Gençlik, Ana Muhalefet, Aydınlar ve Siyaset: 1969 Yılı, 2021 İçin Ne Söylüyor?

Bu yazıda muhalefetin siyasi durumunu ve bir süredir buna dair yapılan kimi yorumları, 1969 Türkiye’si örneği ışığında yorumlamaya çalışacağım. Bunu yaparken “rekabetçilik” kavramını öne çıkartacağım. Kavram üzerindeki tartışmalar “demokrasi” ve “otoriterlik” gibi kavramlarla bağlantılıdır. Demokrasilerde sandık ve rekabet temel kavramlardır. Hatta o kadar ki zaman içinde “şekli demokrasi” denilen türden salt sandığa gitmiş olmayı demokrasinin varlığı için yeterli kaide sayan “hatalı” yaklaşımlar bile ortaya çıkmıştır. Siyaset bilimciler, bu indirgemeci ve hatalı demokrasi yorumunu temel alıp, adil ve serbest olduğu şüpheli seçimlerle iktidarlarına meşruiyet devşiren siyasi sistemlere “rekabetçi otoriter rejimler” diyorlar; Türkiye’nin rejimi de bir süredir bunların bir örneği sayılıyor. Haliyle, rekabetçilik, demokrasinin olduğu kadar demokrasinin görüntüsünü oluşturabilmek için de gereken bir temel ilkedir diyebiliriz. Demokrasinin salt sandığa indirgenmemesi ve seçme, seçilme, ifade, vicdan, bilgiye erişim, toplanma ve dernekleşme hürriyetleri ile gelişkinleşmesi, rekabetin ortadan kalkacağı anlamına gelmez.

1969 ve 2021 dönemleri gibi iki farklı örneği iki sebepten karşılaştırmayı değerli buluyorum. Birincisi “seçmen oynaklığındaki” düşüşün benzerliğidir. Diyebiliriz ki bu iki dönemde de partizan kaynak dağıtımına ekseriyetle yaslanan iktidarlar karşısında kamuoyunun bir bölümünde ortaya çıkan “siyasetin çıkmaza girdiği” gözleminin varlığı, tartışılması yararlı olabilecek bir benzerlik görüntüsü sunmaktadır. İkincisi ise iki dönemde de Türkiye’deki muhalefetin rekabet ve kurumsallık üzerinden iki kampa ayrılarak tanımlanması mevhumudur: 1969’da bu durum Çetin Altan’ın ortaya attığı “Parlamento Dışı Muhalefet” kavramı ile gösterilirken, bugün bir benzerini, çeşitli yorumcular tarafından ortaya atılan “Kurumsal Muhalefet”-“Toplumsal Muhalefet” karşıtlığında bulabiliyoruz. Bu yazıda iki dönemin de ana muhalefetteki rekabetçi partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi’ne (CHP) odaklanacağım. Bu sayede ana muhalefet partisi üzerinden farklı aktör gruplarının muhalefete dair tartışmalarını örneklemeye çalıştım.

Yazıda iki argüman savunuyorum. Birincisi Türkiye siyasetinin muhalefetin ısrarlı siyaset takibi sonucunda çeşitli açılardan çoğullaşma emareleri gösterdiğidir. İkinci argümanım ise bu durumun uzun zamandır sosyal ve dijital medyaya çekilmiş muhalif medya yorumcularının bir kısmı tarafından sinik bir tavırla yadsındığı ve bu durumun siyasi tartışmayı beşiğinde boğup çoğullaşmanın önüne geçebilecek “konforlu yıkıcılık” tavrını canlı tuttuğudur.

1969 Türkiye’si örneği, sadece muhalefete dersler çıkarma şansı sağlamanın ötesinde bu tip bir yaklaşımın daha önce de Türkiyeli entelektüellerin bir bölümü arasında egemenleştiği ve tartışma kamusal tartışma kültürümüze ket vurduğu gerçeğini hatırlatması açısından önemlidir.

1969’a Bakmak

1960’lar, Türkiye’nin genç ve yaralı demokrasinin gitgelleri, ekonomik üretimin yeniden-paylaşımı, yükselen toplumsal hareketler, farklılaşan ideolojik duruşlar, kırsaldan kentlere büyük bir iç göç dalgası ve bunlara bağlı olarak siyasetin kompleksleşmesi süreci olarak okunabilir. Soğuk Savaş tam hız sürmektedir ve Türkiye Batı ittifakının güneydoğu Avrupa’daki uç-kalesidir.

