Daha az et ve balık tüketip daha az süt için. Hiçbir talep bundan daha basit veya mantıklı olamazdı. Yapacağımız başkaca hiçbir şeyin, yaşayan gezegen üzerindeki etkimizi azaltacak bu kadar büyük bir gücü olamaz. Bir taraftan da, muhtemelen hiçbir talep böyle şaşırtıcı, yaralayıcı ve şiddetli bir tepki ortaya çıkarmayacaktır. Bu konu “Cowspiracy” filminde hayret verici bir etkiyle karşımıza geldi. Kullanılan tasvirlerin bazılarını sorgulasam da, iddiası (hakkında konuşmak istemediklerimiz) inkâr edilemezdi. Birleşik Devletler’deki Yeşillerin büyük liderleri, besi hayvancılığı konusunda bir soru geldiği zaman, film yapımcılarını sanki bir belaymışlarcasına ya başlarından savıyorlar ya da gülümseyerek kafalarını sallıyorlar. Yetkililer ise, sorular karşısında hayretten susup kalıyorlar.
İklim değişikliği, su kullanımı, ormanların yok edilmesi, nehirlerin kirliliği, seller, denizlerdeki canlı hayatın yok olması: hayvan çiftliklerinin etkisi; şiddetli ve global, pek çok bakımdan yaptığımız diğer şeylerden çok daha büyük. Ama bunu görmek istemiyoruz. Besi hayvancılığı, kültürel ve dinî kimliğimize bağlılığını sürdürüyor, bu nedenle de öyle görünüyor ki, bununla mücadele etmek toplumsal kurumlara saldırıda bulunmak anlamına da geliyor. Kendimizi açık fikirli olarak görmeyi severiz, ancak hepimizin tabuları vardır. Dünyanın en büyük tektanrılı dinleri, göçebe çobanlar arasından çıkmıştır. Yerleşik insanlar, yerel tanrıların sunduğu barınaklara taparken; arazi boyunca hareket eden çobanların Tanrısı genellikle gökyüzünde ikamet ederdi ve kucaklayıcı/kollayıcı ilkelere sahipti. Pastoral dinler, yerleşik insanlar arasında yayılmıştı ve Britanya gibi nemli ve bereketli topraklarda bile, Kabil gibi tarla sürüyor olmamıza rağmen, kendimizi Habil’in mesleğini anlatan çöl öğretilerini tekrarlarken bulduk.
Bin yıldır mal varlığımızı sığırlar üzerinden hesaplıyoruz (bunun dışında menkul kıymetler ve emtia olarak bilinir). Millattan önce 3. yüzyılda, Theokritus’a uzanan bir edebiyat geleneği, çobanı erdemin ve masumiyetin timsali, şehir hayatının çıkarcılığının ve yozlaşmasının mültecisi olarak betimler. İki bin yıl sonra hâlâ bu mecaz neredeyse her gece televizyonda sürüp gitmektedir. Bu derin içeriklerle kendi uhdenizde başa çıkıyorsunuz.
Kerry McCarthy’nin yaklaşımına bakın, İşçi Partisi’nin yeni, muhalif çevre bakanı; kamusal alanda vegan olma cesaretini gösteriyor. Pek çok “ölümcül” günahının arasında bir önergesi de (muhalif bakan olmadan önce) ete, “tütüne davranıldığı şekilde davranılmalı ve kamusal kampanyalarla halkın et yemesi engellenmeli”ydi ve bu konudaki yorumu da –diğer endüstrilerde talep aşıldığında üretim kesilirken– mandıra çiftçileri pazar baskılarından muaf kalıyorlar şeklindeydi. İçmek istediğimizden daha fazla süt üretmek için para alıyorlar. Biraz bu husus üzerinde duralım.
Dört hafta önce, Avrupalı çiftçiler, arz-talep kanununu protesto etmek için Brüksel’de toplandılar. Bazıları polise taş ve şişe atarak, saman balyalarını ateşe vererek ekonomik teorilerini sokaklarda beyan ettiler.
