ANAP ile MHP arasında cereyan eden “merkez sağ”ın sahibi tartışması ile Bankalar Operasyonu’nun aynı günlere denk gelmesi ilahi bir tesadüf olsa gerek. Zira her iki gelişme de -kabaca- çok partili hayata geçişimizden bu yana Türkiye ekonomi-politikalarında başat güç olan Türkiye usulü merkez sağ “sistem”in değişmeye zorlandığını haber vermekteydi. Ama önce “Türkiye usulü merkez sağ”ın sistemi diyerek ne kastediyoruz, onu anlatalım.
Bu sistemin omurgası “ekonomik himayecilik”tir, bilindiği üzre. Ve Türkiye ekonomisinin her 10 yılda bir geçirdiği transformasyonlara paralel olarak bu ekonomik himayeceliğin şekilleri de değişir. Ama “cevher” aynıdır. 1950’lar sonrasında bu himaye biçimi genel olarak ihale-müteahhitlik hizmetlerinin dağılımı ve bu hizmetlerin politikaya “güç takviyesi” olarak geri dönüşü usulü ile yürüyordu. Bu yıllarda palazlanan zenginlerin hemen hemen tümünün özgeçmişinde “devletten ihale alma” yılları dikkat çeker.[1] Devletle içli dışlı olup zenginleşmenin topluma kabul ettirildiği, toplumun da kaderine boyun eğmeyi öğrendiği ve bu ayrıcalığı kendisine hak görmediği yıllardı bunlar. Modernleşme sancılarıyla geçen 1960’lardan sonra 1970’lerde bu alanda radikal bir dönüşüm yaşandı. Toplum kaderini değiştirmeye çalışırken sanayi, burjuvazi, siyaset velhasıl her alanda yeni girişimler deneniyor, 1960’ta destenin toplandığı merkezde kartların yeniden dağıtılmasının ardından oyuncular netleşiyordu. İllegal ekonomide “yeni arayışların” ipuçlarının da görüldüğü bu dönem aynı zamanda Türkiye’ye özgü merkez sağ sisteminin sembol isminin, bu sistemin alameti farikası oluşunun -kesinkes- tescil edildiği yıllardı. (Bazen bir karikatür, bir şarkı, bir fotoğraf, bir şiir dizesi anlatmak istediğiniz sayfalar dolusu metni bir saniyede “şipşak” tarif ediverir. Benim de bu yazıda tarif edeceğim “sistemi” aslında bir tek isim -peşinden hiçbir izahate gerek kalmadan- açıklıyor: Süleyman Demirel. Kafanızda canlanan imaj her şeyi açıklıyor aslında ama yazıya devam edelim, zira başka kahramanlarımız da var.)
Demirel, -yani Türkiye’ye özgü merkez sağ sistem- basitçe şudur: Türkiye’de doğan her vatandaş, gerekli ilişkilere girmek şartıyla merkezde toplanan muazzam paradan pay alabilir. Bu payı almanın en önemli şartı merkez sağ sistemde yerini almak ve bu sistemden çıkmamaktır. Sisteme girmek için kentli olmak, zengin sınıfından gelmek, hemşehrilik vasfı taşımak filân gerekmez. (Aksine köylü kurnazı olmak bu sistemde bir avantajdır. Zira kafa aslında “o kafa”dır.) Tek parti ve Menderes sistemlerinden daha “rahat” olan bu sistemin son derece kusursuz işlediği ve resmî ideolojinin ayağına basmadıkça kimsenin başına dert açmadığı zamanla anlaşılınca “Türkiye-usûlü merkez sağ sistem” ülkedeki yegâne cazibe merkezi oldu. (Öyle ki sisteme -ahlâki vs. açılardan- sağdan muhalefet edenler bile zaman içinde güç kazanınca kendileri de benzer bir sistem kuracaklardı.) Sistem, -isterseniz Demirel sistemi diyelim- öylesine cazip bir güç haline gelmişti ki, çok küçük hamlelerle -kimi kilit mevkiler için ise bazı kritik durumlarda “hiçbir şey yapmayarak- hayal bile edilemeyecek maddi ve manevi güce ulaşılıyor, sistemin hiyerarşisinde basamaklar hızla atlanabiliyordu. Üstelik kurallar çok basitti:
1- Orduyu kızdırma
2- Milliyetçilerin ayağına basma
3- Sıkışırsan her şeyi inkâr et
4- Daha da sıkışırsan pazarlığa otur
5- Yurtdışına kaç..
