleri olmadığı için zorlukla karşılaşmak; subaylık, diplomatlık, yüksek düzey memurluk gibi kimi meslek gruplarında çalışmaları mümkün olmadığı için kendilerine bir Müslümana açık olandan daha dar bir alanda ekmek parası kazanmaya çalışmak; kendi cemaatlerine hizmet veren vakıflara mal bağışında bulunamamak gibi hayatlarına doğrudan etkisi olan ayrımcılıklardan da söz ettiler.

Programda en az öne sürülen bu somut zorluklar kadar çarpıcı olanı azınlıkların kamusal bir alanda kendilerini ne kadar güvensiz hissettiklerine şahit olmaktı. Özellikle programın başında söz verilen emlakçı, emekli, ev kadını gibi ‘sade vatandaş’ konumundaki azınlık üyeleri kendilerini tanıtmaları istendiğinde hemen Türkiye’de yaşamaktan ne kadar mutlu olduklarını dile getirmek gereği duydular. Örneğin bir ev hanımı iki dakika süren konuşması boyunca toplam üç kere “Türkiye’yi çok seviyorum” bir kere de “burada çok mutluyum” dedi. Herhangi bir programda kendisini tanıtması beklenen bir Sünni Türk’ün böyle bir sadakat gösterisi yapma ihtiyacı duymayacağı açık. Bu ev hanımından sonra söz alan bir eczacı da Türkiye’yi terk etmiş olduğu halde Türkiye’de Musevilerin dünyanın hiçbir yerinde olmadığı kadar rahat yaşadıkları, nedense “kendi dilleri” olmadığını iddia ettiği İspanyolcayı Osmanlıların ve Türklerin konuşmalarına göz yumdukları gibi minnettarlık ifadelerinde bulundu. Daha sonra dünyada yaygınlaşan Nazi söyleminin Türkiye’yi etkilediğine ve Türkiye’deki Musevi nüfusunun %73’ünün İsrail’e göç ettiğine değinse de, kendi İsrail’e göçüşünün nedeninin yalnızca meslekî olduğunu, İstanbul’da çok fazla eczane açıldığı için Tel Aviv’e gittiğini söyledi. Bu kişi belki gerçekten mesleğinde daha başarılı olabilmek için İsrail’e gitmiş olabilir, ancak söylediklerini, Türkiye’de azınlık olarak büyümüş birisinin buradan ayrılmış olsa da sadakatini ve minnettarlığını ifade etme ihtiyacını hissettiğinin bir göstergesi olarak almak mümkün.

“BİZ DE ACI ÇEKTİK”

Azınlıkların gördükleri baskılardan söz açıldığında karşımıza en sık çıkan savunma stratejilerinden biri “Aslında biz de acı çektik” diyerek bu baskıların genelleştirilerek normalleştirilmesi. Programda bu tür bir savunucu rolünü üstlenen İlber Ortaylı ve Toktamış Ateş de bu yola başvurdular. İlber Ortaylı %87’si gayrimüslimlerden alınan Varlık Vergisi’nin aslında Müslüman ve gayrimüslim tüm zenginlerden alınan bir vergi olduğunu söyledi ve bu vergiyi ödemeyenlerden yalnızca gayrimüslimlerin Aşkale’de çalışma kamplarına gönderildiğine hiç değinmeyerek bu zor dönemden herkesin aynı şekilde etkilendiğini öne sürdü. Bunun yanında 6-7 Eylül olaylarının sistemli bir uygulama olmaktan uzak, Anadolu’dan İstanbul’a gelmiş fakirlerin zenginleri cezalandırmak için başvurdukları bir yol olduğunu ve söylenenin aksine azınlıkların orduda görev aldıklarını iddia etti. Daha sonra da azınlıkların Türkiye’den ayrılmak zorunda kalmalarını “dışarıya göç hepimiz için tahrip edici unsur olarak karşımıza çıkıyor” diyerek bu göçleri ve sürgünleri isteyerek yapılan göçlerle aynı kefeye koydu. Ortaylı’nın bu ifadesine göre evi ve dükkânı yağmalanan bir Rumun artık İstanbul’da barınamayıp Yunanistan’a gitmesiyle kendisini geçindiremeyen bir Türkün Almanya’ya çalışmaya gitmesi aynı türden olaylar.

