Sermaye Olarak Kavramlar

 

                                                                                                                          “Önce söz vardı.

                                                                                Söz Tanrı’yla birlikteydi ve Söz Tanrı’ydı.”

                                                                                                                            (Yuhanna, 1:1)

 

Kavramlar olmaksızın kendini ifade etmek mümkün değil. Kavramlar, özellikle spesifikleş(tiril)en kavramlar, bir şeyi uzun uzadıya anlatmak yerine, kısa ve öz olarak anlatmayı sağlayan araçlardır. Kavrama ihtiyaç duyarız, çünkü somut gerçekliğe, bütün zenginliği ve çeşitliliği içinde, doğrudan temas etmemiz, onu doğrudan algılamamız mümkün değildir. Kavram böylece, somut gerçekliğin “ikinci en iyi” özeti gibidir(1). “İslâmcı Modernistleri” ağır eleştiri toplarına tutmakla tanınan Ebubekir Sifil, moderniteyi eleştirdiği ve ona alternatif önerdiği “Kavramların Gücü” adlı yazısında, “modernitenin bugünkü zahirî başarısını ‘kavramsallşatırma’ maharetine borçlu olduğunu” ifade eder (vurgu bana ait). Sifil “kavramların gücü” ile ilgili olarak şöyle der:

“Herhangi bir paradigmanın hakimiyetini tesis etmesi de, başka bir paradigmaya teslim etmesi de aslında kavramlar temelinde yürütülen bir faaliyetin/mücadelenin sonucunu işaret eder. Kavramlarını kabul ettirebilen paradigma, düşüncenin parametrelerini belirlemiş olmakla kendi bakış açısını yerleştirir ve mücadeleyi kazanır; tersi durumda da bir kenara bırakılmakla yüz yüze kalır.”(2)

Peki “kavramlar” gerçekten bu kadar belirleyici ve güçlü mü? Sifil’in bahsettiği, ilk etapta “kavramların gücü” olarak anlaşılabilir. Ancak derinlemesine bakıldığında, durumun böyle olmadığı söylenebilir. Nitekim ben, bir paradigmanın hakimiyetini tesis etmesinin kullandığı “kavramların gücü”nden öte, bu kavramlardan bağımsız olarak sahip olduğu gücün (siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel, medyatik, teknolojik, vs.) daha belirleyici olduğu kanaatindeyim. Elbette Sifil’i bu konuda tenkit etme niyetinde değilim ve bu dediklerim kavramların hiçbir rolünün olmadığı anlamını taşımıyor.

                                                        ***

Yukarıda kavramların, anlatılmak isteneni kısa ve öz olarak anlatmayı sağlayan araçlar ve somut gerçekliğin “ikinci en iyi” özeti gibi olduğu belirtildi. Tabii bu, E. B. Condillac’ın savunduğu gibi kavramlar ile karşıladıkları nesneler arasında bir uyumun mevcut olması ile mümkündür(3). Her nesne bir kavramın tevellüdüne neden olurken, her kavram da bir nesneye işaret eder. İşte bu ilişki “uyumlu” olduğu sürece anlamlıdır. Örneğin teokrasi denildiği zaman, kabaca Tanrının hakimiyetine ve iradesine dayalı bir yönetim biçimi kastedilir, demokrasi denilince de halkın hakimiyetine ve iradesine dayalı bir yönetim biçimi anlaşılır. Başka kavramlar için de genelleştirebileceğimiz bu karşılıklı ilişki ve uyumluluk hali, aslında kavramsallaştırma denilen meseleyi önümüze getiriyor. Kavramsallaştırma meselesi de toplumun her tabakası için aynı boyut ve önemde bir sorunsallığa sahip değil. Normal, sıradan, kendi halinde ve “avam” denilen halk tabakası için kavramsallaştırma ve kavramlar, belki de hiçbir önem taşımıyor. Zira spesifik kavramlar, bu tabaka için herhangi bir işlevselliğe sahip değildir. Fakat düşünce ve bilim insanları ile entelektüel/aydın kesim denilen “havas” tabakası için kavramsallaştırma ve kavramlar, hem düşünmede hem de düşüncelerini ifade etmede en büyük sermayedir. Bu ikinci tabaka için özellikle bazı spesifik kavramlar söz konusu olduğunda, bu sermaye daha da önemli bir hal alıyor. Spesifik kavramlardan kastedilen belli sayıdaki birkaç kavram değil, gündelikleşmemiş, sıradanlaşmamış, Weberyen anlamda büyüsü bozulmamış kavramlardır. İşte bu yazıda bu spesifik kavramların spesifik kullanıcılarına, yani “havas” dediğimiz tabakaya gayri maddi anlamda bir sermaye sağladığı tartışılacak. Bu da spesifik kavramların işlevselleştirildiği kabulü üzerinden yapılacak.