Başka protestocular görüşlerini bu şekilde açıkladıklarında polis tarafından tartaklanıyor, basın tarafından şiddet yanlısı olmakla suçlanıyor ve devlet tesislerinde konaklamakla ödüllendiriliyorlar. Bu durumda, nasıl oluyorsa, Avrupa komisyonu, çiftçilere orayı terk etmeleri ve endüstrilerini yeniden yapılandırmamaları için 500 milyon Avro (370 milyon Pound) veriyor. Bu ödeme, çiftçilerin her yıl müşterek tarım politikası üzerinden aldıkları 55 milyar Avronun üstüne verilmektedir.
Westminster hükümetinde çevre bakanı olmadan önce Liz Truss, piyasa gücünün karşısında hiçbir şeyin duramayacağını söyleyen ve devlet geliriyle geçinenlere en acı reçeteyi yazan Serbest Girişim Grubu’nu kurdu. Fakat geçen ay, Birleşik Krallık’ın yeni bir 26 milyon Poundu Avrupa’ya hibe etmek üzere güvence altına almasıyla böbürleniyordu: “Üye ülkeler arasında üçüncü en büyük [ödenek].” Övünerek diyordu ki, her bir mandıra çiftçisi devletten ortalama olarak 1.800 Pound alabilecek. Bu arada para eşit olarak dağıtılmayacak: Üretilen sütün litresi başına ödenecek. Ne kadar üretirsen o kadar çok alacaksın, tıpkı bütün Avrupa ödenek sisteminin çalışması gibi...
Zengin olanı zengin olduğu için ödüllendirmenin dışında, ödenek sisteminin Liz Truss’ın açık açık söylediği fikirleriyle uyuşan tek bir tarafı yok. Hatta, çevre bakanı olduğu bir yıl boyunca, buna karşı ettiği tek bir lafını bile duymadım. Bu özel tutumun gerekçesi de besi yetiştiriciliğinin temel bir endüstri olması. Biz de gıda stoklarını güvence altına almak için bunu desteklemeliyiz. Ancak buradaki kalıcı sorun üretimdeki yetersizlik değil, fazla. Üretim fazlalığı, toprak tahribatını artırarak gelecekteki gıda stoğumuzu da tehdit ediyor.
İnekler mısırla beslendiği ve mısır ekimi toprağa daha çok zarar verdiği için, mandıracılık diğer sektörlerden daha kötü bir etkiye sahip.
Birkaç gün önce tesadüfen, bedelini ödemekte olduğumuz şeyin sonuçlarından biriyle karşılaştım.
Niyetim, Blackdown Hills’ten Devon’a akan Culm Nehri kıyısında bir gün geçirmekti. Dere taşemenlerini, sazanları, vahşi alabalıklar ve yayın balıklarını destekleyen bir yaban-hayat cenneti olmasını bekliyordum. Bölgedeki bir ilköğretim okulu, somon popülasyonunu yeniden canlandırmaya yardımcı olmak için kuluçkalama yapıyor ve balıkları yeniden suya salıyordu.
Nehir, kesinlikle burnum üzerinde bir etki yaptı. 50 metre öteden kokusunu alabiliyordum. Kıyıya vardığımda, bir çiftliğin lağımından çok daha fazlasını gördüm. Leş gibi inek gübresi kokuyordu. Nehir yatağı, gelişmiş tüylü “lağım mantarları”yla kaplıydı. İsim yanıltmasın: Aslında bunlar bakteri kolonileri.
(Oradan çektiğim bir resim)
Bir uzmanın dediğine göre, nehir ekolojisinde lağım mantarı bu şekilde ipliksi bir hal alırsa; bu, kirliliğin ciddi ve kronik olduğu anlamına geliyormuş.
Bu yüzden planlarımı değiştirdim ve kirliliğin kaynağına bakmaya gittim. Çünkü lağım mantarı, yukarı doğru yürüdükçe birden ortadan kayboldu. Bu nedenle de asıl kaynağın izini sürmek kolay olmadı. İnekten gelen çamuru nehre boşaltan bu boruyu buldum.
(Berrak nehir suyuna karışan çamur)
Atık borusu, nehrin üzerindeki bir tepede kurulu olan mandıradan geliyordu.
Bakmaya gittim. Resimde, mandıra çiftliğinin iki kapalı alanından biri görülüyor.
