Türkiye’de geçmişin belleklerden silinmesi çok hızlı oluyor. Hele, 1968-80 arası dönem, yani sosyalizmin telaffuz edildiği, devrimci hareketlerin kitleselleştiği, işçi sınıfının siyasî, toplumsal ve ekonomik hayata ağırlığını koyduğu yıllara ilişkin bellek yitimi ve tarihe yönelik tahrifat daha da ağır. Türkiye solunun büyük bir kesimini de dahil edebileceğimiz biçimde, herkes kendi tarihini kendi inançlarına ve imajlarına göre tanzim ediyor. Toplumun hatırlamamakta ısrar ettiği tarihin kara deliklerinin izini en iyi sürmesi beklenen entellektüel pratik olarak, genelde edebiyat ve özelde romanın da; 12 Mart’tan 12 Eylül’e ve bugüne dek uzanan bir zaman diliminde, toplumbilimcilere ve tarihçilere yardımcı olduğu söylenemez. Söz konusu tarihsel döneme ilişkin, 1970’den 2000’e kadar, elbette birçok roman var yazılan. Ancak ne teker teker, ne de bir toplam olarak yaşanan otuz yılın atmosferini teneffüs ettiriyorlar bizlere; ne o sürecin bir parçası olanlar kendilerini ve yaşananları bulabiliyorlar, ne de o süreci sadece bir tarih olarak okuyanlar.
Türkiye’de sol-sağ kutuplaşmasının kitleselleşerek keskinleşmesi 1968-80 arası bir dönemde yaşanmışsa da, elbette bu kutuplaşma farklı renklerde Cumhuriyet tarihinin başlangıcına dek uzanıyor. Böyle bir perspektiften bakarsak eğer, yine yaşanmışlıklarla değil, yazarların, savundukları ideolojileri idealize ettikleri karakterlere yükledikleri simgesel anlatılarla karşılaşıyoruz. 12 Mart’la başlayan toplumsal içerikli romanlardan önce, solcu gençlik hareketleri ile milliyetçi-muhafazakâr kesimlerin somut pratikler içerisinde yanyana getirilişi çok az. Bunlardan ilki, Sabahattin Ali’nin 1930’ları konu edindiği İçimizdeki Şeytan (1940) romanı hem üniversite gençliğini saran ırkçı, kafatasçı, Turancı görüşlerin, hem de faşizmin iktidarına boyun eğen aydın kesimin eleştirisine yönelmesi açısından cesur bir çıkıştır. Samim Kocagöz’ün Onbinlerin Dönüşü (1957) ise, II. Dünya savaşı yıllarındaki üniversite gençliğini anlatır. İçimizdeki Şeytan’la temasal benzerlikler bulunabilecek öyküsünde, Alman faşizmin Türkiye’deki etkilerine yer verilmiştir.
İçimizdeki Şeytan ve Onbinlerin Dönüşü, üniversitedeki sol-sağ karşıtlığına, her iki kesimi de ele alarak yaklaşmasıyla önemlidir. Ancak, edebiyat alanına sosyalist ideolojinin egemen olduğu ’60’lardan sonraki roman yazımında -giderek daralan bir temasal çeşitlilikle- metinlerin hemen hepsinin sol kesimden insanlara ve onların ilişkilerine dair olduğu söylenebilir. Toplumsal yaşantının tek boyutlu halidir romanlara yansıyanlar. 12 Mart dönemi söz konusu olduğunda, sağsız sol anlatılarını biraz olsun anlayabiliriz. Çünkü sol hareket, kendisini yeniden üretme çabası içindedir ve romanların tüketileceği -kendine ait- bir “kamu” söz konusudur, ayrıca, o dönemde, sivil faşistlerden çok güvenlik güçleri ile karşı karşıyadır solcu gençler. 12 Eylül döneminde ise durum farklılaşır. Türkiye sağının, MHP ve Ülkü Ocakları’nın silik bile olsa resmedilmediği metinlerle anlatılan solcular ve sol hareketler/örgütlenmeler, doğal olarak birer pandomimciye dönüşürler. Devrimcilerin neden öylesine ciddiyetle örgütlendikleri, neden çatıştıkları, neden aşka vakit bulamadıkları, siyasî perspektifleri ve ideolojileri belirsizleşir. Solcu aydınların ve gençlerin karşısındaki sağ ise, yalnızca zalim bir siyasî iktidardır. Oysa 12 Eylül öncesinde, sol hareketlerin devleti doğrudan karşılarına aldıkları ve siyasî iktidar alternatifi oldukları söylenemez. Devletin adını ve açıktan taraflılığını “buharlaştırdığı” bir ortamda, muhatap sivil faşistlerden başkası değildir.