1969’da Türkiye’nin bir darbe ve birkaç darbe girişimini atlatmış demokrasisi yirminci yılına girmektedir. Bu yıllarda Türkiye siyaseti hızla karmaşıklaşmakta ve çeşitlenmektedir: Merkez sağdaki, başta Demokrat Parti’nin (DP) halefi Adalet Partisi (AP), çeşitli partilerin yanına, uç-sağ Milliyetçi Hareket Partisi ve Milli Nizam Partisi gelmiş; soldaki Türkiye İşçi Partisi (TİP) ise kendini merkez-sol rakibinden farklılaştırmaktadır. CHP ise 1965 sonrasında, kendini resmen ilan eden ve dönemin Avrupa sosyal demokrasisinin yerli ve yerlici (nativist) bir formunu savunan “Ortanın Solu Hareketi”nin (OSH) ivmesi ile bir dönüşüm yaşamaktadır. CHP kendisini kentlerde ve kırsalda işçi, küçük üretici ve yoksul kesimlere doğru açmakta; sola açıkça kayması, parti içinde kadroların yenilenmesi ve ideolojik mücadele olarak sürmektedir. 1967’de yaşanan ilk bölünmede ayrılanlar geleneksel Kemalist değerleri ve eşrafla ilişkileri sahiplenen Güven Partisi’ni kurmuşlardır. Yine solda Alevi kimliğine dayanan Birlik Partisi ortaya çıkmıştır ve buradan siyaset yapmaya başlamıştır. Kısacası o dönem Türkiye demokrasisinde seçmenin siyasi sisteme olan katılımı azalsa da, partilerarası rekabet hızla artmaktadır.

Gençlik hareketleri de çeşitlenmiştir. Seçimlerde oy verme yaşının 21 olduğu o dönemde gençlerin asıl siyasi sosyalleşme alanı üniversitelerdir. Uç-solda TİP’e yakın Fikir Kulüpleri Federasyonu 1967 sonrasında gitgide “Milli Demokratik Devrim” şiarı ile tepeden inme devrim modelini savunan bir anlayışın güdümüne girmiştir. Bunların yanına kendi siyasetlerini takip etmek isteyen Kürt gençlerinin Devrimci Doğu Kültür Ocakları eklenir. Merkez solda ise, OSH ile bağlantılı Sosyal Demokrasi Dernekleri (SDD) kurulmuştur. Sağda ise o dönem “komandolar” olarak bilinen Ülkücülerin ortaya çıkmasıyla sol ve sağda karşılıklı radikalizm ve şiddet vurgusu artar. SDD’ler ise “silahı bırak” kampanyası ile bunlar arasında şiddeti reddeden tek gruptur.

Ancak siyasetteki bu karmaşıklığın yanında başka görüşler de yayılmaktadır: Siyasetçilerden ve rekebetçi siyasi kurumlardan bir şey olmayacağına inanmak ve bu kurumları radikal bir tavırla tasfiye ederek sistem dışında bir yönde hareket etmek… Bu tavrın en ünlü ifadesi Doğan Avcıoğlu’nun başını çektiği Devrim gazetesinden yükselmektedir: “cici demokrasi”. Devrim’e göre TİP içindeki bir kısım demokratik sosyalistler ve CHP’nin OSH’si rekabetçi siyaset ile vakit kaybetmektedirler. Bunun yerine 27 Mayısvari bir askerî hareketle var olan kurumlar ve demokrasi ilga edilmeli ve çeşitli devrimci ulu önderlerin örneklerinde olduğu gibi devrim aşamalarını hızla katedecek bir idare kurulmalıdır.

Bir diğer entelektüel duruş ise TİP çevresindeki çeşitli sol hizip ve düşünürlerin kendini ifade ettiği Ant dergisininkidir. Bu grup özellikle askerle ilişkiler ve ideolojik konumlanma konusunda hem Devrim çizgisinden hem de gençleri etrafında toplamakta daha mahir olan Milli Demokratik Devrim (MDD) hareketinden ideolojik, taktik ve stratejik olarak ayrışmıştır. Ancak bu grup da rekabetçi demokrasiye şüphe ile yaklaşmaktadır. Bunu Ant kadrosunun dönemin CHP Genel Başkanı İsmet İnönü tarafından 1968’de CHP Kars il teşkilatı kongresine gönderilen telegraftaki “Bizim başlıca rakibimiz solumuzda bulunan TİP'tir,” ifadesine verdiği tepkiden anlıyoruz.[1] Merkez-sol rekabetin, Ant’ın editör ve yazar kadrosu zihnindeki yansıması “tehlike”, “ihanet” yahut “düşman”dı.[2] Bir hafta sonra, Ant editörlerinden Doğan Özgüden’in CHP’ye ait Ulus gazetesinde yayımlanan ve basında “CHP, TİP’i tartışmaya davet etti” başlığıyla duyurulan bir başyazıya verdiği cevap ilginçtir: “Tartışma evet; ama kiminle, hangi platformda tartışma? Ortaya atılalı iki yıl olduğu halde, bırakın Ulus’un günden güne değişen kalemlerini, partinin en yetkili organlarında, hatta bizzat İnönü’nün beyninde dahi kristalize olmamış bir Ortanın Solu uydurmasına karşı mı tartışma?”[3] Bir başka örnek ise Ant’a katkı sağlayan önemli isimlerden İdris Küçükömer’in 1969 tarihli Düzenin Yabancılaşması: Batılaşma kitabında sivil topluma yapılan vurguya rağmen tam da o dönemde merkez-solda demokratik rekabete dayalı bir konum alan Bülent Ecevit’in hiçbir eserine referans verilmemesi, Ecevit’in “tarihsel oyunun dışında, yalnız” ilan edilip fikirlerinin önemsizleştirilmesiydi.[4] Türkiye solunun o dönemki önemli özelliklerinden olan hamaset dozu yüksek bir dilin kullanımıyla TİP’e yakın aydınlar ile CHP’ye yakın olanlar arasında fikrî tartışma kapısı daha baştan kapatılmış gibiydi.[5]