Benzer bir şekilde Toktamış Ateş de 6-7 Eylül olaylarını, Anadolu’dan İstanbul’a gelmiş fakir ve cahil insanlar tarafından İstanbul’daki zenginlikleri görünce yapılmış “kontrol edilemeyecek, doğal bir şey” diye niteliyor ve olayların ırkçı yönünü görmezden geliyor. Oysa biliyoruz ki, bu olaylarda özellikle Rumlara ait olduğu önceden tespit edilen dükkanlar yağmalanmıştı. Ateş de Ortaylı gibi azınlıkların Türkiye’yi terk etmesini hükümetin ve Türklerin baskılarından bağımsız bireysel bir ekonomik tercih olarak görüyor. Bugün Türkiye’de yaşayan Ermenilerin sayıca Rumlardan daha çok olmasından yola çıkarak, Rumların Yunanistan’da hayat şartları beş kat daha iyi olduğu için gönüllü bir şekilde oraya göçtüklerini, Ermenilerin ise, Ermenistan’da hayat daha zor olduğu için burada kaldıklarını iddia etti. Ona göre azınlıkları buradan ayrılmaya iten tek faktör başka yerlerde daha iyi ekonomik fırsatlar bulmuş olmaları. Hattâ bu formülde, Rumlar Yunanistan’a kolaylıkla gidebilecekleri için, diğer Türk vatandaşlarından çok daha avantajlı bir konuma düşüyorlar.

Hem İlber Ortaylı hem Toktamış Ateş burada Ermeni tehciri, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül olayları gibi içinde hükümetin doğrudan ya da dolaylı etkisiyle yapılan uygulamaların bu insanların Türkiye’de yaşamasını imkânsız hale getirdiğini görmezden geliyorlar, Türkiye’de yaşayan azınlıkların neredeyse tümüyle yok olmasını bireysel ekonomik tercihlere indirgiyorlar.

Türkiye’de azınlıklara yapılan baskıları normalleştirmek için izlenen yollardan bir diğeri de Türkiye dışında, özellikle de Yunanistan’da yaşayan Türklere yapılan eziyetlerden söz etmek. Bu yöntemle bir ülkede yaşayan azınlıklara yapılan baskılar hem herkesin yaptığı sıradan bir uygulama haline gelmiş oluyor hem de Türkiye’deki azınlıklara yapılanlar yalnızca bir savunma refleksine dönüşüyor. Örneğin Yahya Tezel Yunanistan’da İskeçe’de yaşayan Türklere yapılan baskıları gündeme getirerek söze başlarken, Toktamış Ateş de hemen sözü Kıbrıs krizi öncesi Kıbrıs’ta banyosunda öldürülen Türk aileye getiriyor. Türkiye’deki baskıları önemsizleştirmenin bir diğer yolu da, Nazi Almanyası gibi içinde yaşayan azınlıklara çok daha büyük kötülükler etmiş ülkelerden örnekler vererek, Türkiye’nin aslında azınlıklara neler yapabilecekken bunları yapmadığı için ne kadar hoşgörülü olduğunu vurgulamak. Programda Nazi Almanyası örneği verilmediyse de Toktamış Ateş, bugün hiçbir Müslüman kalmamış olan İspanya’yla karşılaştırınca Osmanlı İmparatorluğu’nun ne kadar ileri olduğunun anlaşıldığını dile getirdi.