Bu yazıda 12 Eylül sonrasına ilişkin romanları ele alırken, metinlerdeki içe kapanmayı ve yukarıda özetlediğim tek boyutlu anlayışı göstermeye çalışacağım. Bu anlayışı sadece edebi bir eğilim olarak niteleyemeyiz. Yazarların solcu insan tipine ve sol örgütlere takılıp kalmasında, 12 Eylül darbesinin şiddetinin etkileri çok açıktır. İtiraf etmek gerekir ki, darbenin şiddetini fiziksel olarak daha az hissedenler, ’80’lerin başında edebiyat dergilerinin etrafında kümelenmeye başladıklarında, bir yandan -12 Mart sonrasında olduğu gibi- bastırılmış siyasî sözlerini edebiyat aracılığıyla söylemek, diğer yandan şiirde ve romanda “esmesi mutlak” sosyalist gerçekçilik fırtınasının yaratacağı ajit-propagandayla moral bulmak amacındaydılar. Edebiyat dergilerinde ve şiirde bir ölçüde tutturuldu hedefler, ancak 12 Eylül darbesinin Türk romanına etkisi 12 Mart’tan çok farklıydı. Bütün anlatılar yukarıdan aşağıya restorasyona uğrayıp söz kuşatılırken, roman da bundan nasibini aldı. İçerik boşaldı, dilsel zenginlikler, süslemeler, abartmalar ve fantastik ögelerle şişirilen; tarihsel fanteziler, postmodern kurmacalar ya da İstanbul/Beyoğlu merkezli bunalım edebiyatı okunup-yazılır, alınıp-satılır oldu.
12 EYLÜL’ÜN KÜLTÜREL İKLİMİ
Hiç beklemediğimiz bu yeni edebi ortam öylesine hızlı ve öylesine kaotik bir kültürel atmosferde gelişti ki, süreci içinden yaşarken pratik veya teorik refleksler gösteremedik, gösteremezdik de... Çünkü bizim elimizde geleneklerimiz, ideolojimiz, “ders notlarımız” ve siyasî duruşumuzdan başka bir silâhımız yoktu, ama bilgisayarlar, atariler, renkli televizyonlar, videolar, müzik setleri ve “imaj maker”larla çevrilivermiştik aniden. Yalnız solcular değil, toplumun tamamı, yeni bir kültürel iklime girildiğinin farkında değildi. Özgürlüklerin en çok kısıtlandığı dönemdi ’80’ler, ama insanlar kendilerini belki de ilk kez bu kadar serbest hissedebildiler; kurumların dışında olmanın serbestliğini, tüketme özgürlüğünü, kendilerini bu dünyaya teslim etmenin hazzını tattılar. Teni ve iştahı keşfettiler, ama cinsellik denilen bölge de ilk kez bu kadar çok konuşulan, bu kadar çok kuşatılmış bir alana dönüştü. Kültür ilk kez bu kadar önem kazandı, bir bakıma günlük hayatın kendisi kültürelleşti, öte yandan da kültür denen alan özerkliğini ve otoritesini ilk kez bu kadar kesin biçimde kaybetti. Aydınlar kendileri adına ilk kez bu kadar çok konuştular, ama varlık koşullarını da ilk kez bu kadar kesin biçimde yitirdiler. Baskının bu kadar yoğun olduğu bir dönemde, iç dökme, anlatma, ifşa etme arzusu ilk kez bu kadar öne çıktı.[1] Toplumsal yaşantının ve siyasî mücadelenin -sağ ihmal edilip- solcuların penceresinden ve sadece sol üzerinden dillendirilmesinin en önemli nedenlerinden bir tanesi, işte bu; iç dökme, anlatma, ifşa etme arzusu, şehvetidir.
1980’li yıllarda birçok yeni kavramla karşılaştık. Daha önce sol hareketin içerisinde özgünlükleriyle dolaysız biçimde var olamayan toplumsal gruplar; kadınlar, eşcinseller, çevreciler, Kürtler ve diğerleri, kendi adlarını telaffuz eder, farklılıklarının altını çizip kendi dillerini ve kavramlarını arar oldular. Ancak bu yıllara damgasını vuran sözcük “birey”di! İnsanlar birey olmanın “iyi”liğine ikna olup, özel hayatla cinsel hayatı aynılaştırdılar. “Dışarıdakiler”, farkına ve keyfine vardıkları yeni kimlikler ve pratiklerle sarhoş olurken, hep birlikte yaşanan bu büyük illüzyonu da, içinden çıkıp geldikleri tarihle şimdinin birbirine karıştırılmasını da yadırgamadılar. Hatta, eski kimliklerine yeni resimlerini yapıştırmaya özen gösterdi ’80’li yılların özel/cinsel hayatlı, özgür “birey”leri. Geçmiş bugüne taşınırken, bugün geçmişe gönderildi. Fiilin saf dışı bıraktığı bir dil siyasetinin bir başka özelliği, geçmişte yaşananları bugünün fantezileri ve ihtiyaçları doğrultusunda tanımlamadaki başarısıydı.[2]