Ant ve Devrim etrafındaki iki aydın grubu tuttukları farklı fikrî konumlarda, temel bir noktada birleşmişti: Rekabetçi demokrasiye dayanmaya çalışan siyaset, Türkiye’nin kalkınması için gerekenleri yapmamakta, bunların yapılması için önkoşul olan devrimi engellemektedir, dolayısıyla kaldırılıp yerine “radikal” bir demokrasi kurulmalıdır. Yaşanan şey, kentli ya da kentlileşirken sınıf atlayan aydınlarda, rekabetçi demokrasinin kendisine karşı kutuplaşma ve Mümtaz Turhan’dan ilhamla söylersem “felâh bulmaz septiklik” tavrıdır. Bu birbiriyle yan yana gelemeyecek kadar ayrılmış aydın grupları, rekabetçi poliarşik siyasete duyulan inançsızlık ve “asıl solculuğun” demokratik rekabete dayalı olan değil, radikal olan olduğu fikrinde yan yana gelmişlerdir. “Demokrasi”, ne yöne gideceği pek de belli olmayan bir “devrimin” kendiliğinden yaratacağı nurlu ufuklara kalmış bir özlem gibidir.

1969 Genel Seçimleri

1960’lar boyunca parti sistemindeki çeşitlenme ile birlikte gördüğümüz bir olgu seçimlere katılım oranlarının düşmesidir (1961’de %81,4’ten 1969’da %64,3’e). İki yılda bir yapılan kısmi senato seçimleri ile beraber genel ve yerel seçimlerin de ilgi görmemesi burada bir faktör olarak sayılabilir. Bir diğeri ise sistemdeki partilerin kırsaldan kentlere göç eden seçmene ellerindeki geleneksel araçlarla ulaşmasının zorluğu olabilir. Son olarak toplumda artan radikalleşmenin rekabetçi demokratik siyasete bakışı olumsuz etkilediği de iddia edilebilir.

CHP bu seçimlere ekonomi ağırlıklı bir program ile girer: Programın odak noktası kırsal seçmene yönelik vaatlerdir. Kent yoksullarına ve sanayi işçilerine yönelik vaatler de azımsanmamalıdır.[6] CHP örgütü bu seçimlerde halkla dinî konularda tartışmaya girmemek, militan laiklik savunularından kaçınmak ve her fırsatta ekonomiden bahis açmak konusunda uyarılmıştır.[7] AP’nin bu seçimler öncesinde parlak büyüme rakamlarına ulaştığı göz önüne alınırsa CHP’nin kendine zor bir kulvar seçtiği düşünülebilir.

Seçim sonuçları CHP için ilginçtir.[8] CHP genelde oy kaybetse de sanayileşmiş kentlerde ve endüstri bitkileri üretilen kırsal bölgelerde oylarını arttırmış, geleneksel patronaj ilişkilerinin oy devşirmede daha önemli olduğu doğu ve güneydoğuda Güven Partisi ve Birlik Partisi’ne ciddi oy kaybetmiştir. Bu OSH açısından parti tabanında bir dönüşüme işaret etmektedir.[9] Ancak bu seçim sürecinin bir diğer ilginç özelliği bu tip bir değişim geçirmekte olan CHP’nin kamuoyunda “AP’lileşmek” ya da “DP’lileşmek” ile suçlanmasıdır.[10]

Seçim sonuçları soldaki radikal aydınlar için “cici demokrasinin” gereksizliğinin bir başka kanıtı gibidir. CHP’nin konumu ise olsa olsa yapılacak olan devrimin önünde engel oluşturmaktan başka bir şey değildir. Kısacası rekabetçi demokratik siyaseti savunanlar kendi oyunlarında yenilmiş gibi görünmektedir. Üniversite gençliği uç-sağ ve uç-sol örgütlenmelerde radikalleşmeye ve birbirine bilenmeye devam eder. Yaşanan şiddet olayları hızla tırmanır. 15-16 Haziran 1970’deki işçi ayaklanmasından sonra “devrim” beklentisi daha da artar. Demokrasiden umudunu kesmiş aydınlar için zafer görünmüş gibidir. Devrim ile MDD’nin askerî kadrolar arasındaki örgütlenmesi 12 Mart’ta ordunun muhtıra vermesine sebep olur. İlk anda soldan hem öğrenci hareketi hem de anti-demokrat aydın grupları müdahaleyi onaylasa da yaşanan hezimetin büyüklüğü kısa zamanda ortaya çıkar. Birçoğu hapse girer, işkence görür. Öğrenci liderlerinin bir bölümü “sivil ölüme” terk edilir, çatışmalarda ve işkencelerde katledilir ya da idam edilir. Askerin müdahalesine karşı solda sadece Behice Boran’ın TİP’i ve CHP’de OSH olumsuz tepki verir. Burada kimi sorular sormak gerekiyor diye düşünüyorum: Acaba Türkiye solunda merkez konumlar dahil, daha yapıcı bir tartışma ortamı kurulabilse kimi sol fraksiyonların eğilim gösterdiği darbeci ve şiddete dayalı seçenekler bir kenara itilebilir miydi? Tartışma alanı genişlese, acaba o dönemin ciddi kayıpları yaşanır mıydı? Özellikle gençler, askerî yönetimin başbakanı Nihat Erim’in tabiriyle “balyozu” altında en çok ezilenler olmaktan kurtulur muydu?

