Son yıllarda Türkiye’de polisler, ilkin 1992 Şubatında nümayiş yapmışlardı. İşkence, kötü muamele “iddialarının” önüne geçmeye dönük düzenlemeler öngören Ceza Usulü Muhakemeleri Kanunu değişikliğine tepki gösteriyorlardı. O kanı donduran, aklı bitiren “Kahrolsun İnsan Hakları” sloganı bu gösterilerde duyuldu.
Genel olarak sağ, özellikle ülkücüler bu nümayişlere hararetli destek verdiler.[1] “Yargısız infaz” vakalarının yoğunlaştığı 1993-95 döneminde de bazı polis gösterilerine rastlandı, ancak daha yaygın olan, ülkücülerin ve onların etkilediği grupların polise destek tezahüratı yapmalarıydı.
İstanbul ve Bursa’da binlerce polisin yürüyüş yaptığı, Ankara’da çatışmalara giren, linç girişimlerinde bulunan ülkücü gruplarla polisin işbirliği içindeki taraflar gibi davrandığı 12-13 Aralık olayları, 1990’ların ilk yarısında başgösteren bu “örgütsel davranışın” vahim bir boyuta taşınmasıdır. Kuşkusuz bu tırmanmanın konjonktürel nedenleri var, AB sürecinin harladığı tartışmaların yol açtığı gerilimin, demokratikleşme talepleri karşısındaki direncin etkisi var. MGK’nın “tavsiyeleri” haricinde hemen hiç oyun alanı kalmayan politikanın krizinin, bir yönetim bunalımına, evet, “devlet krizine” dönüşme istidadı kazanmasıyla ilgisi var. Global bir süreç olarak “güvenlik devleti” olgusunun, asayiş aygıtlarının palazlanmasının yansıması görülebilir. Ancak meselenin doğrudan doğruya polisle ilgili yapısal nedenlerini gözden kaçırmamak gerekiyor.
Türkiye’de polisin formasyonu, 12 Eylül askerî rejimiyle pekişerek, “iç ordu” mantığıyla belirlendi.[2] (“Polis iç ordudur” şiarı, milliyetçi-muhafazakâr fikir otoritesi Ahmet Kabaklı’ya aittir.) Bu mantık içinde polisin görev tanımında, -“zanlılar” kavramını geçtik- “suçlu” kavramının “düşman” kavramına dönüşmesi çok kolaydır. Emniyet yetkililerinin bildirilerinde, demeçlerinde “hainler, vatan-millet düşmanları...” gibi ibarelere bolca başvuran ajitatif dil, bu kavrayışı sürekli tazeler. Personel, “hain, düşman, bölücü-yıkıcı” atıflarıyla eşlenen hedef gruplara karşı bilenir, ki bunlar onyıllarca en genel anlamda “solcular” olmuştur (bu nedenle polisin resmî-millî tehdit sınıfına alınan “irticacılara” karşı sert bir tutuma uyarlanmasında zorluklar yaşanmadı mı?). Gösterici polislerin İstanbul Üniversitesinin önünden geçerken “hain yuvası” diye bağırdığını, bandoya “aydın cenazesi değil bu şehit cenazesi” diye tepki gösterdiğini yazıyor gazeteler - ne kadar geniş bir hain-düşman yelpazesi ve nasıl bir hınçtır bu? Dolayısıyla polis memurları, toplumsal olaylarda karşılarında önlem almakla görevlendirildikleri insanları, “olay çıkarmaları önlenecek bir risk grubu” gibi değil, nihâî-ideal hedef olarak aslında yok edilmeleri hak olan düşmanlar gibi görmeye yatkın olmaktadırlar. Bu nedenle, sınırsız zora başvuramamak, serbestçe silâh kullanamamak, “taviz” olarak algılanabilmektedir.
