Sevgili Ulus artık yok! Sahi var mıydı ki? Yani bir beden, bir görüntü olarak ne kadar vardı ki? Ya da ne olarak vardı?
Yıllardır tanırdım Ulus’u. Yok, yanlış oldu; “tanırdım” değil, “tanışırdık”. Çünkü onu “tanımak” herkesin harcı değildi. Sanırım en yakınındakiler bile, ancak bir parça tanıyabilmişlerdir onu; onun kendini tanıdığı ölçüde en fazla. O tanıma ki, doğru dürüst bir tanımlamaya da izin vermez. Tanıma ve tanımlamayla işi yoktu onun zaten.
Susmayı bilirdi; susmanın değerini de. “Susmanın tuhaf bir diyalektiği var: mesela ben ‘geçmiş’ konusunda hep susmayı yeğlerim... O yüzden cv’mi bile yazmakta zorluk çekerim...” diyordu.
Konuşur muydu peki? Evet, elbette! Ama asla “gevezelikler toplumu”na dahil olmadan. Onunkine “konuşma” değil de, “mırıldanma” demek daha doğru. Sözcüklerle değil, sesle konuşurdu. Sözcükler, dünyanın herhangi bir köşesinden kopup gelen bir müziğin eşliğinde dans ederlerdi bu sesin içinde. İyi bilirdi o müzikleri. Bizzat tanığım, çok da güzel söylerdi; mırıldanma sınırlarını aşardı o anlarda sesi, şaşırtıcı derecede toklaşırdı.
Bilgi dediğimiz şeyden bir okyanus vardı onda. Herhangi bir konuda “mırıldanma”ya başlayınca, o okyanusun ortasında dingin bir havada salınan yelkensiz bir gemiye dönüşürdü sesi; sözcüklerse, büyülü ve karmaşık ezgilere. Az sonra kopardı çevresinden, hayatta hep yaptığı gibi. Başkalarına değil, içindeki okyanusa mırıldanırdı artık. Ulus’u tanımayanlar, yadırgıyor olabilirlerdi bu hali. Ama dedim ya; o öğretmek, tanımlamak ve açıklamak için konuşmazdı ki. Dünyayı sözle düzenlemek gibi bir derdi olmadı asla; “dünyadan sesle geçmeye”, “dünyaya sesle dokunmaya” çalışırdı. “Çalışırdı” demek de uymaz ona; o öyleydi.
Ulus, bu dünyadan göçtü diyemem; çünkü o bu dünyadan geçmedi ki. Esasen bu dünyaya ait değildi ve “bu dünya ona göre değil”di. O bir cisim, bir cüsse de değildi. Evet evet, bir “hayal”di o. Her an kaybolacak, daha doğrusu uçacak gibiydi. Ne bir yerlere sıkıca tutunmaya niyeti vardı, ne de kimse onu bir yerlere sabitleyebilirdi.
Yıllar önce İzmir’de savaş karşıtlarının düzenlediği bir atölye çalışmasında birlikte olmuştuk; neredeyse bütün dostlar bir aradaydık. Toplantının bir yerinde bir şeyler almak için ikimiz dışarı çıkmıştık. Müthiş yağmur yağıyordu, keyifle ıslanıyorduk. Sonra ne olduysa oldu, yanıma baktım, Ulus yoktu. Sanki her şey bir hayaldi, Ulus bir hayaldi ve birden kaybolmuştu. Sonra aramaya çıktık birkaç arkadaş. Nerede, nasıl bulduk onu hatırlamıyorum şimdi; ama ne telaş, ne panik vardı onda; tatlı bir hayal gibi dönmüştü işte.
Ulus, güzel bir hayaldi. Zaten bir cisme, bir cüsseye dönüştüğü; yani bu dünyayla bağları canlandığı anda, her şey çok zorlaşırdı, hem kendisi hem de sevenleri için. Muhtemeldir ki, kaçamadığı cisimleşmenin ağırlığına bu kadar dayanabildi ve sonsuz bir hayale dönüştürdü kendini. Hayallerim acıyor şimdi.
Eğer bir cisim olacak idiyse, ancak bir “çiy damlası” olabilirdi Ulus kardeşim, en çok bu uyardı ona. Ahmet Telli’nin “Çocuksun Sen” şiirindeki dizeler bana onu anlatır:
Kirpiklerime düşüyorsun bir çiy damlası olarak
Yumuyorum gözlerimi gözkapaklarımın içindesin
Sonsuz bir uykuya dalıyorum sonra ve sen
Hiç büyümüyorsun artık...
Birgün, 13.7.2007