Bu aralar en çok tartışılan konulardan bir tanesi “HDP’nin seçimlerden sonra AKP ile yapacağı koalisyon”. Bazıları böyle bir ittifak üzerinde çoktan anlaşıldığı ve Türkiye’de büyük bir tiyatro oynandığından emin; bazıları ise o kadar emin olmasalar da böyle bir risk almamak için HDP’ye oy vermeyeceklerini söylüyorlar. Peki bu tartışmanın sonucu önemli mi? Pek öyle gözükmüyor. 22 Nisan tarihinde kamuoyu ile paylaşılan seçim bildirgesi Türkiye’deki geleneksel siyaset anlayışından o kadar radikal biçimde ayrışan bir vizyon ortaya koyuyor ki, HDP, sadece AK Parti’nin sandalye sayısını azaltmak amacıyla baraj geçirtmek için oy verilecek, dolayısıyla da bunun karşılığında kendisinden AK Parti’yle koalisyon yapmayacağı garantisinin beklendiği bir parti olmaktan çıktı. Hâlâ bu niyetle HDP’ye oy vermeyi aklından geçiren birileri vardıysa da, Demirtaş’ın “Ermeni Soykırımı’nın gerçekliğini kabul ediyoruz” açıklamasından sonra muhtemelen vazgeçmiştir. Kısaca, ne böyle bir ittifakın olmadığının kanıtlanması HDP’ye birilerinin oy vermesini sağlar, ne de tam tersi. Fakat Türkiye siyasetinin dünü, bugünü ve yarınına dair önemli kodlar barındırdığından bu tartışma yine de biraz deşilebilir.
Diyelim ki 7 Haziran 2015 tarihinde sandıktan çıkan oylar AK Parti’nin tek başına iktidar olması için yeterli olmadı. Bu durumda, AK Parti barajı geçen partilerden biriyle ittifak yapmak isteyecektir. Acaba bu partinin HDP olma olasılığı nedir? HDP’nin seçim bildirgesinde AK Parti ile yapılacak muhtemel bir koalisyonun önünde engel oluşturabilecek çok net maddeler var. HDP, başkanlık sistemine kesinlikle karşı olduğunu söylüyor; Diyanet İşleri Başkanlığı ve zorunlu din derslerinin kaldırılmasını öngörüyor, nükleer enerji yatırımlarının durdurulacağını açıkça ifade ediyor ve anadilde kreş ile anadil esasında düzenlenen çok dilli eğitimi bir kamu hizmeti olarak vaat ediyor. Dolayısıyla beklenildiği gibi bir koalisyon durumunda, HDP’nin tüm bu hedeflerinden vazgeçmesi gerekecek. Yine diyelim ki kendi çizgisinden vazgeçen HDP değil AK Parti oldu; o zaman bu, başkanlık sistemsiz, Diyanetsiz, zorunlu din derssiz, nükleersiz bir AK Parti demek. Olur mu, olursa nasıl olur, bunun üzerine spekülasyon yapmak mümkün.
Peki, tüm bu hedeflerden ya da çoğundan vazgeçmek uğruna da olsa HDP için AK Parti ile koalisyon yapmak, muhalefette kalmaktan daha mantıklı bir alternatif midir? Çoktan adı konmuş bir ittifaka dair senaryonun yazarları HDP’nin tek amacının önce özerklik, sonra sınırları ayırmak olduğunu düşündükleri için öyle olacağını söylüyorlar. Hadi diyelim öyle olsun, HDP’nin içindeki herkes böyle bir gizli plan üzerinde anlaşmış ve yazılan senaryoyu oynuyor olamayacağına göre, bu, söz konusu koalisyonun daha kuruluş aşamasında partinin içerisinde büyük bölünmelere, kopmalara neden olacağı anlamına gelir. Yani böyle büyük bir gizli plan öyle sessiz sedasız, tereyağıdan kıl çeker gibi gerçekleşmez. Ayrıca böyle bir durumda benzer kopmaların AK Parti içerisinde de yaşanacağı şüphe götürmez. Hatta, bu hamleyi yapan AK Parti bir sonraki dönemde kapısına kilit vurmayı da göze almış demektir. Çünkü seçmenini “Tek millet, tek bayrak, tek vatan bizim / Tek devlet Türkiye milletimizin” diye haykırdığı Yeni Tükiye Marşı ile coşturan, hele hele seçim öncesi bu vurguyu iyice artıran bir parti, ona oy veren kitleye bu durumu kolay kolay izah edemez. Ne yazık ki Türkiye’nin milliyetçi refleksleri o kadar zayıflamış olmanın çok uzağında.
