Bütün dünya İran’la varılan nükleer anlaşmanın getireceği sonuçlara odaklanmışken, aslında çoktandır odaktan kayan Türkiye ve Ortadoğu ilişkileri de çok daha ciddi tartışılmaya başlandı; ama bunun beş-on sene evvel yapılması gerekirken, şimdi yapılması da hayırlara vesile olabilir(mi?).
Doğrusu, Türkiye’nin AKP’yle yükselişe geçen Ortadoğu politikasındaki canlılığın, yine aynı partinin iktidardayken, daha sönümlenmeye başlamadan, hüsrana uğramasının sebepleri üzerinde fazlaca kafa yorulduğu söylenemez. Fakat İran mevzuu, sanırım, acı gerçekleri konuşmak için de uygun bir zaman yaratıyor Türkiye’nin ekseriyetle “derin strateji” soslu Ortadoğu politikasının; bunun hangi handikap ve körlüklerle malul olduğu, bazılarının kolay anlayabilmesi için, artık daha net söylenebilir.
“Stratejik derinliklerde” vurgun yemeden, gazete ve televizyonlardaki “uzmanların” yer yer laten ama en son Tel Abyad’ın da düşmesiyle, gayet net ve doğrudan söylenen ve “bilimsel hakikat” kıvamında kamuoyuna ana akım medyanın da çanak tutmasıyla takdim edilen, ırkçı, anti-Kürt ve anti-Semit (ki, epey zamandır, memleket sath-ı mahallinde kardeştir bu iki “düşünce”(!) denen komplo) açıklamalar üzerinden Ortadoğu’yu anlamanın artık sonuna gelindi; deyim yerindeyse, deniz bitti ve buradan yeni ve çok acil bir politika değişikliğine gidilmezse (ki, yer yer değişeceğine dair umutlar yeşerse de, bu ümidin ömrü, iki “yetkilinin” açıklamaları arasındaki süre kadardır Türkiye’de), bölgede Türkiye’nin gerilemesinin durdurulamayacağı aşikar. Bir de, özellikle de Ortadoğu’da, sizin gücünüzün sınırı, imkan, coğrafya ve gerçeklikle daha çok ilgili olduğu bir kez daha kendini açık etti.
Açıklamaya çalışalım: Sizin fiziki olarak komşunuz olan Kürtleri ve onların yapılanmalarını, kazanımlarını, güçlerini yok sayarak, Ortadoğu’da bir adım atamayacağınız, Jerablus ve Bayır-Bucak’tan öteye bir tahayyülünüzün olamayacağının işareti olur. Şu anda Türkiye’nin Ortadoğu politikasının, özellikle de Suriye’ye dair tutumunun, vaziyeti bu. Açıktan söylenmese de, kendini ve güya herkesin devletin bütün siyaset ve imkanlarını “kurucu unsur” olan etnisitenin “yaşam alanı”nın (Lebensraum) tabii koruyucusu rollere soyundurursan, Tel Abyad’la, Jerablus’un, Bayır-Bucak’la Kerkük ve Tel Afer’in ya da Uygur’un haritadaki yerlerini bile gösteremeyen, yanaşma ve ezberlediği bir kaç kavramı sürekli tekrar eden (mu)hafız derin stratejistlerin kurgularıyla oluşturulan bir dış politikan olur; çünkü Türkiye’deki, durum bu.
Cumhuriyet’in Ortadoğu politikasının (belki de, bütün dış politikasının çok büyük bir bölümünü) bel kemiğini oluşturan ve kendi Kürt sorunuyla malul, sürekli Irak, İran ve Suriye merkezi hükümetleriyle birlik olup, bütün Kürt hareketlerine ve yapılanmalarına karşı duran (bu karşı olunana, AKP’nin Ortadoğu’da kalan tek dostu Barzani ve KDP de dahildir) tutumunun, gelinen noktada, hiç bir tabanı ve gerçekliği kalmamıştır. Türkiye’nin son dönemlerde bunun farkında olsa da, tarihsel anti-Kürt algısı ve politikasının yılmaz bekçisi kurumlarının ayak diremesiyle karşılaştığı anlaşılan durumunun, artık sürdürülebilmesinin imkânı kalmadı.