2021’e Bakmak

Tabii ki 2021 Türkiye’si 1969 Türkiye’sinden son derece farklı. AKP’nin giderek otoriterleşen iktidarı yirminci yılına giriyor. 1960’ların tersine basın özgürlüğü gitgide geriliyor, toplanma, ifade ve vicdan özgürlükleri keyfî olarak kısıtlanıyor, hukukun üstünlüğü ayaklar altında. Türkiye’nin ekonomisinden yüksek büyüme oranları ile değil; kırılganlığı ve yüksek enflasyon oranları ile bahsediliyor. İktidar yükselen ve farklılaşan toplumsal hareketleri baskı altına almaya çalışıyor. Öte yandan toplumdaki ideolojik duruşlar genç kuşakların elinde yeni yollarda ilerliyor. Kırsaldan kentlere olan göç çoktan doyuma ulaşmış durumda ve kentliler artık nüfusun çoğunluğunu teşkil ediyor. Bu dönemde yine artan kutuplaşmayla, kutuplararası oy kaymalarının azalmasıyla “siyasetin çıkmaza girdiği” yorumları artıyor ve siyasete yönelik sinizm yükselme emareleri gösteriyor.

Siyaset ise iktidar eliyle daraltılmışlığına rağmen çoğulculaşma emareleri veriyor. Yine ana muhalefet özelinde konuşursam, 2019 yerel seçimlerinde Türkiye nüfusunun %50’sinden biraz fazlasını yerel seviyede yönetme şansını yakalayan CHP’nin lideri “dostları ile iktidara gelmek”ten söz ediyor. Bu ittifak siyasetinin belki de bir devamı olarak iktidardan kopan iddialı muhalif partilerin sayısı yakın zamanda arttı. Aynı şekilde 2021 bütçe görüşmelerinden bu yana muhalefet ittifakının üyeleri, esnaf ve çeşitli meslek sahipleri ile olan görüşmelerini internet ortamında yayınlıyorlar ve insanlara hallerini kendi ağızlarından kamuoyuna duyurma alanı açıyorlar.[11] Özelde CHP’li kimi isimler ürettikleri fikirleri gazete ve dergi makaleleri,[12] Youtube açık oturumları, kitaplar ile politika önerilerini kamuya mal ederek tartışmaya açık bir çizgi izliyorlar.        

Öte yandan özellikle büyükşehirlerde CHP’li belediye başkanları, yerel üreticiye üretim araçları konusunda katkıda bulunuyor ve tarım kooperatiflerinden satış ve sosyal yardım amaçlı alım yapıyor. Bunların yanında koronavirüs pandemisi sonrası, mali kaynaklarının kısıtlanmasına rağmen, artan şekilde yaratıcı ve dayanışmacı sosyal yardım kampanyaları yürütüyor. Velhasıl, rekabetçi yönü iktidarca her gün biraz daha kısılan sistemde muhalefet akıntının tersi yönünde gitmek için siyaset üretmeye çalışıyor diyebiliriz.

Bu gelişmeleri Boğaziçi Üniversitesi eylemleri ışığında yorumlamak Türkiye siyasetinde akıntının bizi getirdiği yeri anlamak için önemlidir. Mezunu olduğum Boğaziçi’ne seçimsiz rektör atanması sonucunda birkaç ay önce başlayan eylemlerin polis müdahalesi ile büyümesi bize toplumumuzdaki gençlerle ilgili bir şeyler anlatıyor: Birincisi Türkiye’de genç kuşaklar kendilerini barışçıl, açık ve anlaşılır şekilde ifade edebiliyor. Bu insanlar gerektiğinde haklarına sahip çıkıyor. Eylemler sonrasında yaşanan tutukluluklar akabinde gördüğümüz üzere sivil toplum kendisini savunmak için örgütlenebiliyor. İkincisi ise siyasi partilerin ve muhalefetin bunda pek rolünün olmamasıdır. Hatta toplum siyasi partileri peşinden sürüklüyor. Bu da Türkiye’de toplum-siyaset ilişkisinin geldiği seviyeyi göstermesi açısından olumludur.

Öte yandan başta ana muhalefet partisi olmak üzere muhalefet partisi mensuplarının Boğaziçi eylemlerine yüksek düzeyde katılmak yerine öğrencilere karakolda ve adliyede destek vermesi kamuoyunda eleştiriliyor. Bu ve başka konularda yapıcı eleştirilerin haklı olduğu bir yön olduğunu düşünüyorum. Başta ana muhalefet, partilerin toplumdaki gençlere yönelik politikalarının kapsayıcı yönünün yeterince aktif olmadığı açıktır.