Bazı kavramlar ve değerler ise anlamlarından ve sınıfsal göndermelerinden uzaklaşıp gözden ve dilden düştüler. Evdeki ve sokaktaki günlük yaşantıdan siyasal ve entellektüel tartışmalara kadar her yerde, sınıf modelinin görünürlüğü ve sürekliliği yitirildi. Post-endüstriyel tekelci kapitalizmin gelişmesi, Soğuk Savaşın başlangıcından beri medyanın ve özellikle korkunç harcamalarıyla reklamcılığın uyguladığı mistifikasyon teknikleri, sınıf yapısının giderek daha fazla gizlenmesine neden oldu. Varoluşçu terimlerle söylersek, artık öznenin parçalandığı, yaşantımızın bundan böyle bir bütün olmadığı anlamına geliyordu bu. Ruhbilimsel terimlerle söylersek, bir hizmet ekonomisi olarak dünyadaki üretim ve emek gerçekliklerinden uzaklaştırılıp, yapay uyaranlardan ve televize edilmiş yaşantıdan oluşan bir düş dünyası içinde yaşamaya başladık.[3]
İLK 12 EYLÜL ROMANLARI
12 Eylül’ü, daha doğrusu ’70’lerin ikinci yarısından başlayarak yükselen devrimci hareket içerisinde yer alan insanları, onların eylemlerini, duygu ve düşüncelerini, inançlarını ve pişmanlıklarını, kadın/erkek ilişkilerini barındıran edebi anlatılara geçmeden önce yaptığım bu giriş, bir “peşrev” değil. Yukarıda altını çizmeye çalıştığım yeni kültürel iklimde esen birey, cinsellik, özgürleşme ve özel hayat fırtınaları, 12 Eylül “edebiyatı”nın merkezî temasını oluşturuyor çünkü. Döneme ait edebi üretimler ise bir bütün olarak o kültürün içerisinde ya da o kültürün kuşatması altında şekilleniyorlar. Solun kendi içine kapanması ve toplumsal süreci sadece kendisine bakarak değerlendirmesi de işte bu şekillenmenin bir sonucu...
En başa dönersek, Eylül edebiyatının izini/miladını Selim İleri’nin “Bodrum Üçlemesi”ne kadar sürmemiz gerekir. İleri, Ölüm İlişkileri (1979) ve Cehennem Kraliçesi (1980) romanlarındaki amacın, siyasal açıdan Türkiye’yi faşizme sürükleyecek nitelikteki toplumsal süreçleri yansıtmak olduğunu söylemişti. Ancak, herhangi bir toplumsal/siyasal sürece rastlayamadığımız Bodrum hikâyelerinde, küçük burjuva bireyin cinsel çeşitlemeleri ve kimlik sorunları ağırlıkta, politik tespitler yüzeyseldir. Yazarın iddiasının yanında, metindeki sol ve sağ değerlendirmeleri -sıfır noktasında durduğunu iddia eden- egemen ideolojinin paralelindedir, söylemseldir. Mesela, Ölüm İlişkileri’nde roman kahramanı Emre, kurt gibi uluyanlarla devrimcileri aynı kefeye koyar ve devrimciler adına özeleştiriler yapmaktan geri kalmaz, ama Emre’nin ağzından aktarılan politik görüşlerin ’80 öncesi devrimci hareketlerle ilişkisi yoktur aslında. Ne var ki, Emre, bundan sonra -Türk romanında- sıkça görülecek bir insan tipinin “abisi” olarak önemlidir.
Eylül sonrasındaki ilk hayal kırıklığını, yine Bodrum manzaralı Mavi Karanlık’la yaşamıştık. Bir roman için alışılmadık önsözünde:
“1983 yılında 402 sayfa olarak basılan bu romanı ileriki yıllarda eklemelerle, bazı yerlerinde yapacağım değişiklerle yayınlayabilirim”
diyordu Vedat Türkali. Bir sansürü imâ edip etmediğini anlayamamıştık, ama Bir Gün Tek Başına’yı hatırlayan okuyucular olarak, garipsemiş ve hoşlanmamıştık Türkali’nin yazdıklarından. Çünkü, sol hareketin en karanlık ve acılı günleri yaşanırken, siyasî eleştirisini Bodrum barlarındaki birtakım “solcu aydınlara” yöneltiyor ve dönemin atmosferinin bir karikatürünü çizmekten öteye gidemiyordu Mavi Karanlık. Romanda sağın temsilini ise birkaç işadamı üstlenmişti ve taraflar Bodrum barlarında kapışıyorlardı.
Ahmet Altan’ın Sudaki İz (1985) ve Latife Tekin’in Gece Dersleri (1986) romanları ise, Ertürk Yöndem programlarında veya Emin Çölaşan yazılarında apaçık olan saldırılardan çok daha rahatsız edici oldu solcular açısından. Sudaki İz’de sağ kesime önemsiz bir miktar yer verilmişti, ama faşist saldırılar hâlâ belleklerde tazeliğini korurken, bu iki romanda da eleştiri -üstelik de “patolojik” terimlerle- devrimcilere yöneliyordu. Latife Tekin ve Ahmet Altan, karikatürize edilmiş solcu tipleri Gülfidan ve Necip’in devrimciliklerini ve kişiliklerini, bu tiplerin geçmişlerinde var olan psikolojik travmalarla şekillendirerek, -onlar özelinde- devrimcilerin “hastalıklı/sakatlanmış” ruh hallerinin altını çizmişlerdi.