Darmadağın olan Ortadoğu’da, işlemeyen bir dış politikanın acilen yenilenmesine ihtiyaç var ve mevcut ya da tarihsel hakikatlere artık daha fazla gözünü kapatarak yol almasının sınırı tükenmiştir. İran’la otuz beş yıl sonra varılan anlaşmayı, sadece nükleer silahlar üzerinden okumanın yanlışlığı Türkiye’nin Ortadoğu’dan hala bir şey anlamadığının göstergesi olur. Ortadoğu’da İran’ın (zaten) sahip olduğu ve bu yeni nükleer anlaşmayla sağlamlaştırdığı güçlü konumu, Türkiye’nin kendi bölgesine dair kıymeti ve güvenilirliği tartışmalı olan romantik/milliyetçi etnolojik ve çoğu abartılmış demografik verilerinden daha çok tarih, sosyoloji ve gerçekçi politik analizlere ihtiyaç duyduğunu gösteriyor gibi. Şimdiye kadar çoğunlukla ulusalcı/milliyetçi/İslamcı cenahın, nüans ayırımlı lakin aynı doğrultudaki Ortadoğu ve Kürt politikasının acilen terk edilmesini dayatan bir süreçle karşı karşıya geldi Türkiye. Dolayısıyla, Suudi ve Katar’ın finansal, siyasi ve diplomatik desteğinin açık olduğu Sünni Blok işlemiyordu sahada ve son Rojava, Suriye meselelerinde işlemeyeceği, bunda ısrar edildiğinde de IŞİD ve Nusra gibi selefîlerin hamisi konumunda kendinizi görebileceğiniz bir siyasal durum ortaya çıktı. Dünyanın dört bir yanından, her türlü enstrümanlarla Suriye ve Irak’taki şiddet ortamına nakledilen cihatçı-selefi örgütler için Katar ve Suudi’lerin politikası kendi gerçekliklerinde, kendi ekonomik durumlarında açıklanması nispeten daha kolay olabilir. Ama önceleri Suriye’deki muhalefetin enva-i çeşit gruplarıyla başlayıp, IŞİD ve Nusra gibi örgütleri karşısında bulmakla sonuçlanan süreçlerde, bugün artık dünyanın her tarafında tartışmalı hale gelen pozisyonun Türkiye’ye getireceği, derin stratejik akılların öngördüğü(!), hesapladığı (!) bütün “kazanımları” geçersizleşti; bundan sonra aynı politika yanlışlığındaki ısrarın başından beri kaybeden zihniyetin zararının katlanmasından ve daha da karmaşık sosyal sorunların ortaya çıkmasından başka bir etkisi olmayacak.
Çok net söylemek gerekir ki, Ortadoğu’da radikal değişimler olurken, yirminci yüzyılın başındaki, sınırlar, siyasetler ve aktörlerde ısrar, Türkiye’nin Ortadoğu’daki krizini daha derinleştirecek gibi görünüyor. Ani politika ve yön değişikliğini, Türkiye’deki fazla esnek olmayan yapıdan beklemek safdillik olsa da, İran’ın Batı’yla Rusya ve Çin’in desteğinde elde ettiği nükleer anlaşma başarısının etkileri sanılandan fazla olabilir ve şimdiden İran’ın bu alanda epey önde olduğunu söylemek gerekir. Batılı ülkeler koalisyonu Suriye ve Irak’ta IŞİD’le savaşırken, aslında aynı yöne hücum edip farklı cephe hattında savaşan İran bulunuyordu. Selefiliğe karşı politikasını Batı’yla nükleer bir anlaşmayla taçlandıran İran’ın büyüme potansiyeli çok yüksek ekonomisi, genç nüfusu ve diplomasi geleneğinin, bundan sonra Türkiye’nin işini zorlaştıracağını söylemek için kâhin olmaya gerek yok. Aynı politik hedefler ve aktörlerde ısrar, Türkiye’yi bölge ve Ortadoğu’da her zaman İran’ı geriden takip eden reaksiyoner bir siyasetle uğraşır halde tutacaktır ve burada İran’ın, moda deyimle, “oyun kuruculuğu” daha da perçinleşeceği hususunda herkes hemfikir.
Fakat uzun süreden beri temelleri atılan ve hakkını teslim etmek gerekir ki, özellikle Kürtlerle ilgili kısmı AKP’den çok önce, Cumhuriyet tarihiyle yaşıt olan Ortadoğu’ya dair algı ve politikaların başarısızlığı artık saklanmayacak boyutlarda. İran’ın zaten her zaman bütün imkanlarıyla içinde olduğu Ortadoğu siyaset sahnesindeki oyunculuğunun tescili, Türkiye’yi, özellikle Suriye ve Irak’ta beklentilerden daha erken yeni bir politika belirlemeye zorlayabilir. Ki, Irak ve Suriye’de Suudi ve Katar eksenli, para zoruyla işleyen bir politik yapılanmada ittifak ve müttefik peşine düşmek, Türkiye’nin ilerleyen zamanlarda, uzunluğu Hakkari’den Hatay’a kadar olan ama derinliği belirsiz bütün Güney sınır hattının, kendisi arzulamasa da, İran’ın etkisine açık hale getirecektir.