1969 örneği ışığında, gençlerin (ve başkalarının) rekabetçi ve demokratik siyasetin paydaşı olmaması durumun devamı halinde, Türkiye’de demokratikleşmenin eksik kalacağı nettir. İyi gitmeyen ekonominin, kimlikleri ve coğrafyaları olduğu kadar yaş gruplarını da ortak kesen bir olgu olduğu düşünülürse, genç nesillerin yaşanan ekonomik ve siyasi krizin kalabalık kurban gruplarından biri olduğu görülür. Parti ayırt etmeksizin muhalefet, bu insanları çoğulculaşmanın, demokratikleşen bir siyasetin paydaşı yapmak zorundadır. Aksi takdirde önümüzdeki seçimlerde gençlerin seçime katılımlarının düşmesi ve muhalefet açısından bir “1969 senaryosu”, yani rekabetçi demokratik süreçlere karşı bir tür sinizmin seçmene yayılması ve sandığa katılımın azalması ihtimalinin ortaya çıkması işten bile değildir. Bu sorunu görmek ve bir çözüme kavuşturmak siyasetçilerin görevidir.

Son olarak CHP açısından 1969 örneğinden bakınca görebileceğimiz bir diğer şey şudur: O dönem CHP’si solda elle tutulur bir ideoloji ile seçimlerde anlamlı ve süregiden bir varlık gösterebilen tek parti olmuştu. Ancak 1970’li yıllar boyunca sağ siyaset karşısında yalnız kalmış ve anti-komünist politikalar ışığında gayrimeşru ilan edilip yenilmişti. Bugünün ittifak politikası, rakiplerinin meşruluğunu keyfî olarak belirleyen bir iktidara karşı yalnızlıktan kurtulmak açısından ana muhalefet için iyi bir tercih. Elbette, bu stratejik politikayı gerçek hayata dokunan, açık, anlaşılır ve çözüm odaklı yeni politikaların takip etmesi gerekir. Halihazırda sürmekte olan ve kırsal/kentsel yoksul ve esnafı bir araya getirmeye odaklanan ekonomi merkezli politikalar yine iyi bir başlangıçtır. Boğaziçi eylemlerinin de gösterdiği gibi, kimlikleri kutuplaşma kaynağı olarak görmeyip, vatandaşları demokrasinin paydaşı yapacak katılımcı politikaların daha görünür olarak yürütülmesine ihtiyaç vardır. Üstelik bunlar hem ittifakla hem de yeni ekonomi politikalarıyla kol kola ilerletilebilir. Kısa bir süre önce, uzun vadeye yayılan ve seçmen grupları arasında ideolojik tercih yapmadan herkese ulaşan bu tip siyasi çalışmaların bir örneğini 2020 ABD başkanlık seçimlerinde Georgia eyaletinde gördük. Muhalif siyasi aktörlerin bu tip fikirler üretebilmesi, bunları açıkça tartışarak kamuoyuna mal etmesi ve uygulaması bir gerekliliktir. Özellikle ana muhalefet CHP’nin bu konuda önemli bir potansiyeli olduğunu belirteyim. Bu potansiyeli gerçekleştiren yakın zamanlı bir örneği de not etmek gerekiyor: Bir süredir devam eden ve kamuoyunda ciddi ses getiren “128 milyar dolar nerede?” sorusu etrafında şekillenen bir dizi demokratik eylemin ilk olarak CHP’li gençlerce ortaya konup hayata geçirildiğini ve kampanyanın zaman içinde CHP geneline mal olduğunu anlıyoruz.

2021’e Bak(a)mamak

Boğaziçi eylemlerinin gösterdiği diğer sorun ise siyasetle ilgili değil, siyaset yorumunun kendisiyle ilgilidir. Türkiye’de siyaset yorumculuğuna damga vurmuş hegemon kamusal paradigmanın[13] bütün sorunların kaynağı olarak “Kemalizm’i” ve onun “değiş(e)mez” kurucusu ve taşıyıcısı olarak CHP’yi gördüğünü hatırlarsak, yorumcuların alışıldık analiz araçlarına, kestirmeden varılan sonuçlara ve o paradigmayı saran “konforlu yıkıcılığa” sığınıvermesini olağan saymak gerekir. Bunun neden ve nasılının ayrı bir yazıda daha geniş bir şekilde ele alınmayı hak ettiğini belirterek daha sınırlı kalacak bir “eleştirinin eleştirisi” yapılmalı diye düşünüyorum.

Ortada olağan olmayan bir durum olduğunu da kabul etmek gerekiyor. Özellikle 2017’deki “Adalet Yürüyüşü”nü kendine yeni bir hikâye yazmak için kullanan ana muhalefet 2019 yerel seçimlerinde çoğu insanın beklemediği bir başarı kazandı. Türkiye nüfusunun %50’den fazlasını fiilen yönetme hakkını demokratik biçimde elde eden ana muhalefeti “AKP’lileşmekten” hizaya çeken bir tavır muhalif medyada yer edinmiş gibi görünüyor. Daralmış özgür medya alanlarında hakim pozisyonda bulunan kimi yorumcular, özellikle CHP’nin politikalarını zaman-mekân ve aktörlerden bağımsız, “metafizik devlete” duyulan sonsuz bir inanca yahut zihniyet hegemonyasına bağlıyorlar. Bu yaklaşımla daha baştan “iktidara zihniyet kölesi” olarak kodlanan muhalefetin eylemlerini çeşitli niyet okumalara tabi tutarak yorumluyorlar. Peşine de muhalefetin topluma “umut vermediğini” vaz ediyor ve akabinde muhalefete kahrediyorlar. Bu eleştirilerin dozunun bazen iktidarın muhalefete yönelttiği suçlamalardaki hamaset seviyesini yakalar noktaya vardığını düşünmemek elde değil. Bunların temelde üç sorunu olduğunu düşünüyorum: Türkiye’deki rekabetçi otoriter rejimin[14] muhalefetin oyun sahasını sistematik olarak daralttığını görmemek, muhalefetin içinde bulunduğu dönüşümü önemsizleştirmek ve muhalif aktörlerin fikirlerini tartışmaya kapatmak… 