Aradan geçen onbeş yıldan sonra geriye bakıldığında, o günlerde, bu romanlar etrafında estetik bir tartışma yapmanın solcular açısından mümkün olamayacağı açıkça görülüyor. Milliyetçi/muhafazakâr siyasî hareketlerin ve militanlarının o güne dek görülmedik ölçüde saldırganlaştığı bir dönemin hemen ardından, üstelik on dokuz devrimcinin idam sehpasına gönderildiği bir cinnet ortamında, bütün bunları ihmal edip, her şeyin sorumluluğunu sola ihale eden bir roman “yazarın özgürlüğü”ne nasıl bağışlanabilirdi? Sudaki İz, politik bir romandı ve politik argümanlarla tartışılması kaçınılmazdı. Gece Dersleri de farksızdı Sudaki İz’den. Muhalif olmanın çok ağır bir bedelle ödendiği, devrimci gençlerin direnmenin yegâne imkânı olan açlık grevlerinde ölümlere gidip geldiği o yıllarda, egemen söyleme teğet geçen Gece Dersleri’nin edebi değerini teslim etmek, dönemi bir taraf, dahası mağdur olarak yaşayan solcuların işi değildi.
Bu noktada Fethi Naci’nin sorusu güzel bir yanıttır:
“Yasaların sanatsal yaratışa sınırlamalar getirdiği bir ortamda, bir romancı, övülmesi yasak olan bir olayı, bir fiili kötülerken, yererken özgür müdür; övme özgürlüğünün olmadığı yerde yermek nesnel bir eleştiri midir, yoksa yönetici güçlerin dayattıkları ‘değerlendirmeye’ baş eğmek midir, yönetici güçlerle işbirliği midir, ‘özgür yazar’ın ‘sahibinin sesi’ durumuna düşmesi midir?”[4]
“SEVİLEN” 12 EYLÜL TEMALARI; AŞK, CİNSELLİK, BİREY, EYLEM
12 Eylül sonrasında Türkiye devrimci hareketine yönelik içeriden ve dışarıdan eleştirilerde, kadın-erkek ilişkilerindeki tutuculuğun ve örgütsel yapılardaki, siyasî eylemlerdeki şiddetin önemli bir yeri var. Ama bu eleştiriler, eleştirenin duruşunu göstermenin dışında bir zenginlik de taşımıyor. Çünkü, devrimci hareketin öznelerinin tarihten ve toplumdan soyutlanmışçasına bugünkü hayata ve kabul gören değerlere göre yansıtılmaları, geçmişte yaşanmış toplumsal altüst oluşların ve siyasî pratiklerin kendi bağlamlarından, genel siyasî, toplumsal ve ekonomik durumdan yalıtılarak, sanki birtakım gençlerin heyecan olsun diye giriştikleri silâhlı-külahlı eylemlere indirgenmesi, bırakalım etik ve teorik problemleri, mantıksal olarak da “saçma”laşıyor. Ne bu tarz eylemlerin hiç gerçekleşmediğini, ne anlatılan devrimci tiplere hiç rastlanmadığını, ne de o yapılarda kadın-erkek ilişkilerinin çok sağlıklı olduğunu söylüyorum. Ama, bütün bunlar, bir toplumun o ana kadar yaşanmış toplumsal kültürünün, devletin baskıcı politikalarının, varlığı bugünlerde daha netleşen ülkücü-polis-siyasetçi işbirliğinin dışında; soyut bir zamanda ve mekanda, soyut bir ideal insan referansıyla yazılıp çizildiğinde, ortaya çok güdük ve eksik bir geçmiş tablosu çıkıyor.
Yazının girişinde sözünü ettiğim kültürel iklim hepimizi; bütün toplumu, solcuları, aydınları, yazarları, okuyucuları hâlâ etkisi altında tutuyor. ’80 öncesi Türkiye’sinin gerçekleri, işçi hareketleri, ekonomik sıkıntılar, sınıf bölünmeleri, devlet yapısı ve faşist saldırılar bir kenara bırakılarak; devrimcilerin ne yapmak istedikleri, ne söyledikleri, ne eyledikleri değil; nasıl yaşadıkları -özel hayatları- didikleniyor. ’80’ler ruhundan söz edeceksek eğer, bunu bir dikizleme isteğinde, bunun yeni bir haz olarak tanımlanmasında, insanların buna kışkırtılmasında, burada bir özgürlük vaadi buluyor olmasında aramak gerekir.[5] Toplumu saran özel hayatı alenileştirme ve röntgencilik merakı edebi alana da yansımış; okuyucunun ilgi gösterdiği popüler türlerin giderek yaygınlaşması, polisiyelerin ve fanteziye dayalı tarihî metinlerin çok satarlığı, yani tüketilenlerin üretilenler üzerindeki egemenliği, hikâye ve romanların biçimini, içeriğini ve türünü etkilemiştir. Böylelikle geçmişin silâhlı eylemcileri, karşıtlarına yer verilmesine gerek duyulmadan, “kara dizi”lere -silâh ve silâhlı eylem- paydasından yumuşak bir geçiş yapabilmişlerdir..! ’80’ler için yeni olan kültürel iklimin giderek olgunlaştığı, katmanlaştığı ve soluduğumuz atmosferi neredeyse bütünüyle kuşattığı son yıllarda, bu tür roman örneklerindeki artış belirgindir.