Beklenen sınırlara dair bir değişiklik değil de HDP’nin bu koalisyonla Kürt halkı için birtakım hakları “kopartabilmesi” ise, o zaman HDP’nin böyle bir koalisyon hesabı içerisinde olması yine de mantıklı mıdır? HDP yoktan var olmuş bir parti değil. Paris’te düzenlenen Kürt konferansına katıldıkları için SHP’den[1] ihraç edilen milletvekillerinin de aralarında bulunduğu grup tarafından kurulan HEP[2], 1991 Genel Seçimleri’ne SHP ile anlaşarak girmiş ve 20 milletvekilini SHP listelerinden meclise sokmayı başarmıştır. HEP’ten sonra Kürt siyasi hareketi bir Türkiye klasiği olan kapatılma-isim değiştirme-yeniden açılma döngüsü içerisinde bugüne kadar gelmiştir. Aynı zincirin halkası HADEP[3], 1995 Genel Seçimleri’nde % 4.16 oy almış, fakat % 10 seçim barajının altında kaldığı için meclise milletvekili sokamamıştır. HADEP’in 1999 Genel Seçimleri’nde aldığı oy oranı ise yine baraj altında kalan % 4.75’tir. HADEP’ten sonra kurulan DEHAP [4], 2002 Genel Seçimleri’nde oylarını % 6.1’e yükseltse de yine Meclis dışında kalmıştır. Kürt siyasi hareketi 2007 Genel Seçimleri’ne ise bağımsız milletvekilleri ile katılmış ve bu şekilde 21 milletvekili ile Meclis’te temsil edilebilmiştir. 2011 Genel Seçimleri’nde de aynı strateji izlenmiş ve milletvekili sayısı 36’ya yükselmiştir. Kısaca, oy oranlarında, ivmesi az da olsa yukarı eğilim gösteren istikrarlı bir gidişattan söz edilebilir. Fakat geldiği noktada Kürt siyasi hareketi, Kürt milliyetçisi oyların zaten hepsini almaktadır. AK Parti’den “koparttığı” milli eğitimde iki fazladan Kürtçe dersi, evet belki önemlidir, fakat, ne bu oy oranı üzerine hatırı sayılır bir artış sağlar, ne de hareketin hedeflediğini söylediği radikal demokrasi kültürüne doğru anlamlı bir adım olur. HDP böyle bir demokrasi kültürünün Türkiye’nin tümünde, hatta yakın coğrafyasında içselleştirilmesi ile anlamlı bir fark yaratabileceğini gördüğü için Türkiyelileşme seçeneğini değerlendirmiştir. Ve Demirtaş’ın Cumhurbaşkanlığı Seçimleri’nde aldığı sonuç da bu seçeneğin umut vaat ettiğini teyit etmiştir. HDP, Haziran 2015’te AK Parti ile koalisyon yapması halinde kendisini yeniden % 6 civarındaki Kürt milliyetçisi oylara hapsedecektir. Öte yandan radikal demokrasi kültürüne doğru açtığı yelkeni son dönemde Batı’dan ve Güney’den esen rüzgârlarla da dolan parti, rotasını değiştirmediği takdirde, rüzgâr devam eder, fırtına çıkmaz, kendi de dümeni iyi tutarsa, bir sonraki dönem iktidarı bile zorlayabilir. HDP için “mantıklı” olan bu olsa gerektir.
Bunun olabilirliğini görmek için 2002 Genel Seçimleri’ne bakmak yeterlidir. Aslında, siyasi yolculuk açısından AK Parti ve HDP arasında önemli benzerlikler bulunmaktadır. Türkiye’de İslâmcı hareket siyasette meşru zemin bulamadığı durumlarda yer altına inmiş, bulduğu meşru zemin sık sık altından çekilmiş, sürekli kapanma-isim değiştirme-yeniden açılma döngüsü içerisinde birbirini izleyen partilerle, oylarını istikrarlı bir biçimde yükseltmiş, sonunda da kemik İslâmcı oyların sınırına ulaşmıştır. Bu süreç içerisinde siyaset oyununun kuralları da İslâmcı harekete daha fazla alan sağlayacak şekilde dönüşmüştür. Sonunda AK Parti kadroları Milli Görüş’ten ayrılıp kendilerini “muhafazakâr demokrat” olarak tanımladıklarında, “İslâmcılığın, bir kimlik siyaseti olarak nitelendirilebileceğini ve kimlik siyasetlerinin kısıtlayıcı olduğunu, kendilerinin tüm Türkiye’yi kapsayacak biçimde siyaset yapmak istediklerini” ifade etmişlerdir. Ve “kimlik siyaseti” algısını kırdıkları andan itibaren etki alanlarını muazzam biçimde genişletmişlerdir.
