Erdoğan’ın İspanya’daki basın toplantısında yaptığı konuşma ve orada yanıtladığı birçok soru medyada ancak küçük bir yer bulabildi. Ama başörtüsü ile ilgili olanı bir haftadır gündemden düşmüyor. Kısacası kendilerini ‘laiklik’ kimliği altında zihnen dumura uğratmış ne kadar adam varsa, hepsi hezeyan halinde Başbakan’ın sözlerinin üzerine atlamış durumda. Bu durum bile Türkiye’de ‘laiklik’ diye algılanan tutumun bir tür hastalanma haline karşılık geldiğini gösteriyor. Aziz Nesin’in ‘Deliler boşandı’ diye bir hikayesi vardı... Tımarhaneden kaçan delilerin bir anda sistemi nasıl ele geçirdiklerini anlatırdı. Laikliği siyasi sembol sanıp kimlikleştiren birileri de aynen bunu yapıyor. Laiklik kafalarında taşıdıkları hunilere dönüşmüş durumda...
Tepkilerin en anlaşılır olanı MHP’den gelendi. Bu partiye göre Erdoğan “toplumsal uzlaşmayı dinamitlemiş.” Oysa neredeyse 15 yıldan beri tüm toplumsal çalışmalar bu alanda bir uzlaşma olduğunu ve toplumun başörtüsü ile ilgili herhangi bir sorununun olmadığını ortaya koyuyor. Ama şaşılacak bir şey de yok... Çünkü MHP için ‘toplumsal uzlaşma’ cemaatle devlet arasındaki anlaşmadan ibaret. Bu partinin henüz resmi kimliği aşan bir toplum tasavvuru bile bulunmuyor.
Diğer muhalefet partisine ve onun çevresindeki söyleme geldiğimizde ise karşımıza içler acısı bir durum çıkmakta. Baykal Başbakan’ın “velev ki siyasi simge olsa...” diye başlayan cümlesini “ha şöyle, siyasi simge olduğunu kabul et” diye yanıtlamış. Sanki siyasi simge olsaydı başörtüsü yasaklanabilirmiş gibi. Gerçek şu ki başörtüsünü ister simge kabul edin ister etmeyin; veya nasıl bir simge kabul ederseniz edin yasaklanması insan haklarına ve en temel ahlaki ve vicdani ilkelere aykırıdır. Bir ülkede laiklik kamusal alanın meşru kıyafetinin saptanması biçiminde anlaşılmaktaysa, orada asıl olanın despotluk olduğu açıktır. Öte yandan Baykal’a göre “Türkiye’nin tarihinde türban diye bir olay olmadığı için” başörtüsü siyasi simge sayılmalıymış. Bu zat herhalde değişim diye bir şeyin farkında olmayan bir ‘sosyal demokratlığın’ temsilcisi. Var olan her şeyin geçmişte de olması gerektiği, aksi halde kabul edilemeyeceğini söylediğine göre bu zatın Cumhuriyet devrimlerini hangi meşruiyete göre savunduğu da belli değil demektir. Çünkü şapka da daha önce yoktu ve bu giysi de onun tanımına göre açıkça bir ‘siyasi simge’.
Zihniyet olarak Baykal’la aynı çizgide duran bazıları da Erdoğan’ı eleştirdiklerini sanarak kendilerini gülünç duruma düşüren argümanlar öne sürmekte. Meğerse tartışma başörtüsü ile değil türbanla ilgiliymiş... Herşeyden önce ‘türban’ sözcüğü laiklerin kullandığı bir terim, başörtülüler türlü çeşitli giysiler ve baş bağlama usülleri kullanıyorlar ve bunlar arasındaki fark kişinin ne derece ‘modern’ olduğuyla değişiyor. Laiklik bir tür körlük halini alınca şu basit gerçeklik de gözden kaçmakta: Din bazı dindarlara göre başın bağlanmasını emrediyor; ancak nasıl bağlanacağını söylemiyor. Dolayısıyla başın bağlanma biçimi ve kullanılan örtü ancak sosyolojik bir analizle ayrımlaştırılabilir ve nitekim ‘türban’ denen usülü kullananların farklı bir sosyolojik tercihe sahip oldukları açık. Örneğin renkli ve alacalı başörtüsü kullananlar, tayt pantalon giyenler, makyaj yapanlar, erkeklerle el ele gezenler genelde hep bunların arasından çıkıyor. Ama kim bilir belki de laikler bu davranışların da asıl amacı gizleyen kasıtlı taktikler olduğunu düşünecek kadar uçmuş durumdadır...
Başı bağlamanın bazı türlerinin ‘dinin istismarı’ olduğunu söylemek gerçekten de Aziz Nesin’lik bir olay... Her şeyden önce bunu söyleyenler dindar bile değil. Bunların dindarların din algısı üzerine önerme yapmaları bile gülünç, çünkü toplumu tanımıyorlar. Ama kendilerini ‘modern’ sanan bu kitlenin bir kıyafet çeşitliliğini dahi hazmedememesi, dindarları ‘geri’ sayan ve öyle kalmalarını isteyen epeyce faşizan bir bakışa sahip olduklarını kanıtlıyor. Bugün laik kesimin bir kanadı yobazlıkla vicdansızlık arasında salınım içinde çırpınıyor ve çırpındıkça da laiklik onlar için bir bataklığa dönüşüyor.
Taraf, 20.1.2008