Bu ideolojik formasyonda, polisin devleti sahiplenmesi, “kamu düzenini koruma görevi”nin sınırlarını aşar, adetâ bir millî davanın savunulmasına dönüşür. Polis kendini devletle özdeşleştirir, “Kutsal Devlet”in kutsallığını kuşanır. Çalışma şartlarından ve risklerinden kaynaklanan zorluklar, feragat ve fedakârlıklar, (bu özel koşullarını bilerek girdiği) mesleğin ayrıcalıklı bir yüksek misyon olarak yüceltilmesine zemin hazırlar. (Bir öğretmen, bir hekim, bir maden işçisi, bir itfaiyeci benzer motiflere başvurarak benzer pâyelere talip olduğundaysa yadırganacaktır.)
Bu misyon motifi ve ona dayalı yücelti, polislerin maddî sıkıntılarıyla ilgili rahatsızlıklarını da, kendi gözlerinde, büyütür, dramatikleştirir. Gerçekten de, başka alanlardaki kamu personeliyle kıyaslandığında görece avantajlı olmalarına mukabil, bu göreceli üstünlük eninde sonunda kamudaki ücret rejiminin düşük seviyesine tâbidir ve polis memurlarının yıpratıcı bir mesaileri vardır. Bu, objektif yönden, “polisin isyanı”nın, kamu emekçilerinin talepleriyle kesiştiği bir noktadır. Ancak geçerli ideolojik formasyon, polis memurlarının bu sıkıntılarını da devletçi-milliyetçi hamâset içinde dışavurmalarını getirmektedir. Polislerin yaşam şartlarıyla, maddî sıkıntılarıyla ilgili tepkileri, böylece, “yukarıdakiler”, “rahat koltuklarında oturanlar”, “aydınlar” üzerinden yine hainler/düşmanlar/solculara uzanan plebyen-faşizan bir tepki kanalına akmaktadır.
12 Eylül askerî rejimi sonrasında poliste pekiştiğini vurguladığımız ideolojik yönelimin, MHP’nin ve ülkücü hareketin söylemiyle parallelik arz ettiği ortada. Bu paralellik, polis kadrolarına eleman alımında MHP’li/ülkücü bağlantılı ilişki ağlarının sahip olduğu etkinlikle pekişiyor. Sonuç, gösteri yapan polislerin ülkücü sloganlar atması, ülkücü gruplarla polis görevlilerinin açıkça müşterek hareket edebilmesidir. Polisliğin meslek tanımına esastan aykırı olan böylesi manzaralar, bu ülkede normal oluyor! Polislerin İstanbul’da önünden geçtikleri MHP temsilciliğini özel surette protesto etmelerinde de, “tabanın yukarıya tepkisi”ne benzeyen bir yan vardır. 12-13 Aralık polis nümayişleriyle ülkücü tabanın ‘radikal’ kesimleri arasında bir sinerjiden de söz edilebilir; MHP üst yönetiminin hükümetteki “aşırı uyumlu” çizgisinden hoşnutsuz olan ülkücüler, milliyetçi-muhafazakâr cenahın tabiriyle “polisin öfkesi”ni, kendilerine tercüman sayabilmektedirler. Tepkilerin ülkücü kadrolaşmaya hayırhâh davranmayan Emniyet yönetimine ve Tantan’a da yönelmesi, bu bakımdan anlamlı bir yan etki ya da ek faydadır.