Oysa Tek Parti ve Menderes sistemleri böyle kusursuz işleyemiyordu. Tek parti döneminde halk muhalefeti ve ideolojik baskı, Menderes döneminde ise “resmî ideoloji” gerilimi sistemin aktörlerine rahat hareket etme imkânı tanımıyordu. Oysa Demirel -değişen dış koşulların da yardımıyla- ideal ortamı sağladı. Bu mantıkla işleyen ve büyüyen Demirel sistemi 12 Eylül darbesinden sonra duraklamaya girdi. Ancak aktörlerin arayış içinde olduğunu gören Turgut Özal zamanın tüm ihtiyaçlarına yanıt veren çok daha kusursuz bir sistem kurdu. (Bilgisayar teknolojisine aşina olanlar bunu Microsoft’un yeni bir sürümü gibi tasavvur edebilir.) Bu sistem daha bol kazanç, daha çok güç ve daha gösterişli bir hayat tarzı sunuyordu. Yeni sürümde iki önemli fark vardı: a) banka-borsa sistemi b) hayat tarzı propagandası, yani ideolojik üstünlük. Türkiye’nin cinnetten çıkma yıllarına denk gelen ruh halini Özal çok iyi tahlil etmişti doğrusu. Artık tüm Türkiye sisteme dahil olabileceğini düşünüyordu.
Sistem öylesine iyi maya tutmuştu ki yeni sürümün kurucusunun ölümü hiçbir şeyi değiştirmedi. Tersine sistemin tepesine oturmak için büyük kavgalar verildi. Özal’ın ölümünün hemen peşinden sistemin patronluğuna soyunan Çiller ikilisi oyuna iyi başladı, ama yukarıda saydığımız anayasanın ilk maddesini ihlal ettiği için oyundan düştü. Özal’ın yanında staj gören Mesut Yılmaz’ın bu dönemdeki denemeleri başarısızlığa uğradı. Ve sistemin patronluğuna yıllardır tuğla üstüne tuğla ekler gibi çalışmalarını yürüten Demirel -bir kez daha- oturdu. Üstelik Demirel yeni dönem için imaj çalışmasının da iyi yapmıştı: Özal’ın ölümünden sonra şu ortaya çıkmıştı ki “ben sistemin patronuyum” demek hoş karşılanmıyor. İşte Demirel’in yeni dönem için kendisine biçtiği imaj da “bilge insan” oldu. Ve görüldü ki yeni imaj tuttu. Öte yandan Demirel bu son patronluk için çok çalışmış, -özellikle Çiller’le- büyük bir mücadeleye girmiş, kentli burjuvaziyi -bir kez daha!- ikna etmek için neredeyse ağzıyla kuş tutmuştu. (Bütün bu çalışmalarının semeresini almasını sağlayan isim ise eski bir çalışma arkadaşı Necmettin Erbakan oldu. Demirel savaşı kazandığını, Erbakan kendisine Refahyol hükümetinin istifasını sunmaya geldiğinde anlamış olmalıydı. Şimdi düşününce Erbakan’ın “Demirel başbakanlığı Çiller’e verecek” gibi bir inançla Çankaya’ya çıkması ne kadar da safça görünüyor.)
Sistemin patronluğunun tüm gereklerini yerine getiren Demirel bunlara ilave olarak dış politikanın duayeni, iç dengelerin kilit ismi gibi payeler de biçtirdi kendisine. Zira sistemin “basın-reklam” kısmı da havaya girmişti. Sisteme ve patrona duyulan inanç “tam”dı.[2]
İLK DARBE
Demirel sistemine, daha doğrusu “Eski büyük merkez sağ sistem”e gelecek darbenin ilk ipuçları 18 Nisan seçimlerinde görüldü.[3] Ancak medya sonuçları DSP bahsinde Apo’nun yakalanışı, MHP bahsinde PKK yüzünden milliyetçiliğin yükselişi gibi nedenlere dayandırdı. Merkez sağ partilerde görülen dev erime ise Çiller-Yılmaz polemiği, merkez sağın yıpranması gibi nedenlerle açıklandı. Ama yine de tehlikenin kokusu alınmıştı, derhal MHP zorla değiştirilmeye çalışıldı, 1980 öncesinde Ecevit hükümetini düşürmek için ilânlar veren TÜSİAD’ın şimdi Ecevit’i nasıl da desteklediği öne çıkarıldı vs. Ancak çabalar yeterli olmadı.Sistem en büyük darbeyi hiç beklemediği bir anda yedi. Demirel’in cumhurbaşkanlığını uzatma projesi başarısızlıkla sonuçlandı.[4] DSP’yi birinci, MHP’yi ikinci parti yapan iradeye hoş görünmek isteyen milletvekilleri parti yönetimlerini dinlemedi ve “patron”a hayır dedi. (Aslında Demirel yine de kazanabilirdi ama sistemin küçük oyuncusu da artık büyük patron olmak istiyordu. Oylamanın sonuçlarından biri de Yılmaz’ın asla patron olamayacağının tescillenmesi oldu. Yine de büyük konuşmamak lazım..)