Tabii bu benzerlik sadece siyasi yolculuklarına ilişkindir ve partilerin iktidarlarında politikalarının nasıl şekilleneceğine dair bir projeksiyon sunmaz. Nitekim, iki parti arasında bu anlamda temel benzerlikler olmakla birlikte, partilerin vizyonlarını ayrıştıran temel farklılıklar da vardır.
İslâmcı görüş, Osmanlı modernleşmesinden itibaren ulusal-kimliğin inşasında yer alan önemli aktörlerden bir tanesi olmuştur. Ve, her ne kadar üzeri örtük bir biçimde de olsa, “Türk’ün Müslümanlığı” Cumhuriyet’in ulusal kimlik tahayyülünün içerisine kazınmıştır. Lozan Antlaşması’nda azınlıklar din üzerinden tanımlanmış, laik olduğu iddia edilen bir devletin içerisinde Sünnî İslâm’ın bir kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı yapılanmıştır. Örnekler çoğaltılabilir. O dönem için yapacak başka birşey var mıydı sorusu ise farklı ve belki de biraz boş bir tartışma başlığıdır. Önemli olan, “Türk’ün Müslümanlığı” varsayımının, kendilerini laiklik yanlısı olarak tanımlayan birçok kişinin bile içine işlemiş olduğu (bkz. Ermenilere karşı milliyetçilik üzerinde gelişen tepkiler) ve bu durumun İslâm adına yürütülen her türlü siyasete de aslında bir meşruiyet sağladığıdır. Çoğu zaman, Müslümanlığın yaşanışındaki birtakım farklılıklar (alkol tüketimi / başörtüsü) laiklik ve laiklik karşıtlığı gibi lanse edilmiş fakat asıl kavga, bu farklı yaşam tarzlarının hangisinin “Türk’e yakışacağı” sorusu çerçevesinde süregelmiştir. Bu yüzden, aslında, kendisini “muhafazakâr demokrat” olarak tanımlayan AK Parti, “muhafazakârlığın içinde doğal olarak İslam’ı ve milliyetçiliği” barındırdığını söylediğinde “yeni yeni icatlar çıkartıyor” değildir. Ve tam da bu yüzden Erdoğan “milletin adamı” olmasının sağlamasını dindarlığı üzerinden yapabilmekte ve her “benim milletim...” dediğinde, Türkiye’deki ulusal kimlik tahayyülünü de biraz daha İslâmîleştirebilmektedir. Müslümanlığın yaşanış şekli üzerinden “kimin milleti?” kavgası yapılması ne yazık ki Cumhuriyet’in kuruluşundan beri Türkiye’de siyaseti son derece dar bir vizyonun içerisine hapsetmiştir.
İşte HDP’nin temel farkı buradadır. Çünkü HDP’nin tüm bu tarih boyunca “benim milletim...” deme imkânı olamamıştır. Kürtlük, Müslümanlıktan farklı olarak, ulusal kimliğin hiçbir zaman bir bileşenini oluşturmadığı için kimse Kürtlük üzerinden ülkenin gerçek sahibi olma iddiasında bulunmayı aklının ucundan bile geçirmemiştir. Dolayısıyla Kürt siyasi hareketi sol bir kulvarda eşitlik ve özgürlük vurguları içerisinde şekillenmiştir. “Benim milletim...” diyemeyecek bir hareket, Türkiye’de siyasetin boğucu bir kısır döngüden çıkarak gerçek hayata dair politikalara yer açması umudunu taşımaktadır. İki partinin seçim bildirgelerinde okunabilen bu fark, kökleri geçmişe dayanan, dolayısıyla da uzun yıllar boyunca içselleştirilmiş bir fark olduğundan, basit seçim vaatlerinden çok daha fazlasını ifade etmektedir.
Peki, HDP’nin hem içerisinde hem de tabanında “benim milletim!” diyen Kürt milliyetçileri olduğu söylenemez mi? Şüphesiz söylenebilir. İçinde bulunduğumuz coğrafya bireysel kendini gerçekleştirme ve özgüven tazeleme imkânlarının çoğu zaman kısıtlı olduğu bir coğrafyadır. Dolayısıyla bu coğrafyada, ailelerimizle, hemşehrilerimizle, futbol takımlarımızla özdeşleşerek özgüvenimsi bir his devşirmeye meyilliyizdir. Zira yıllardır “kimin milleti?” kavgasını bu kadar şiddetli yaşamamızın ardındaki temel nedenlerden biri de budur. Ülkede yıllardır süren savaş da düşünüldüğünde, bu durumun Türk milliyetçileri kadar Kürk milliyetçileri için de safları sıklaştırmış olmamasının hiçbir nedeni yoktur. Buradaki kritik soru parti vizyonunun, bu anlamda bileşenlerinin üzerinde olup olmadığıdır. Bu illa tabanını şekillendirmeye çalışan elitist bir parti kadrosu anlamına gelmez. Fakat, parti vizyonunun farklı dünyalardan olan ve onlar adına siyaset yapmaları için bir partiye yetki veren seçmen için ufuk açıcı ve ilham verici olması önemlidir.