Ortadoğu’daki yeni aktör olarak Kürtlerin yükselişinden ve İran’ın mevcut potansiyellerinden sonra, artık Türkiye’nin, bazen Suriye ve Irak’ı da alarak Kürt kuşağını İran’la birlikte “halletmeye” veya bölgede Nusra ve diğer Selefi örgütleri kontrol ederek (“gerekirse IŞİD’e Süleymanşah Türbesi’ne bir-iki bomba attırırız” vecizesini hatırlayalım!) Kürtleri boğmaya yönelik politikası da işe yaramayacağı kesin. Dahası, bundan sonra, İran’ın Türkiye’yle Ortadoğu’da daha sıkı bir rekabete gireceği de sır değil. Suud ve Katar sponsorlu Suriye ve Rojava politikasının sefaleti ortadayken ve oyundaki aktörler daha da kristalize olurken, Ortadoğu’ya dair daha seri ve bu kez doğru kurgulanmış bir siyasi perspektifin Türkiye’nin kadim korkularıyla yüzleşmenin yanında, kendisi için her daim bir var oluş meselesine indirgediği Kürtlerle barışmanın yolunu açabilir. Bu yeni ve radikal politika değişikliği, Ortadoğu’daki gelişmelerden önce, Türkiye’nin kendi içinde olumlu bir hava yaratacak. Türkiye’nin bölgedeki bütün Kürtlerle barışması, kendi Irak ve Suriye sınırlarından başlayan bir etki ve güven sahası açacağı da muhakkak. Fakat bunu yapmak yerine, mevcutta olduğu gibi kendi Güney sınırındaki Rojava’yı yok sayarak, Suriye ve Ortadoğu’da Suudi ve Katar’dan başlayan stratejinin zayıf olacağı ortada. Rojava’yla iyi ilişki geliştiren ve bunu bütünlüklü ve daha gerçekçi Şam politikasıyla dengeleyen Türkiye’nin epey yol alacağını söyleyebiliriz.
Ama burada, dönüp dolaşıp aynı sorularla karşılaştığımızı bilelim ve bu soruları bütün açıklığıyla soralım: Türkiye Kürtlerle hem kendi içinde hem bütün Güney sınırları boyunca dost olmak istiyor mu? Ya da daha net bir ifadeyle, Türkiye, Rojava ve Suriye’deki bütün anti-Kürt yapıları desteklerken neden Rojava ve Kürtleri desteklemiyor? Kendi güney sınırları boyunca, demokratik, seküler ve bütün dini ve etnik azınlıkların (kırmızı çizgi saydığı Türkmenlerin de içinde yer aldığı) birlikte yaşadığı bir Rojava’yı neden tehlike olarak görüyor?
Başlıktaki hususa gelelim: Türkiye’nin Ortadoğu’daki son ve belki de tek şansı Rojava ve Kürtler! Eğer Türkiye, ani-Kürt politikasının merkezde olduğu mevcut yaklaşımını sürdürürse Ortadoğu’nun genelinde ama özellikle Irak ve Suriye’de kaybetmeye ve İran’a alan açmaya devam edecek.
AKP’ye yakın bazı kalemlerin ima ettiği gibi, Türkiye’nin Kürtlerle ortak çıkarı ve kader birliği, emperyal hedefler yerine demokrasiyi, halkların birlikte yaşamasını, ekonomik ve kültürel ilişkilerin geliştiği bir Ortadoğu amacı taşırsa farklılık yaratabilir. Ama bunun olabilmesi için kuşkusuz, Türkiye’deki kamuoyunun ve devlet politikasının radikal zihniyet değişimine ihtiyaç var. Çünkü başarısızlık ve tarihsel korkularla dolu Ortadoğu ve Suriye politikasının Kürtlerle yeni ve cesur bir sayfa açmasının zamanı çoktan geçiyor. Irak’ta da Rojava’da Türkiye’nin tek ve son şansı Kürtler. Böyle bakıldığında da pek tabii, IŞİD işgalindeyken kimsenin aklına gelmeyen Tel Abyad, Cerablus ve Azaz’daki açık anti-Kürt politika ve gruplara verilen bütün desteğin kesilmesi gerekiyor. Gaziantep ve İstanbul otellerinde toplanıp, “Türkmen ya da İslam ordusu kuruyoruz” diye, Kürtlere nefretle söze başlayan, sahayla en ufak bir bağlantısı olmayan, mafyatik, sahibinin sesi, başarısızlıkları açık kişi ve gruplarla bütün ilişkilerin kesilmesi, Türkiye’nin Rojava’daki yönetimlerle ilişkilerini geliştirmesi demek!
Peki, bütün bunlar kolay ve mümkün görünmediğine göre, bu son ve tek şanstan sonra Türkiye’nin Ortadoğu ve Suriye politikasının geleceğini tahmin etmek kolay olmuyor mu? Bitirelim: Türkiye’nin Ortadoğu politikasındaki değişikliğin birinci durağı Suudlar ve Katar değil, Rojava, Kürtler ve Suriye’dir.