Medyadaki kimi ana muhalefet eleştirmenlerinin hatalı bulduğum yorumlarına çeşitli örnekler vermek istiyorum. Bunlardan birisi CHP’nin 2019 yerel seçimlerinde ortaya attığı “israf” söylemine yönelik eleştirilerdir. Bu eleştirilere göre muhalefetin kullandığı “israf” söylemi “muhafazakârlaşma” yahut AKP tabanını ürkütmemek için muhalefetten kaçınmaktır. Onun yerine “yolsuzluk” sözcüğü kullanılmalıdır. Tartışmada yorumcuların gözden kaçırdığı bir nokta “israf” söyleminin o veya bu şekilde planlı ekonomik büyüme fikrini savunan 1960’lar solunun her kampında olduğudur. İşin ironik tarafı, bugünün algısı ile geçmişe bakarsak 1960’ların solda kurucu metni sayılan Yön bildirisini[15] ve çok sayıdaki imzacısını “israf” diyerek muhalif konum tutturdukları için “muhafazakâr” olarak kodlamak ve “solculuktan imtina ettiklerini” söylemek zorunda kalacağımızdır.

Bir yorum silsilesine göre ise muhalefetin oy havuzunu genişletmek istemesi bir “takıntı”, ulaşılmaya çalışılan kırsal küçük üretici ve esnafla iletişim kurulması için kullanılan dil ise “uyduruk hassasiyetlere” kapılıp normal hak ve özgürlükleri umursamamaktır. Bunun en veciz ifadesini ise ana muhalefeti “alkolsüz bira gibi bir parti” olarak gösteren yorumda buluyoruz. Tarımsal vergiler ve bürokratik kurallar sebebiyle giderlerin arttığı ve küçük üreticinin piyasadan çekildiği (dolayısıyla arpa ve şerbetçiotu yetişmediği), Türkiye’nin temiz su kaynaklarının tükendiği bir ortamda muhalefetin, açıkça kaybeden olduğu belli olan bu insanlara ulaşma çabasını “biranın eksik kalan alkolü” metaforu üzerinden küçümsemeyi neresinden tutacağımı bilemiyorum. Yıllarca “halktan kopukluk” üzerinden yerden yere vurulmuş ana muhalefetin, pandeminin iyice çekilmez hale getirdiği, ekonomik sorunlarla dolu bir ortamda, yıllarca AKP’ye oy vermiş olan kentsel ve kırsal yoksullara, küçük üreticiye ve esnafa ulaşmasında ve üretimin sürmesine yönelik politikalar tasarlamasında neyin sorgulandığını anlamakta açıkçası güçlük çekiyorum.

Yine bir başka yorum türü muhalefet ve iktidarı farksızlaştırmaya dayanıyor. Örneğin muhalif siyasi aktörlerin anlaşılmasında, konu ile alakasız işletme bilimi metaforları kullanılarak iktidar ve muhalefet tek sepete konuluyor: Muhalefetin yaptığı olsa olsa “patronun pazarını” ele geçirmeye yönelik “süpervizörlüktür”. Aynı şekilde, CHP Genel Sekreteri Selin Sayek Böke ve Genel Başkan Yardımcısı Gökçe Gökçen’in LGBTİ+ haklarını insan hakları olarak kabul eden açıklamaları, Parti Sözcüsü Faik Öztrak’ın CHP programındaki kimi ilkelere açıkça aykırı[16] mesajına rahatlıkla indirgenebiliyor, analizlerde göz ardı ediliyor. Böylece muhalefet, konforla ve kolaylıkla hem iktidardan farksız, hem de yekpare bir şekilde resmediliyor ve çabaları çöpe atılıyor.

Rekabetçi siyasi sistemlere karşı sinizmi başlangıç noktası alan bir yaklaşım[17] ise fikrî tartışmaları açıkça göz ardı ediyor ve önemsizleştiriyor. Örneğin, CHP yöneticilerinin partiye kazandırmaya çalıştıkları fikirlerin bir önemi yoktur; çünkü yerel parti örgütü mensupları bu fikirlerin duyurulduğu belgelerdeki maddeleri sayamazlar. Öte yandan bu partiler gençleri çekmiyordur; çünkü partiler yeni fikirlerden beslenmiyordur. Halbuki, muhalefetin yakın zamanda artırdığı fikirsel tartışma girişimleri bu sinik yargıları yanlışlıyor.

