Devletçi medyanın son günlerde başörtüsü meselesine bir kurtarıcı misali yapışmaya çalıştığını fark ediyorsunuzdur… Amaç ‘derin’ devletin neden olduğu herzeleri gizlemek mi bilemiyoruz, ama medyanın başörtüsü üzerinden giderek kendi ahlak açığının görünmez kılınması veya unutulması gibi bir amacı olduğunu öngörmek zor değil.
Öte yandan başörtüsü meselesine dönüldüğünde aynı medyada bir ‘denge’ arayışı da göze çarpmıyor değil. Belki de hayatın bizleri götürdüğü istikamete baktıklarında eskisi kadar saldırgan ve ikiyüzlü bir tutumun toplum nezdinde prim yapmayacağı düşünülüyor. Ancak bu manevraların asıl nedeni herhalde bütün zorlamalara karşın askerin hala başörtüsü konusunda laf etmemesi ve ‘bizim pozisyonumuz belli’ demekle yetinmesi. Gerçekten de askerin pozisyonu belli… Belli, ama bir o kadar da önemsiz… Çünkü bürokratik bir kurumun toplumsal taleplere ilişkin fikir beyan etmesinin, hele yönlendirici olmasının akıl sağlığı yerinde bir toplumsal düzenlemede yeri olamaz. Söz konusu toplumsal düzenlemeler geleceğin bilinemeyeceğini, değişimi dikkate almayan bir yönetimin zor kullanmak zorunda kalacağını, toplumsal tercihlerin göz ardı edildiği bir ortamda toplumun parçalanacağını bilirler. Demokrasi denen idare tarzı bu çözülmenin engellenebilmesi, toplumun bir bütün olarak kendi yarınını kurabilmesi için gerekiyor. Aksi halde kendisini devlet yerine koyan birilerinin toplum için ‘doğru’ kararı verdiği bir rejime gideriz ki, bunun adı -önüne hangi yumuşatıcı sıfatı koyarsanız koyun- diktatörlüktür.
Hitler’in konuşmalarında ağlayan çağdaş giyimli ‘başı açık’ insanları gördüğünüzde, iyi eğitimli nice insanın bu diktatöre bağlılık yemini ettiğini hatırladığınızda, söz konusu baskı rejimlerinin ayakta kalmasını sağlayan toplumsal atmosferi de bir nebze kavrarsınız. Bu akıl sağlığı bozuk bir toplumdur… Çünkü ancak akıl sağlığı bozuk olan toplumlar, sağduyuyu unutacak kadar kendilerinden geçerler, kendilerini ideolojinin hamasetine ve ürettiği korkulara terk ederler. Laiklik Türkiye’deki şekliyle giderek bu içeriğe kaydırılmak isteniyor. Laikliği bir baskı rejiminin meşruiyeti olarak kullanmak isteyen bir dizi insan, şirket ve kurum var bugün.
Oysa bu bir laiklik değil, bir akıl sağlığı meselesi… Laik kesim sahip olduğu ve kimlikleştirdiği ideolojinin kendi aklını dumura uğrattığının farkına varmak zorunda. Çünkü Türkiye’de geçerli kılınmaya çalışıldığı biçimiyle ‘laiklik’ denen şey tamamen kamusal alanın temizlenmesine ve oranın bir iktidar alanına dönüştürülmesine hizmet ediyor. Karşımızda ne inançlar karşısında eşit mesafe alabilen, hakem gibi davranabilen bir devlet var, ne de toplumun yaşam alanı olan kamusal alanı içeren bir din ve vicdan özgürlüğü… Üstelik herkesi ‘doğru’ Müslümanlığa çağıran ve bir Müslüman’ın nasıl giyinmesi gerektiğini bile söylemeye cüret eden bir ‘devlet’ bu… Bilinmesi gerek ki laiklik denen şey söz konusu devletin bekasını ima ettiği ölçüde bu ülkede muhtemel bir demokrasinin önündeki en büyük engeldir.
Öte yandan başörtüsüne ilişkin olarak gelinen nokta aklın dumura uğraması durumunda siyasi ve hukuksal tartışmanın ne denli seviyesiz olabileceğini de gösteriyor. Oysa hiçbir demokratik siyasi veya hukuksal bakış bir başkasının kıyafetini her ne gerekçe ile olursa olsun sınırlanmasına ve belirlenmesine onay veremez. Bu hakkı kendilerinde görenlere sadece ‘despot’ denebilir… Çünkü demokratik tutum kendinize tanıdığınız hakkı karşınızdakine de vermeyi, en azından sunmayı gerektirir. Demokrasi denen rejim maksimalist hakları kuramsal olarak mümkün kılan ancak birlikte yaşama uğruna bunlardan vazgeçen insanların rejimidir…
Ne yazık ki Türkiye’nin laik kesiminin önemli bir bölümü ne demokrasiden ne de gerçek anlamıyla laiklikten nasibini alamamış, totaliter bir ideolojik kimlikleşmenin esiri düşmüş, kişiliğini kanıtlama çabası uğruna akıl sağlığını yitirmiş insanlardan oluşuyor. Allah selamet versin…
Taraf, 1.2.2008