En kötü örnekle başlayayım: Atilla İlhan, Yengecin Kıskacı (1999) adlı roman/öyküsünde, yeni kültürel iklimin bütün şablonlarını kullanıp, devrimci hareketin geçmişinden cinsellik ve polisiye kokan bir kurgu çıkarırken, bakın ’80 öncesinde Hacettepe Üniversitesinde kod adı Dilan olan bir militanı nasıl tarif ediyor; “Nuray, genç bir kadın, 27 yaşındaymış. Hayli şuh, baştan çıkarmaya da, baştan çıkarılmaya da hazır.” Hizmetçisine bakıp geçmişi anımsayan Nuray,
“bir zamanlar bu gibi kadınlar ve onların hilekar kocaları için ortaya hayatını ve istikbalini koyduğunu hatırladıkça deli oluyor, ne budalalık! İnsan benliğini nasıl başkalarına adayabilir? Hele bunlara! Görgüsüz, pis, bir boka yaramaz, üstelik tembel!”
diye düşünüyor. Daha doğrusu Atilla İlhan böyle düşünürken görmek istiyor -hiç sevmediği- devrimcileri...
1998 tarihli Kar Kokusu’na, zaman olarak 1986’yı, mekân olarak Moskova yakınlarındaki bir eğitim merkezini, örgüt olarak da TKP’yi yerleştirmiş Ahmet Ümit. Ortada bir siyasî örgüt/parti olduğunda söylemin de siyasallaşması tehlikesinden kurtulmuş gerçi, ama, her ülkeden komünist gençlerin katıldığı parti okulunu cinayet mahalline, İsmail Bilen’in hediyesini ise bir suç deliline çevirmiş ve anlaşılan o ki, zaten siyasal bir niyeti hiç taşımamış. Politik ilişkiler kriminalleşirken, o dönemdeki varoluş biçimlerinden koparılan karakterlerin ağızlarından çıkan ya da belleklerinden yansıyan 12 Eylül hatıraları birer aperatif mahiyetinden ileri gidememiş.
Cem Selcen’in ilk romanı 1578-Bir Korsan Hikâyesi, 12 Eylül öncesinde sol örgütlerde yer almış gençlerin aşina olduğu ilişkileri, eylemleri, bir korsan mitingi ve işkenceli bir sorgulamayı canlandırırken, öykünün merak ögesi, yine polisiyelere özgü bir “parayı kim aldı” sorusuna yükleniyor. Romanın uzunca bir bölümünde, Cemal’in adım adım izlediği bu kayıp para bahsi var. Zaten “Araştırma” adlı bölüm, ünlü polisiye yazarı Simenon’dan yapılan bir alıntıyla, polisiyelere bir gönderme olduğunu belli ediyor. Cemal’in örgüt arkadaşı kızlarla bir türlü halledemediği ilişki biçimi; aşk ve cinsellik de romanın önemli motifleri olarak dikkat çekici.
Ne Güzel Çocuklardık Biz (2000), 12 Eylül öncesinde faaliyet gösteren bir siyasî hareketin üyelerinin, ’80 öncesinde başlayıp ’90’lara kadar süren hayatları üzerine kurulu. İstanbul’da, devrimci hareketlerde aktif rol almış, vurulmuş, hapse düşmüş, işkence görmüş, meslekten atılmış iki kadını ele alıyor Metin Celal. Genel ahlâki kuralları ve sınırları aşmakla aşamamak arasında kıstırılmış gibi duran Ayşe ve Sezen’in sakatlanmış cinsellikleri yan temasıyla, Metin Celal de, 12 Mart ve 12 Eylül’ü konu alan diğer yazarlarda gördüğümüz, yaşanmamış cinsellik tespitini tekrarlarken, devrimci hareketlerin ardından yazılan birçok kurgusal metinden yansıyan esrar perdesini de ihmal etmemiş. Diğer metinlerden farklı olarak, devrimci gençlerle çatışan sağcılar da var Ne Güzel Çocuklardık Biz’de. Ancak bu varoluş, biraz önce sözünü ettiğim polisiye örgü dışında bir katkı sağlamıyor hikâyeye (konumuz özelinde ise sağcı insan tipine ve ideolojisine).