1969 yılında taban değiştirmeye uğraşan CHP ile 2021’de ittifaklarla siyasette çoğullaşma yaratmaya çalışan CHP’nin neredeyse kelimesi kelimesine aynı eleştirilere tabi tutulması oldukça ilginç. Bunları, yapıcı olmamaları bir kenara dursun, rekabetçi siyaseti sınırlamaya çalışmakta iktidarın elini kolaylaştıran yargılar olarak görmek mümkün. Tıpkı Devrim ve Ant çizgilerinin 1969’da AP karşısındaki demokratik muhalefeti, yeterince radikal bulmayarak ve demokrasinin rekabetçilikle olan ilişkisini yadsıyarak çöpe atması gibi, bugün de AKP ile MHP ve karşısındaki muhalefet de topluca tek bir kefene sarılıyor. Yorumcular muhalefetle iktidar arasındaki farkları yok sayarak, muhalefetin ilerletmeye çalıştığı fikrî tartışmaları göz ardı ederek, aktörleri zorla birbirine benzeterek, muhalefetin farklı aktörlerden müteşekkil ve farklı partileri ve partisizleri de kapsadığı gerçeğini unutturuyor. Çok şikâyet edilen “kutuplaştırma”, siyasi muhalefet iktidarla kutuplaşmamaya çalıştıkça, medyadaki aydınların bir kısmı eliyle ikame ediliyor. İktidarın yönettiği kutuplaştırmanın silahları, muhalefetin dar bir kesiminde hamaset ve küçümseme dozu yüksek yorumlar ve yazılarla bir daha muhalif partilere çevriliyor.

Yukarıda kısaca betimlemeye çalıştığım tablo ve eğilim “Gara olayı” sonrasında CHP ve İYİ Parti liderlerinin açıklamalarından sonra değişme emareleri göstermeye başladı. Bu olay sonrası, bahsi geçen yorumcular arasında muhalefetin tutumuna yönelik yaşanan “şaşkınlık” yukarıdaki önermeleri ilk anda maalesef doğruluyor diye düşünmek mümkündür. Yine “Gara” sonrası yaşanan hızlı gündem içerisinde iktidarın İstanbul sözleşmesinden çekilmesi, pandemi koşulları ve yarattığı yıkımın ağırlaşması ve “128 Milyar dolar nerede?” kampanyası sırasında olumsuz durumlarda aktifleşen sinizm hali ve muhalefetteki hareketlenmenin yarattığı şaşkınlık ve rahatlama durumlarını yoğun biçimde tecrübe ettik. Tavır ve yaklaşımlarda yaşanan değişimleri not etmekle beraber, bu tavrın genel bir eleştirisine ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.

Her halükarda, muhalefet cephesinde yaşanan gelişmeleri, geçmişi hatırlatacak seviyede aceleci, indirgemeci, kolaycı okumalara tabi tutan ve rahatlıkla göz ardı eden, küçümseyen, hatta aşağılayan dilin duruma göre egemenleştiği türden bir muhalif medya ortamı ile karşı karşıyayız. Türkiye bu tip bir durumu 1969 yılında da yaşamıştı. İdeolojik saflık ya da mücadele için seçilen stratejilerin getirdiği gruplararası kavgalar, toplumdaki sorunları anlamak ve çözme amaçlı kamusal tartışmayı devam ettirmeye ağır basmıştı. Boğaziçi eylemleri öncesi ve sonrası muhalefeti, iktidarın dilini kullanmaya çalışmakla ve ona benzemekle itham edegelen kimi yorumcuların muhalefet eleştirilerinde, iktidarın hamaset dozunu muhalefet partilerine bir daha yaşatır yıkıcılıkta eleştiriler yönelttiği ortadadır. En önemli sorun ise şudur: Bu tip bir eleştirel tavrın, muhaliflerin birbirleri arasındaki ve kamuoyun önündeki tartışmaları daha başlamadan bitirme ihtimali doğurmasıdır. Başka bir şekilde ifade edersem muhalefetin var olan siyasi arayışlarına ve politika üretimine devam etmesi önemlidir. Muhalif partilerin bunlara, Boğaziçi eylemlerinin gösterdiği gibi, farklı insanları aynı demokrasinin paydaşı yapmak amacıyla yeni açılardan yaklaşması gerekiyor. Fakat en önemlisi muhalefet partilerinin kamusal tartışma alanını genişletmeye devam etmesi, hatta bazen de muhalefetin bir kısmındaki sinik ve konforlu yıkıcılığa karşı bu genişlemeyi savunması gerekiyor.

Siyasi sistemimizin rekabetçi otoriterlikten demokrasiye doğru dönüşmesini isteyen herkesin bu genişlemeye ihtiyacı var. Zira bu türden bir değişim bugünden yarına, kendiliğinden ve kolay olmayacak. Eğer kamuoyunda yazıp, tartışıp bir şekilde etki bırakanlar olarak, siyasi aktörleri “1969 nehrinde” ikinci kez yıkamaya kalkıp Heraklitos’u haksız çıkartmak gibi bir gayemiz yoksa ve demokrasisi kurumsallaşan bir sistemde yaşamak istiyorsak, kamu önünde tartışmak, fikirleri “teknik tartışma” dili ile ölçüp biçmek, anlamak, bazen anlaşamamak, bazen de ortak noktada buluşabilmek elimizdeki en işlevli araçlardır. Bu araçları yıkmaktan çok, yapmak için kullanmanın sırasıdır.