Bu etkenlere, polisin, Emniyet yetkililerinin kullanmaya alışkın olduğu deyimle, “teşkilât” kimliğiyle davranmasının etkilerini eklemeliyiz. Burada “teşkilât”, mesela bir tapu-kadastro ya da maliye, adliye teşkilâtından farklı çağrışımlara sahiptir; polis jargonundaki “örgüt” sözcüğünün taşıdığı imâları taşır. Keza adliye, maliye, millî eğitim vs.’de rastlayamayacağımız “taban” kavramına, polisle ilgili tartışmalarda rastlayabilirsiniz. Polis Akademisi öğretim üyesi Yard.Doç.Dr. Halil İbrahim Bahar, özel bir “grup kimliğinden”, “polis alt-kültürü”nden söz ediyor.[3] Polisin teşkilât “ruhu”, hem yukarıda değinilen ideolojik koşullanmaların keskinleşmesine katkıda bulunur, hem de onun -bırakalım kamusal sorumluluğu- bürokratik-meslekî dayanışma ölçülerini aşan bir özerk tavırla, başlıbaşına bir taraf olarak ortaya çıkmasına yol açar. 12 Aralık’taki gibi patlama anlarında göründüğü üzere, polisin “kitle tabanı”, kendi hedeflerini izleyen, kendi çıkarlarını gözeten, kendi intikamını güden bir zümre gibi davranabilecektir. Af tartışmalarında, Emniyet yetkililerinin tutuklu/hükümlü polisler lehine kulis yapmaları bunun açık örneğidir ve bu sırada suç sayılan fiilleri masumlaştırmaya çalışan konuşmalar yapmaları, bir skandaldır! (DSP Bursa milletvekili Ali Arabacı, 12 Aralık olaylarının kökeninde bu kışkırtmanın yattığına dair görüş belirtti..)
Bir polis otobüsünün taranarak iki insanın öldürülmesi, bir cinayettir -ayrıca politik sonuçları itibarıyla da caniyâne bir eylemdir-; ancak sözünü ettiğimiz “teşkilât ruhu” içinde bu cinayet, “özel” bir kan davasının hesabı içinde değerlendirilir. Güç kullanma serbestisinin kısıtlanması ve yargı önündeki fiilî bağışıklığın aşınması, “taban”ın, “kaybedecek bir şeyi olmayanların” edâsı içinde âdeta kendi bekası uğruna başkaldırmasına yol açan hassas noktasıdır. Böylesi anlarda “teşkilât”, kuvvetli bir iç dayanışmayla ve “dışarıya karşı” keskin bir tutumla ortaya çıkar - ki burada “dışarıdakiler”, uç noktada, polis hariç herkes olabilir. “Bizi satanı biz de satarız” sloganı bunu göstermiyor mu? Yeni Binyıl’da Ali Bayramoğlu’nun “yeniçerivari isyan” olarak tanımladığı bu uç nokta, artık rejim adına da “biraz” rahatsızlık duyulacak bir noktadır. Zira polisin intikamcı bir ihkakı hak “teşkilâtı” suretine büründüğü bir rejimin, kimliği, vasfı ne olursa olsun, meşrûiyetle ilgili herhangi bir iddiası olamaz.
Türkiye’de polisin, bir “teşkilât”, müstakil bir taraf, bir parti gibi davranması, yapısal ve ciddi bir sorundur. Polisin, daimî bir iç savaşa koşullayan bir ideolojik ajitasyon içinde sevk ve idare ediliyor olması, yapısal ve ciddi bir sorundur. Ve Türkiye’nin, etki alanı toplumsal olaylardan gündelik hayata yayılan, en önemli yapısal ve ciddi sorunlarından biridir.
TANIL BORA
(*) 17 Aralık’ta Radikal iki’de “Polis iç ordu mu?” başlığıyla yayımlanan yazının biraz genişletilmiş biçimidir.
[1] Bu konuda bkz. Tanıl Bora, “Terör, devlet ve Türk sağı”, Birikim 37 [Mayıs 1992], s. 48-57.
[2] Polisin 12 Eylül 1980 sonrası Türkiye’deki yapılanışıyla ilgili: Tanıl Bora, “Devletin polisi, polisin devleti”, Birikim 57/58 [Ocak/Şubat 1994], s. 3-11.
[3] Halil İbrahim Bahar, Poliste Demokrasi ve İnsan Hakları, Türk Demokrasi Vakfı, Ankara 1998, s. 71.