12 EYLÜL’E SOLDAN YAKLAŞANLAR
12 Eylül sonrasında yazılmış romanların sayısı -Türk romanında diğer önemli tarihsel/toplumsal olaylarla kıyaslandığında- hiç de az değil. Ancak edebiyatta derin izler bırakacak, hiç değilse belleklerde yer edecek bir “12 Eylül Romanı” külliyatından söz etmek zor. Bunun nedenleri, darbenin muhaliflik duygusunu zihinlerden söküp atmasında ve ’80’lerin kültürel ikliminde solun değer ve kavramlarının dışlanmasında aranabilir. Hâlâ muhalif kalan, meseleye de sosyalist bir dünya görüşüyle yaklaşanların yazdıkları ise edebi açıdan doyurucu olmamıştır. Çoğunlukla biçim ihmal edilerek politik “iç” sorunlara ve devrimcilerin savunusuna ağırlık verilmiş, “sağ” ve “sağcılar” ne ideoloji ne de toplumsal bir güç olarak ele alınmış; yazarların siyasî hareketlerin içinden gelmişlikleri, emniyetteki işkenceleri ve askerî hapishanelerdeki akıldışı uygulamaları bizzat yaşamışlıkları, metinlerin romandan çok tanıklıklara dönüşmesine yol açmış; dahası, tanıklık amaçlanmıştır.
Mesela Öner Yağcı, her ikisine de 12 Eylül öncesinden başlayıp, örgütsel ilişkileri, mücadeleyi ve sonrasında çekilen acıları taşıdığı Kardelen (1985) ve Turnalar (1987) romanlarını yazma nedenini:
“Eylülist romanları okuyunca, yahu bunlar ne yapıyorlar, ne kadar küfrediyorlar; halbuki bizim güzel insanlarımız da var, güzel işler yapan insanlarımız da çok”
biçiminde açıklar.
Daha keskin bir yaklaşım, M.Ali Eser’in Kazanacağımız Günler İçindi (1996) romanına yazılan önsözde hissettirir kendisini;
“kitap, 12 Eylül Askeri Faşist Darbe öncesinden başlayarak, sonrasında cezaevleri gerçeğinin bir kısmını kapsamaktadır... Anı roman olarak değerlendirebileceğimiz bu çalışma, sadece bir anı olarak haberdar etmenin çok ötesindedir. İşkencede direnişin detaylı çözümlemesi açısından olsun, 12 Eylül generallerinin cezaevlerinde teslim alma, askerleştirme ve piyonlaştırma politikası/uygulamaları açısından olsun ve gerekse de devrimci örgütlerin bu süreçteki tutum ve kavrayışları açısından olsun iyi bir kaynaktır... İkincisi, bu çalışma bir boyutuyla, Proletarya Partisinin tarihinin de bir parçasını oluşturmaktadır”.
Cezaevi anlatıları, 12 Eylül romanlarında en sık rastlanan temadır. Erbil Tuşalp’ın “Bu kitapta anlatıların hiçbiri düş ürünü değildir” cümlesi ile başlayan Önce Çocuklar Öldü (1990), Hüseyin Şimşek’in, Eylül Şifresi, Türabi Saltık’ın, Köz Öbekleri (1998) romanlarında da ağırlık yine devrimcilerin zindanlardaki yaşantılarına ayrılmıştır. Engin Erkiner’in Yolun Sonu (1989) romanı ise, bir devrimci örgütün militanlarının, darbenin ardından düştükleri kaçaklık durumlarının, mücadeleyi Almanya’da sürdürme gayretlerinin, giderek Almanya’daki hayat içerisinde siyasî varoluşlarının tükenişinin, mülteci kimliklerine bürünüşlerinin ve yaşadıkları düş kırıklıklarının anıları biçimindedir ve belgeseldir.
Şiddetine binlerce insanın marûz kaldığı 12 Eylül’le ilgili bu tarzda yazılmış, aynı sürecin ve anlayışın ürünü olan daha birçok roman örneği var. Belki dönem tarihini yazmak için yola koyulacaklar açısından verimli kaynaklar bunlar, ama yukarıda da belirttiğim gibi, edebi alana bir “dönem romanı”, bir “kanon” olarak damgalarını vuramıyorlar. Politik kaygılar edebi olanın üzerini örtüyor. Gerçekleri anlatmak, tarihe tanıklık etmek, faşist uygulamaları teşhir etmek ve bellekleri tazelemek; kuşkusuz yabana atılır şeyler değil, ama bütün bu saydıklarımı edebi ya da sanatsal alanlar içerisinde yapmak için, kalem, kağıt, fırça, kamera, tanıklık ve politik perspektif yeterli olmuyor. Sanat ve edebiyatın kendi iç dinamikleri ve estetik düzeyi unutulup; güzel-olan, işlevsel-olana feda edilirse, ortaya çıkan ürünlerin kendileri de sanat/edebiyat tarihine düşülen birer madde kılığında kaybolup gidiyorlar.
EDEBİYATIN İÇİNDEN
Yaşanılan toplumun gerçeklerine eğilmek; yaşananları aslından bir an bile sapmadan doğalcı bir yöntemle dışa vurmak, ’70’li yılların toplumcu-gerçekçi çeviri romanlarına benzer metinler üretmek, ya da mutlaka klasik gerçekçi uslûba mahkum olmak anlamına gelmiyor elbette. Allegori, fantezi ve ironilerle, zamanın döngüselliğini kırıp insan bilincini ve düşlerini işin içine katarak da işlenebilir toplumsal ve bireysel yaşantılar, işkencelerden geçen insanlar, devletin uyguladığı baskı ve şiddet... Bu tarz metinlere gösterilebilecek en iyi örnek ise, hiç kuşkusuz Bilge Karasu’nun Gece’sidir.