ESAS AZINLIK BİZ İSTANBULLULAR

Popüler diskurda azınlıklar sık sık İstanbul’la özdeşleştiriliyorlar. Ali Kırca programına yalnızca İstanbullu azınlıkları davet ederken, ertesi gün program hakkında yazı yazan Melih Aşık da azınlıklardan “İstanbul’u birlikte soluduğumuz insanlar” diye söz ediyor. Oysa tarih boyunca azınlıklar tüm Anadolu’da yaşadılar. İstanbul’u azınlıklarla özdeşleştirme merakı yalnızca sayılarının pek çok şehirde tümüyle kaybolduğu son yıllara ait bir şey de değil. Mesela programda konuşan İlber Ortaylı gibi Varlık Vergisi’nin ırka değil, sınıfa dayalı bir uygulama olduğunu iddia edenler bu verginin, İstanbul’un zenginliklerini Anadolu’ya dağıtma projesi olduğunu öne sürüyorlar. Cumhuriyetin erken döneminin Türkleştirme politikalarını sınıfsız bir toplum yaratma maskesi altına gizleyen bu söylem, azınlıkların yalnızca İstanbullu değil, aynı zamanda zengin oldukları gibi ırkçı bir varsayım üzerine kurulu.

Azınlıkların İstanbullu ve zengin olarak tanımlanmaları, pek çok İstanbullu elit “Beyaz Türk”ün kendilerini de aynı gayrimüslimler gibi ‘azınlık’ olduklarını dile getirmelerini mümkün kılıyor. Kitabın arka kapağını süsleyen yazısında Melih Aşık “artık onlar da bizler de İstanbullu azınlıklarız” diyerek tüm İstanbullu elitleri gayrimüslimlerle aynı kefeye koyuyor. Aynı şekilde Metin Toker de 9 Temmuz’da yazdığı köşe yazısında, eski, yani ‘gerçek’ İstanbulluların bir azınlık olduğundan dem vuruyor.

Böyle bir iddianın en rahatsız edici yanı, Metin Toker gibi son derece elit ve merkezden güç alan bir aileden gelen, muhtemelen hayatı boyunca hiçbir olumsuz ayrımcılığa tâbi olmadan bu ülkede yaşayan birinin, yüzyıllar boyunca pek çok haktan mahrum bırakılmış insanlarla kendisini bir görmesi. Metin Toker kendine azınlık diyerek, gayrimüslimlerin içinde bulundukları durumu tersine çevirmiş ve onları en az kendi kadar ayrıcalıklara sahip bir grup elit olarak göstermiş oluyor. Böyle bir tanımlamanın son yüzyılda sürülmüş, katledilmiş, malları yağmalanmış, korkutulmuş insanların yaşadıklarından çok farklı bir tablo çizdiği şüphe götürmez.

Bu söylemin bir diğer problemi de, etnik yapısında farklılıklar olsa da, İstanbul’un bugün de en az yüz yıl önce olduğu kadar çok “renkli” olduğu. Ayda harcadıkları 5.200 dolarla beyazlaşmış A grubu Türklerin yanında İstanbul’da Kürtler, Lazlar, Araplar, Farslar, Romanlar hep yaşayagelmiş. Bunun yanında son zamanlarda Filipinliler, Nijeryalılar, İranlılar, Ruslar, Moldavyalılar da İstanbul’u mesken edindiler. Ancak İstanbul’un bu sakinleri elitist Beyaz Türkler tarafından şehre bir renk katan gruplar olmaktan çok, burayı işgâl eden siyah barbarlar olarak görülüyorlar.