Böylece Demirel içten ve dıştan darbelerle sistemin patronluğundan uzaklaştırıldı
Sezer’in cumhurbaşkanlığı ise bilindiği gibi otoriter devletin şüphesiyle karşılandı. Bu şüpheler yerini kesin kanaatlere bırakmış olacak ki otoriter devletin sözcüleri Sezer’e saldırmakta gecikmedi. Ama öte yanda Türkiye’de 18 Nisan sonrasında -daha doğrusu öncesinde- şekillenen yeni güçler “başsız” kalan sistemin önemli dayanak noktalarına “bu maceranın sonu” mesajı vermekteydi: Bankalar Operasyonu başlamıştı.
BANKALAR OPERASYONU
Operasyona bakıldığında temelde Türkiye usûlü merkez sağ sistemin “maddi” ilişkilerinin büyüteç altına alındığı ve bu noktalara kısa ama kesin darbeler vurulduğu görülüyor. Banka-politika-medya üçgeninin en küstah temsilcileri yine medya marifetiyle “0” derecesine indiriliyor, “sarsılmaz” denen tahtlar (örneğin Bilgin ailesi) bir günde alaşağı ediliveriyordu. İçişleri Bakanı Saadettin Tantan’ın “Tapınak Şövalyeleri” gerçekten zor günler geçirdi.
Peki ama bu operasyonu yürüten irade neydi? Tüm bu geniş harekâtı Bankacılık Denetleme ve Düzenleme Kurulu Başkanı Zekeriya Temizel ve İçişleri Bakanı Saadettin Tantan’ın dürüstlüğü ve “ricaları dikkate almamasıyla” açıklayamayız.Keza Ecevit’i Başbakan Sezer’i de halkın sevgilisi haline getiren toplumun dürüst siyasetçi özlemi açıklaması da yeterli değil. Muhtemelen bu nokta birçok kişinin kafasına takılmış olacak ki, operasyonun en hararetli günlerinde spekülasyonların ardı arkası da kesilmedi. Bunlar arasında en ilgi göreni de Demirel senaryosu. Bu teoriye göre Güniz Sokak’a çekildikten sonra “Ekim’i bekleyin” mesajları gönderen Demirel, Bankalar Operasyonu’nun ardından sesini çıkaramaz oldu. Dolayısıyla bu operasyon Demirel’in tekrar merkez sağın başına geçmesini engellemek için yapıldı. (Tabiî bu teoriye karşı “sırf bunun için böyle geniş çaplı bir harekâta girişilmesi gerçekten lüzumlu muydu?” sorusu var..) Bir diğer teori ise “derin devlet”teki “temizlenme yanlısı” kanatın düğmeye bastığı yönünde. Bu kez de şunu düşünmeden edemiyoruz: “derin devlet”in ne yaptığını kim bilebilir? Asıl soru ise, bankalar operasyonunda gözaltına alınanların isnat edilen suçları siyasetçilerin haberi olmadan işleyemeyeceği, dolasıyla operasyonun siyasetçileri ve bürokratları da kapsayıp kapsamayacağıydı. Bu yazının kaleme alındığı Aralık ayı ortalarında böyle bir emare görülmüyordu. Zaten kimse de böyle bir şey beklemiyor. Ancak operasyonun ardından yaşanan gelişmeler ilginç. Öncelikle Bilgin ailesinin “sistemden” çekilmesiyle medyadaki güç dengesinde meydana gelen değişiklik kayda değer. Sabah ailesini Turgay Ciner ve Murat Vargı ile alan Mehmet Emin Karamehmet, Aydın Doğan’la birlikte medyayı kontrol eden iki önemli isimden biri oldu. Bir diğer ilginç gelişme ise Bankalar Operasyonunun hemen ardından patlak veren malî piyasalardaki kriz. Krizin, ekonomik gücü elinde tutan diğer iki önemli aktörün orta büyüklükteki bir bankayı “boğmaya” kalkışmasından kaynaklandığını biliyoruz. Kriz sözkonusu orta büyüklükteki bankaya el konmasıyla ve hükümetin “şantajı” görmesiyle -daha doğrusu şantajı gördüğünü ilân etmesiyle- sonuçlandı. Velhasıl, gelişmeler ekonomide ve “merkez”de dengelerin değişmeye başladığını gösteriyor.