Öncelikle yazıda “sermaye” kavramından kastedilenin sadece ekonomik anlamda bir sermaye türü olmadığını belirtmek gerekir. Böyle bir sermaye türünden öte, söz konusu olan bilgi birikimini içinde barındıran bir “entelektüel sermaye” ya da daha çok Bourdieu’nün ifadesi ile simgesel sermayedir(4). Yani bu, maddi olarak bir kazanç sağlama anlamında değil de, bahse konu olan spesifik kavramların, gayri maddi olarak bizzat kendilerini “üreten/icat eden” şahıslara mal edilmesi anlamında bir sermayedir. Bu da yukarıda kısaca değindiğimiz gibi, bilhassa düşünce ve bilim insanları ile entelektüel/aydın kesim denilen havas (ya da başka bir spesifik kavram ile aristokrasi) tabakası için söz konusu olmaktadır. Nitekim bu tabakanın sınırlarına dahil olan insanlar arasında zuhur eden çatışma ve kavganın, temelde “kavram çatışması/kavgası” olduğu düşüncesindeyim. Zira bu insanlar arasındaki karşılıklı betimlemeler, şerh koymalar, eleştiri ve yermeler (hakaretleri de sayabiliriz) genel olarak kavramlar ve kavramlara getirilen açıklamalar üzerinden cereyan etmektedir.

Örneğin, kimi düşünce ve bilim insanları ile aydınlar/entelektüeller 1970’lerden günümüze dek uzanan zaman zarfını sosyal, siyasal, sanatsal, kültürel, ekonomik alanlarda ortaya çıkan değişim ve dönüşümlerden ötürü “postmodernizm” kavramı ile ifade etmektedir. Ancak kimisi buna karşı çıkarak (Habermas) söz konusu süreci “tamamlanmamış bir proje” kavramı ile, kimisi de (Giddens) “radikal modernlik” kavramı ile tarif etmekte ve tartışmaktadır(5). Düşün ve bilim dünyasında sürekli yaşanan (aslında bu dünyanın temeli olan) bu tür tartışmalarda kavram üretimi/kavramsal üretim (bu da spesifik bir kavram), gerek karşıtlık gerekse benzerlik/aynılık üzerinden olsun, süreklilik kazanan bir hal almaktadır. Mesela yine  “postmodernizm” kavramı ile devam edersek, bu kavramdan esinlenerek “post” ön ekli birçok kavramın (t)üretilmesinin de aynı durumu imlediği söylenebilir: post-kolonyalizm, post-İslâmizm, post-Siyonizm, post-muhafazakârlık, post-Marksizm, post-faşizm, post-demokrasi, post-yapısalcılık, vesaire gibi. Aynı akıbete “neo” ön ekinin de uğra(tıl)dığını söylemek mümkün.

Kavramlar üzerinden yapılan tartışmalar, eleştiriler, kavga ve yermeler kendini haklılaştırma ve ispatlama arzu, istek ve hevesine dayandığı ve bunun üzerinden ilgili alanda muktedir ve otoriter olma çabası güdüldüğü söylense, abartı sayılmaz. Spesifik kavramlarını kuşanıp gelen “havas/aristokrasi” tabakasındaki insanlar, bu muharebe meydanında birbirlerine karşı kuşandıkları o “kavramları” çekiveriyorlar. Kimin kavramı daha “keskin” ise o daha öne çıkabiliyor ve zamanla bu, o kavramın “sahibi” için bir sermaye olabiliyor. Aslında o kişi, kendisi için bir sermaye olsun diye o spesifik kavramları üretmektedir. Nitekim her biri “icat” ettiği kavram(lar) ile ün salıp tanınıyor ve “itibar” sahibi oluyor. Belli düşünce ve bilim insanları ile aydın ve entelektüellerin spesifik kavramlarla tanınması ve akla gelmesi, bu spesifik kavramların gayri maddi olarak “mülkiyet” bağlamında o şahıslara mal edilmesinden bağımsız değildir. Bilakis bu, kavramların sermaye olarak kullanımının merkezinde yer almaktadır. Bu durum, lisan-i hal ile “Bu kavram, falan düşünce ve bilim insanın ya da aydın ve entelektüelin malıdır,” demeye tekabül etmektedir. Zaten gündelik yaşamda da “Falan kavram filanca kişiye ‘mal’ olmuş,” denilmiyor mu?