FARKLI AZINLIKLAR İÇİN FARKLI SÖYLEMLER

Programda “azınlıklar” diye tüm gayrimüslim gruplar aynı şemsiye altına konsa da, bu gruplar hakkında üretilen farklı söylemler bu programda da kendini gösteriyor. Bu gruplar arasında en çok özlenileni, nostaljisi en çok yapılanı Rumlar. Ali Kırca’yı bu programı yapmaya iten nedenlerden biri de, birkaç yıl önce televizyonda izlediği bir programdaki rastlantı olmuş. Daha sonra Sabah gazetesindeki köşesinde de yazdığı bu olayda, Gecenin İçinden programında birisi, stüdyoya telefonla bağlanarak arkadaki çalgıcılardan birisiyle konuşmak istediğini söylemiş. Kendini Prokop olarak tanıtan bu kişi, İstanbul’dan Atina’ya göçen bir Rum müzisyenmiş; İstanbul’da çalgıcılık yaptığı günlerden tanıdığı arkadaşını Atina’da izlediği Türk televizyon kanalında görünce çok heyecanlanmış. Bu iki arkadaşın hasretle birbirlerine seslenmelerinden çok duygulanan Kırca, aynı yazısında benzer bir hikâye daha anlatmış. Bu sefer Kırca, Selanik’te gazete alırken onu tanıyan İstanbul’dan göçmüş bir gençle karşılaşır. Türkiye’den ‘memleket’ diye söz eden bu genç aynı zamanda hâlâ fanatik Fenerbahçeli’ymiş. Diğer bir deyişle, başka herhangi bir Türk gencinden pek bir farkı yokmuş.

Kırca’nın Türkiye’den ayrılmak zorunda kalan azınlıklardan söz etmek için seçtiği iki duygusal hikâyenin de kahramanlarının Rum olması bir rastlantı değil. Türkiye’den giden Rumlara karşı duyulan nostalji ve Rumlarla Türklerin aslında ne kadar birbirlerine benzer oldukları yalnızca Kırca tarafından değil, Sezen Aksu ve Zülfü Livaneli gibi sanatçıların da iki ülkede sık sık verdikleri konserlerde vurguladıkları bir tema. Bu iki grup arası ilişkileri anlatan Emanet Çeyiz gibi romanlar da çok ilgi topluyor. Rumlar hakkında böyle bir nostaljiyi kolaylaştıran faktörler arasında, bu göçün bir nüfus mübadelesine dayanması, sayılardan söz edilmediği takdirde sanki eşit bir değiş tokuşmuş gibi görünen mübadelede ‘haklı’ ya da ‘haksız’ tarafın olmaması sayılabilir. Ayrıca Rumlar üzerinden Yunanistan ve Türkiye arasında organik bir bağ olduğunu iddia etmek, kendini Ortadoğulu değil de Akdenizli ya da Güneydoğu Avrupalı şeklinde tanımlamak isteyenlerin başvurduğu bir yöntem olabilir.

Musevilerden söz edildiğinde en çok kullanılan anlatı ise, Musevilerin 500 yıldır Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti topraklarında hiçbir ülkede olmadığı kadar huzurlu bir hayat sürdükleri. Ali Kırca da Musevilerin Türkiye’de hiçbir problem yaşamadıklarına o kadar inanmış olmali ki, programda Musevi bir konukla konuşurken şöyle bir cümle sarfediyor: “Musevi kökenli vatandaşlarımız azınlık sayılmadığı halde, toplumsal yaşam içinde öyle muamele görüyorlar”. Musevilerin Bizans zamanından beri İstanbul’da önemli bir topluluk oluşturduklarından pek söz etmeyen bu hikâyede Museviler, Türkler tarafından hoş tutulan bir grup “misafir” rolünde var oluyorlar. Nitekim Tarih Vakfı’nın 1995 senesinde düzenlediği “Elveda Doğduğum Toprak: Fotoğraflarda Anadolu’nun 150 Yıllık Göç Tarihi” sergisinde, Museviler’in hikâyesinin anlatıldığı bölümün adının “geldiler ve gittiler” oluşu, onların buraya ait görülmediklerinin bir göstergesi. Bu hikâye hem burada az sayıda kalmış ve güvende yaşamak isteyen Musevilerin çoğu tarafından hem de Türk hükümeti tarafından Amerika’daki lobi çalışmaları için tekrar tekrar gündeme getiriliyor. Oysa programa katılan Rıfat Bali ve Rıdvan Akar, diğer azınlıklar gibi Musevilerin de, özellikle de erken Cumhuriyet döneminde, hiç de hoş tutulmadıkları, pek çok baskıya marûz kaldıkları, ve öyle kendiliklerinden de sıkıldıkları için gitmedikleri konusunda çarpıcı örnekler sundular.