(Çiftliğin sığır sürülerinin gübresinden gelen ilk çamur gölü)
Bu göl, ikinci bir göle boşalıyor.
İkinci gölün aşağısında, kırık bir borunun bağlandığı suyolunu buldum. Borunun içinden devamlı, leş gibi kokan sıvı gübre akıyordu.
Bu kokulu gübre, araziden dışarıya akıp giden, çamurdan kalınlaşmış bir dereye sızıyordu.
Koku o kadar kötüydü ki neredeyse kusacaktım. Dereyi, bulduğum bir boru boyunca takip edip, nehre döküldüğü yere geldim.
Hava ben gelmeden birkaç gün öncesinden beridir kuruydu. Nemli bir zamanda nasıl olduğunu düşünemiyorum bile.
Tahribatı bildirmek için Çevre Komisyonu’nu aradım. Müfettişler çiftliği üç gün sonra ziyaret ettiler.
Daha sonra çiftçiyi aradım ama bana bu konuyu benimle konuşmayacağını ve durumun beni ilgilendirmediğini söyledi. Soru sormaya çalıştığımda ise cevaplamayı reddetti.
Çevre Komisyonu’nun bana söylediği, “durumu ciddiye aldıkları” ve ziyaretleri sırasında yaptıkları araştırmanın sonucuna göre ne yapacaklarına karar verecekleriydi. Dediklerine göre, çamurun hendekteki bir göle boşalmasına ve oradan da bir boruyla nehre dökülmesine izin vermek yasalara aykırıymış.
Kronikleşmiş aşırı su tüketimimizin sonucu olarak ülkemizdeki nehirlerin durumu vahametini sürdürürken; bütün sektörlerde ciddi ve alt düzey kirlilik olaylarında gerileme gözleniyor; biri hariç: O da besi yetiştiriciliği. Orada yükseliyor.
Besi yetiştiriciliği şu anda açık ara farkla ülkemizdeki ciddi su kirliliğinin en önemli nedeni. Hepsinin içinde de mandıracılık pek çok sayıda önemli vakanın mesulü.
Besi yetiştiriciliği son yıllarda büyük ölçekte artış gösterdi, bu nedenle de eğer bir şey yanlış gidiyorsa, gerçekten ciddi anlamda yanlış gidiyor.
Böyle bir olay başka bir sektörde yapılsaydı, buna nasıl bir tepki vereceğimizi düşünün. Eğer Culm gibi nehirler fabrikalar tarafından toksik lağım atıklarıyla sürekli mahvedilseydi, bir ses yükselirdi. Ama, “Cowspiracy” filminin de gösterdiği gibi, en büyük problem bunu görmek istemememiz.
Böyle bir felaketin engellenmesini sağlamak bir tarafa, Liz Truss, endüstri üzerindeki hükümet denetimini kaldırıyor. “Yeşillendirme ihtiyaçlarındaki revizyona ek olarak daha basit ve daha seyrek denetimler” gerektiğini söylüyor. “2010’dan bu yana yılda 10.000 gereksiz mandıra denetimine son verdiklerini” açık açık söylüyor. Gereksiz olarak gördüğü de benim doğal yaşamın savunulması için gerekli gördüğüm temel koruma.
Çevre Komisyonu, pek çok büyük kesinti sonrasında, artık nehirleri kontrol etmek için yeterli personele sahip değil. Bundan sonra, komisyonun uzmanlığını da kaybetmiş haldeyken, kirliliği haber vermek size ve bana kalmış. Ama yine de bir nehir kokmaya başlarsa ya da içine pislik karıştığını görürseniz, komisyona haber verin.
En önemlisi de, tükettiklerimizle bu sonuçlar silsilesinin tepesine biz kurulmuş durumdayız. Gerçek şu ki, gereğinden fazla tüketim nedeniyle, mandıracılık üzerindeki etkimiz olması gerekenden daha zayıf. Yine de, yalnızca hayvansal ürünleri tüketmeyi azaltarak bile bir fark yaratabiliriz. Böylece fazla kilolarınıza da bir iyilik yapmış olursunuz.
Dünyayı hızla ve kolayca değiştirmek için kazandığımız bu şansı kucaklamayacak mıyız?
İngilizceden çeviren: Belce Ünüvar