AK Parti’nin kurulduğu ilk yıllarda tam da böyle bir parti olduğunu söylemek mümkündür, hatta belki CHP’nin ilk kurulduğu yıllar için de aynı şey söylenebilir. Fakat ne zaman partiler oy kaybetmemek için ilkelerinden vazgeçseler, bu kısa vadede avantaj sağlasa da, onlar için sonun başlangıcı olmuştur. Bugün barajı aşmayı hedeflemiş bir parti olarak HDP, büyük kitleleri karşısına alma pahasına, açık açık seçim bildirgesine “zorunlu din dersini kaldıracağını”, “nükleere karşı olduğunu” ve daha birçok tepki toplamaya gebe maddeyi koyabilmiştir. Dolayısıyla tabanına da Türkiye’ye de ilham verebilecek bir parti imajı çizmektedir.
Başa dönersek, bugün HDP’nin AK Parti ile herhangi bir ittifak içine girmesi çok da mantıklı görünmemektedir. Hatta bu gizli ittifak senaryolarının öcü hikâyeleri gibi tekrar tekrar gündeme getirildiği medya organlarının hangi partiler ile organik bağları olduğuna bakılırsa, buradan bambaşka ittifak senaryoları da yazmak mümkün olur. Yine de HDP, aynı CHP ve diğer partiler gibi seçimden sonra koalisyon yapmaya açık olduğunu belirtmiş, önemli olanın ilkelerde anlaşmak olduğunu vurgulamıştır. Hiçbir partinin sonuçları görmeden, koalisyon ihtimallerine ilişkin kesin çizgiler çizerek elini sıkıştırmak istememesinin son derece doğal olduğu söylenebilir.
Bu seçimin oyun belirleyici aktörleri AK Parti, CHP, MHP, Vatan Partisi ve SP[5]-BBP[6] olacak gibi gözüküyor. Ayakları yere basan koalisyon tahminleri -ki böyle bir koalisyona ihtiyaç olup olmayacağı henüz bilinmemektedir- partilerin programlarına, geçmişlerine ve seçim bildirgelerine bakılarak yapılabilir. Bu durumda AK Parti-SP/BBP; AK Parti-MHP; MHP-Vatan Partisi ihtimalleri de düşünülebilir. Tabii SP/BBP Milli İttifak’ının ve Vatan Partisi’nin barajı geçme ihtimalleri belirsizdir. CHP’nin hem MHP ve Vatan Partisi ile hem de HDP ile ittifak yapabileceğinin konuşuluyor olması ise, seçimde oylarının büyük ihtimal ile düşeceğinin göstergesi olarak okunabilir. İşçi Partisi’nin Vatan Partisi’ne dönüşerek imaj tazelemesi ile birlikte CHP; Vatan, MHP ve HDP’den biraz biraz içeren bir kokteyle dönüşmüştür ve ayrıştırıcı bir vizyonu olmaması, partinin geleceği açısından pek hayra alamet gözükmemektedir.
Her halükârda bu seçim, Türkiye siyasetinin sadece bir sonraki seçime kadarki dönemini değil, aynı 2002 Seçimleri gibi daha uzun bir dönemini etkileyecektir. Bunun bir nedeni, eski partilerin barajı geçip geçememelerinin, Vatan Partisi’nin ciddi bir çıkış yapıp yapamayacağının ve barajı geçen partilerin seçim sonrası koalisyon tercihlerinin, partilerin bu dönemden sonraki kaderlerini belirleyecek olmasıdır. Bununla birlikte 2015 Seçimleri Türkiye’de bundan sonraki siyaset tahayyülünü şekillendireceği için de çok önemlidir. Türkiye siyaseti için “kimin milleti?”nin ötesinde bir vizyon olabilir mi? Bu minvalde siyaset konuşmak tanıdık ve bildik olandır. Fakat bugün çok popüler olan kişisel gelişim aforizmalarında sık sık değinildiği gibi gerçek dönüşümler ancak konfor alanının terki ile mümkündür.