PEKİ YA MERKEZ SAĞ?
İlginçtir, Türkiye Bankalar Operasyonu ile eşzamanlı olarak bir de merkez sağın sahibi tartışmasına tanık oldu. Hatırlanacaktır, Bankalar Operasyonu günlerinde kongresini yapan MHP’ye “merkez sağa yöneliyor” yakıştırması yapıldı. Üstelik MHP’den bu yatkıştırmalara pek kategorik itiraz gelmedi. “Biz zaten merkeziz”, “merkez bize geliyor” yorumları uçuşurken asıl saptama Genel Başkan Devlet Bahçeli’den geldi: “Değişmedik, geliştik”. Bu açıklamanın ne anlama geldiği medyada hak ettiği tartışmayı pek görmedi, ve unutuldu gitti. Ancak merkez tartışmalarını “küçük oyuncu” Mesut Yılmaz ciddiye almıştı. Yılmaz, “merkez sağın sahibi biziz” sözleriyle tartışmayı başlattı. Yılmaz’a göre merkez bu kadar talebi kaldıramazdı. Yılmaz’ın argümanlarına “merkez sağ senin tapulu malın mı?” gibi yanıtlar geldiyse de tartışmanın bizzat kendisi merkez sağ denen ideolojinin de ciddi bir krizde olduğunu gösteriyor. Ancak Mesut Yılmaz’ın “pirelenmekte” haklı olduğunu da söylemeliyiz. “Sistem”in tehdit altında olduğunu gören -ve patronluk hevesleri hâlâ sönmeyen- Yılmaz, belki de bu harekâtı yürüten başat güç olarak gördüğü MHP’yi -başsız kalan sistemin legal oyuncularına- ihbar ediyordu.
HASIL-I KELAM...
Merkez sağın üzerinde durduğu “sistem” hayli zor günler geçirdi, geçiriyor.. Ancak gerek merkez sağ ideoloji, gerekse yazının başında tarif ettiğimiz “sistem” hayli güçlü ve Türkiye bugüne kadar bu ideoloji ve sistemin yerini yenisini koyamadı. Daha doğrusu bu “sistemi” istisna haline getirecek ahlâki iradeyi gösteremedi. Ve Türkiye söz konusu ahlâki iradeyi gösteremedikçe sistem, farklı biçimlerde de olsa “kaide” olarak varlığını sürdürecek.
[1] Hemen hatırlatmak gerekir ki sistem her ne kadar merkez sağ tarafından kullanılıp geliştirildiyse de Türkiye için “kurucu” olan tek parti döneminin CHP’sidir. (bkz. Vehbi Koç)
[2] Bu sarsılmaz inançtan kaynaklanan rahatlığı gazeteci Rauf Tamer’in evine bir çanta dolusu para gönderildiği yönündeki iddialara verilen cevaplarda görmek mümkün.
[3] AB ile entegrasyon çalışmalarını, Gümrük Birliği’ni, İMF ve Dünya Bankası ile ortak bilanço sistemine geçişi saymazsak tabiî.
[4] Bu süreçte Ecevit’in projeyi niçin “delicesine” desteklediği çok tartışıldı. Benim en makûl bulduğum gerekçe Demirel’in yeni imajı gereği Kafkaslar’dan Orta Asya’ya koştururken Ecevit’in “bölge lideri ülkenin başbakanı” yükünü üzerinden almasıydı ve Ecevit’in bu rahatlığa alışmasıydı. Zira her yere Hüsamettin Özkan’ı beraber götürmek mümkün olmuyor.