Bu üç gruptan haklarında konuşulmakta en çok zorlanılanı şüphesiz Ermeniler. Onlardan söz ederken ne asırlar boyu barış içinde yaşadık demek mümkün, ne de pek çok insanın Apo’ya “Ermeni dölü” dediği bir ortamda Ermeni nostaljisi yapmak prim yapıyor. Ayrıca Ermeni tehciri, dile getirilmesi Türkler için çok zor bir konu. Zira programda Varlık Vergisi, 6-7 Eylül olayları, ve 1974 Kıbrıs krizinden bolca söz edilse de, Ermeni tehcirinin adı bile geçmiyor. Ali Kırca her ne kadar programda yalnızca Cumhuriyet döneminde yaşananların tartışılacağını belirttiyse de, Cumhuriyet’in ilânından çok kısa bir süre evvel meydana gelmiş bu olaydan söz etmeden Türkiye’deki azınlık meselesini anlamak mümkün değil. Ermeniler konusunda konuşmanın zorluğu, programa Tel Aviv’den ve Atina’dan konuklar çağrıldığı halde, Türkiyeli Ermenilerin en yoğun olarak yaşadıkları Los Angeles ya da Paris’ten konuk olmamasında kendini belli ediyor. Rumların Atina’ya, Musevilerin de Tel Aviv’e gitmesi, zaten Türkiye’ye ait görülmeyen bu grupların ulus-devlet sistemi içinde ‘doğal ikâmetgâhlarını’ bulmuş olması şeklinde yorumlanabilirken, Ermenilerin Los Angeles’a göçmek zorunda kalmalarını aynı şekilde normalleştirmek pek mümkün olamaz herhalde. Rumların asıl evinin Yunanistan, Musevilerinkinin de İsrail olduğu o kadar kabul gören bir yargı ki “benim bir Rum tanıdığım vardı, sonra ailece Yunanistan’a döndüler” gibi ifadeler gündelik hayatta sık sık kulağa çalınıyor.

SONUÇ

Artık Türkiye’de gayrimüslimlerden söz etmek yalnızca içi boş bir eski zaman nostaljisi yapmak değil. Onlardan söz etmek Türk milliyetçiliğinin üzerinde yükseldiği karanlık noktaları, tebaadan yurttaş yaratan Cumhuriyet’in tüm yurttaşlarına eşit davranmadığını dile getirmeyi mümkün kılıyor. Bu, son zamanlardaki tartışmalara iyimser tarafından bakınca görünen. Aynı şeye bir de karamsar tarafından bakarsak, geçmişte yapılan ve bugün de devam eden Türkleştirme politikalarını hâlâ normalleştiren, olanları ekonomik bir sınıf kavgası gibi gösteren, azınlıkların kendi bireysel tercihleri sonucu ülkeyi terk ettiklerini savunan görüşler oldukça baskın. Bu görüşleri savunanlar, gayrimüslimlerin zengin ve İstanbullu (bunun yanında yabancı ve kurnaz), Türklerin ise fakir ve Anadolulu (aynı zamanda yerli ve saf) olduğu iddialarını yeniden üretmekten kaçınmıyorlar. Türkiye’de gayrimüslimler bir avuç kalmışken bile onlara yapılan hiçbir haksızlığı kabul etmeyenlerin, Türkiye’de bugün de benzer veya farklı asimilasyonist baskılara marûz kalan milyonlarca başka azınlığa yapılanları tanıması çok zor görünüyor.

(*) Bu yazıya katkılarından dolayı Rifat Bali, Beti Bali ve Marc Baer’e teşekkür ederim.