[1] Gökhan Atılgan, “Sanayi Kapitalizminin Şafağında”, Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Siyasal Hayat, der. Gökhan Atılgan, Cenk Saraçoğlu, Ateş Uslu, İstanbul: Yordam Kitap, 2015, s. 501-657, 570.

[2] Bakınız: Ant, sayı 69, 23Nisan 1968. “Düşman” kullanımı için ayrıca bkz: İdris Küçükömer, “Önsöz”, İdris Küçükömer Bütün Eserleri 3: Sivil Toplum Yazıları, İstanbul: Bağlam Yayınları, 1994, s. 173-181.

[3] Doğan Özgüden, “Tartışma evet, ama!”, Ant, C: 3, S: 70, 30 Nisan 1968. Doğan Özgüden’in yazısında Ulus’da çıktığı belirtilen kimi benzer güvenlikleştirici dil kullanan polemiklerin varlığı iddiası önemlidir. Yine de tartışma kapısnın (bu örnekte) Özgüden tarafından ilkesel olarak kapatıldığını düşünmek mümkündür.

[4] İdris Küçükömer, Düzenin Yabanculaşması: Batılaşma, İstanbul: Ant Yayınları, 1969, s. 160.

[5] Ant ve Devrim’in genel yayın politikasına baktığımızda bu tip bir yaklaşımı görebiliyoruz. İki dergide de dönemin merkez solda konumlanan ana muhalefeti CHP’ye yönelik hamasi dil taşımayan, duygulara ve teknik tartışmaya yönelik yazılar son derece azdır.

[6] İnsanca Bir Düzen Kurmak İçin Halktan Yetki İstiyoruz: CHP’nin Düzen Değişkliği Programı, Ankara: Ulusal Basımevi, 1969.

[7] Cumhuriyet Halk Partisi, CHP XX. Kurultayı: Parti Meclisi Raporu, Ankara: Ulusal Basımevi, 1970, s. 163-164.

[8] CHP 1969 da %27,4 oy oranına denk gelen 2.487.006 oy almıştır: https://www.ysk.gov.tr/tr/milletvekili-genel-secim-arsivi/2644

[9] Cumhuriyet Halk Partisi, CHP XX. Kurultayı…, s. 18-32.

[10] A.g.e., s. 38. Ayrıca bkz. Doğan Avcıoğlu, “Gidiş Nereye?”, Devrim, sayı 3, 4 Kasım 1969, s. 1, 7.

[11] Bunun çeşitli örnekleri için bkz. https://youtu.be/A1pzKXxGI1o; https://www.youtube.com/BUwy8QTgbNY; https://www.youtube.com/watch?v=gsU6GnHV6es; https://ankahaber.net/haber/detay/afyonlu_esnaf_karsisinda_vekili_gorunce_dert_yandi_insanlarin_evine_ekmek_girmiyor_her_gun_dukkanlarimiza_hirsiz_giriyor%E2%80%9D_29113

[12] CHP’li aktörlerin yakın dönemdeki çeşitli yazıları için bkz. https://www.karar.com/uygarligin-guvencesi-ogretmenler-cumhuriyetimizin-ikinci-yuzyilinin-da-mimarlari-olacakl-1597750; http://www.sosyaldemokratdergi.org/yuksel-taskin-iktidarin-yoksullugu-derinlestiren-politikalarina-yanitimiz-guclu-ve-hak-temelli-bir-sosyal-devlettir/; https://www.birgun.net/haber/ikinci-yuzyilda-buyuk-donusum-320825. CHP dışından CHP’nin fikirsel çabalarına yönelik yapılan nadir tartışmalardan birisi için bkz. https://birikimdergisi.com/guncel/10385/chpnin-ikinci-yuzyila-cagri-beyannamesi-ne-dair-notlar

[13] Bkz. İlker Aytürk, “Post-Post Kemalizm: Yeni Bir Paradigmayı Beklerken”, Birikim, sayı 319, 2015, s. 34–47; İlker Aytürk, “Bir Defa Daha Post-Post-Kemalizm: Eleştiriler, Cevaplar, Düşünceler”, Birikim, sayı 374/375, 2020, s. 110-119.

[14] Berk Esen, “Türkiye’deki Rekabetçi Otoriter Rejim”, Birikim, sayı 374/375, 2020, s. 158-174, 162-164.

[15] “Aydınların Bildirisi”, Yön, C:1 S:1 (20.12.1961), 12-13

[16] CHP’nin yürürlükteki programında, partinin geleneksel ilkelerinden Devrimcilik için yapılan tanımlardan birisi şudur: “Özü itibariyle gençliğin enerjisini ve dinamizmini değişimin itici gücüne dönüştürmek, gençliğin değişim ve yenilik vizyonunu topluma aşılamaktır.” Cumhuriyet Halk Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi. Programı: Çağdaş Türkiye İçin Değişim. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun “LGBT’nin aile yapısını bozduğuna” dair yakın zamanlı bir soruya verdiği cevap ise sürecin CHP liderliği açısından Öztrak’ınkinden farklı tavırlar ile devam ettiğini gösteriyor.

[17] Bekir Ağırdır, Hikayesini Arayan Gelecek, İstanbul: Doğan Kitap, 2020, s. 76-80.