1985 yılında yayımlanan Gece’de, düşünceler, olaylar, insanlar, metnin kendisi üzerine tartışmalar, fantastik bir tarzda ele alınıyor, ama anlatılanların gerçek yaşamla bağını da netleştiriyor Karasu. Hele 12 Mart ve 12 Eylül deneyimi olanlar için daha bildik, hattâ apaçık yazarın allegorisi. Yarattığı atmosfer, yalnızca ulusal bir tarihe değil, askeri diktatörlüklerin evrensel tarihine gönderiyor okuyucuyu. “Günün birinde ortalıktan yitiveren insanları, üç dört gün süreyle sabahları, büyük alanda aramaya alıştı yakınları” diyen yazarın söz ettiği büyük alanın Galatasaray Lisesi önü veya Santiago Meydanı ya da Buenos Aires sokakları olması fark etmiyor. İşkenceyi, derin devletin şiddetini anlatıyor ve yargılıyor Bilge Karasu; edebi bir metin yazdığını bir an bile unutmadan...
12 Eylül sonrasında yazılan ve o dönemin sol hareketlerini konu edinen edebi metinler arasında en başarılılarından biri de Kaan Arslanoğlu’nun Devrimciler (1997) romanıdır. Arslanoğlu da içerisden bakmıştır devrimci harekete. Anlattığı olaylar, eylemler, toplumun farklı kesimlerinden gelip örgütlere katılan insan tipleri ve o insanların yaşadıkları siyasî ilişkiler, -sağ ve sağcılar dışında- 1970-80 arası dönemin bütün karakteristikliklerini taşırlar. Üstelik yazar, olabildiğince nesnel ve soğukkanlıdır geçmiş hakkında. İçeriden olduğunu belli eder ama idealize etmez hiçbir şeyi. Somut bir tarihi yargılamaya da soyunmaz. Karakterlerden ve onların eylemlerinden yansıyan geçmiş eleştirisi ise, siyasî değil edebi söylem sınırları içerisindedir.
Ay Şarkısı (1998), Özal döneminde köşe dönmeye çalışan eski solcuları anlatacak gibi görünüyor, ama aniden yön değiştiriyor ve roman kahramanı Altan’ın eski bir davadan dolayı tutuklanması ile birlikte, okuyucuyu bir kere daha hapishane dünyasına sokuyor. Bir devrimcinin ’68’li yıllardan başlayan mücadelesini işliyor Ay Şarkısı. Gürsel Korat, roman tekniklerine hâkim ve sözcükleri yerli yerine oturtmakta hiç zorluk çekmiyor. Yazarın tutsaklarla ideolojik bir yakınlık duyduğu ya da onlara sıcak baktığı söylenebilir, yine de siyasî söylemi dışarıda tutmayı başarıyor. Ancak, Korat az sayfada çok şey anlatmak, dönemin bütün aktörlerine yer vermek isteyince Ay Şarkısı’nın olay örgüsü biraz gevşemiş.
Kadın yazarların romanlarında; Feyza Hepçilingirler’in Kırmızı Karanfil Ne Renk Solar (1993), Ayşe Önal’ın Kötülük Mektupları (1998), Oya Baydar’ın Hiç Bir yere Dönüş (1998) ve Erendüz Atasü’nün 1999 tarihli Gençliğin O Yakıcı Mevsimi’nde ise, siyasal olan öne çıkmazken, sürüp giden yaşama ve geleceğe dair umutsuz bir bakış kendisini dışa vuruyor. Siyasal olanın dolaysız olarak öne çıkmayışı, yazarların anlatmak istedikleri siyasî bir sorunsalın olmadığı anlamına gelmiyor elbette. Ama bu sorunsal yine solcu insan tipi ve onun acıları üzerinden resmediliyor. Açıkça telaffuz edilmese bile, romanlarda, hayat karşısındaki yenilmişlik duygusu hep var. Aslında genel anlamda bir yenilgiyi; kişinin yaşam karşısındaki yenilgisi sergileniyor. Roman kahramanlarının, zamanda, mekânda ve insan ilişkilerindeki düşkırıklıklarının, siyasî yaşamındaki düşkırıklıklarıyla yan yana gittiğini görürüyoruz.
Buraya kadar ele aldığım bütün anlatılar, solcu, devrimci guruplar ve onların pratikleri içerisinde yer alan insanların yaşantılarına ilişkindi. Orhan Pamuk’un Sessiz Ev (1983) ve Mehmet Eroğlu’nun yeni romanı Yüz 1981’inde ise, olumlu karakterler olarak çizilen solcu insan tiplerinin karşısına sağın temsilleri de konulmuş. Ancak, Orhan Pamuk, devrimci üniversite öğrencisi Nilgün’ü öldüren Hasan’da, Mehmet Eroğlu, öğretim üyesi Asım’ın işkencecisi ve katili Faruk’ta, sağcı militanları, bilinen şablonlar içerisinde tarif ediyorlar; Hasan, Nilgün’ün ailesinin emektarı cüce Recep’in yeğenidir ve aşağılık duyguları ile hareket eder. Faruk ise sanki doğuştan kötü ve sadisttir. Faşist militanlar hakkında kullanılan ve sol kesimde apriorisi olan bu söylemler, metinler içerisinde aksama yaratmamakla birlikte, sol-sağ meselesine katkıda bulunmaktan oldukça uzaktır.
’68’den bugünlere uzanan bir tarihi hatırlamak; kendimiz, bir yakınımız ya da tanıdığımız, sevdiğimiz veya hiç hoşlanmadığımız insanlarla, yani bildik hayatlarla yüzleşmek anlamına gelir. Hafızalarımızda canlılıklarını koruyan böyle yakın tarihsel dönemlere ilişkin bahisler açıldığında, eleştiri yalnızca edebi/estetik alanla sınırlı kalmaz, metnin içinde yer alan olaylar, insanlar ve siyasî ilişkiler de tartışmaya/beğeniye/yargıya konu edilir. Zaman zaman seslerin yükselmesi, işte bu bildikliklerden, yaşanmışlıklardan ve yan tutmalardandır. İnsanların, somut bir biçimde yaşanan toplumsal pratiklerin edebi alanda ters yüz edilmesine ve hikâye edilen geçmişte rol alan tanıdık aktörlerin “işlerine son verilmesine” gösterecekleri tepkinin ölçüsü, o geçmişin bilgisine vakıf olmalarına göre değişecektir. Çünkü tarihsel romanın, ele aldığı tarihsel dönemle birlikte dış dünyadan gelen bir modeli, böyle temel bir dış gerçekliği; bu dış gerçekliği okuma eylemi içinde hep karşımızda tutma gibi bir özelliği vardır. Bu dış gerçekliği sezinlememek, ne kadar boş ve belirsiz biçimde olursa olsun, gerçek bir nesne tasarlamamak mümkün değildir; tarihsel romanı okurken kurduğumuz yapı, karşılaştırmayı içerir, varlıkla ilgili bir tür yargıyı içerir.[6]
Somut bir tarihi dönem söz konusu olduğunda, bakan özne ile bakılan nesne -metin- arasındaki değerlendirme ölçütlerinden diğeri de siyasal duruşlardır. Beğeni farklılıkları, siyasî duruşların koordinatlarına göre derinleşir ya da azalır. Adorno, Sartre’ın “anti-semitizmi yücelten iyi bir roman yazılamaz” tespitini, “siyasal yanılmanın estetik formu lekeleyeceği” eklentisiyle genelleştirirken, elbette bir göreceliliğin farkındadır ve farklı siyasî bağlanımların aynı metni farklı yorumlayacağını da işaret etmektedir. Bir edebi/sanatsal faaliyetin içeriğinin değerlendirilmesinde politik yan tutuşlarımız ve ideolojik formasyonumuz etkilidir ve reddedilen bir içeriği taşıyan biçiminin de aynı akibete uğraması muhtemeldir.
Solun sağsız değerlendirilişi, ya da sağ olarak yalnızca devlet aygıtının işaret edilişi, ortaya karşıtı olmayan bir -sol- siyasî duruş koyması açısından eksik bir resim. Bu eksik resimde, devrimciler ve resmî güvenlik birimleri dışında önemli bir yer kaplaması gereken MHP ve Ülkü Ocaklı militanları ve onların kanlı eylemlerini unutmak mümkün değil elbette. Ancak, 12 Eylül’ü konu edinen romanlar, sadece siyasî ve toplumsal yapımızdaki parçalanmışlığı ifade edememekten dolayı değil, ele aldıkları o tek parçayı, yani sol hareketleri ve insanlarını yorumlamakta ve edebi olarak yansıtmakta da -genel olarak- bir estetik çizgiyi aşamıyorlar. Peki ama yalnızca edebiyatın tıkanmışlığından mı kaynaklanıyor bu başarısızlık? Türkiye’de toplumbilimleri alanında söz konusu tarihsel dönemlere, o dönemin siyasî aktörlerine, sağın/solun teori ve pratiklerine yönelik yapılmış çalışma sayısının azlığını gözönüne getirdiğimizde, roman sanatına yüklenmek biraz haksızlık değil mi? Bana kalırsa, soruların yanıtları edebiyat lehine verilmelidir; ama bu arka çıkışın yalnızca hakkaniyet adına olacağı ve estetik yargıları değiştirmeyeceği unutulmadan!.
[1] Nurdan Gürbilek, Vitrinde Yaşamak, Metis yay. 1992.
[2] A.g.e.
[3] Frederic Jameson, Marksizim ve Biçim, YKY, Çev.M.H.Doğan, 1997.
[4] Fethi Naci, 50 Türk Romanı, Oğlak yay. 1997.
[5] Nurdan Gürbilek, Vitrinde Yaşamak, Metis yay. 1992).
[6] Frederic Jameson, Marksizim Ve Biçim, YKY, Çev.M.H.Doğan, 1997.