Örneğin “oryantalizm” kavramının adı geçtiğinde ya da duyduğumuzda ilk olarak hemen herkesin aklına Edward Said’in gelmesi kaçınılmazdır herhalde. Aynı şekilde “yabancılaşma” denildiğinde Karl Marx, “kolektif bilinç” denildiğinde E. Durkheim, “cemaat/cemiyet” denildiğinde Ferdinand Tönnies, “rasyonalizasyon” denildiğinde Max Weber, “etnometodoloji” denildiğinde Harold Garfinkel, “fenomenoloji” denildiğinde Edmund Husserl, “hermenötik” denildiğinde Hans-Georg Gadamer, “hegemonya” denildiğinde Antonio Gramsci, “poliarşi” denildiğinde Robert Dahl, “habitus” denildiğinde Pierre Bourdieu, “iletişimsel akıl” denildiğinde ise Habermas birçoğumuzun aklına gelebilmektedir. Ya da aksine, bu şahısları mevzubahis spesifik kavramlar ile hatırlar, anar, tanır, onaylar ya da eleştiririz. Bu, özdeşleş(tir)mekten öte, mal etmeyle ilgili bir durumdur. Spesifik kavramlar ilk “üreticileri/mucitleri” için bir “doğal sermaye” sunarken, sonraki kullanıcıları ise onları bilinçli bir şekilde “sermaye” olmakla muvazzaf kılarlar. Bu konuda sarf edilen kavramlarla zenginleştirme ifadesi boşuna olmasa gerektir. Sonraki kullanıcılar, güç ve otoriteden bağımsız olmayan bu durumda, bu “zenginleştirme” için spesifik kavramları revize etme,  onlara ekleme yapıp çıkarma veya onlardan yeni kavramları (t)üretme inisiyatifini de kendilerinde bulabiliyorlar. Buradan kavramların her ne kadar ilk kullanıcılarının mülkiyetinden çıktığı anlamını çıkarmak olası görünse de, bu kesinlikle öyle kolay yapılacak bir şey değildir. Zira kavram yatırımcıları da diyebileceğimiz sonraki kullanıcılar, o kavramlara “kamulaştırma” hesabıyla el atmıyorlar. Bilakis, bir dipnot ritüeli ile sürekli ilk kullanıcılara atıfta bulunur, bu ritüel ile kavramların onların malı ve tekelinde olduğu pozisyonunu pekiştirir, ilk kullanıcıları böyle bir miras bıraktıkları için minnet” ile anarlar.

Spesifik kavramlar genellikle ilk istimal edildiği hallerini koruyamayıp ciddi bir değişim ve dönüşüm geçirebiliyorlar. Aslında bu, kendiliğinden olan bir değişim ve dönüşüm değil. Yukarıda denildiği gibi bu değişim ve dönüşüm, daha çok sonraki kullanıcıların eliyle oluveriyor. Nitekim değişim ve dönüşüm, zamana ve mekâna bağlı olarak önemli bir sermaye sağlayabileceği gibi, sermaye sağlayacağı düşünüldüğünde de kavramlar, değişim ve dönüşüme tabi tutulabilir. Bu, dilin esnek olmasının bir neticesi olarak yorumlanmamalı. Dilin esnekliği bunun nedeni olmaktan ziyade, sadece buna imkân veriyor ve kavram yatırımcıları da bundan istifade edebiliyorlar. Örneğin zevk ve iştahla homo ile başlayıp kullanılan (üretilerek kullanılan) birçok kavramla karşılaşabiliyoruz: Homo erectus, homo ludens, homo faber, homo sapiens, homo economicus gibi. Bunların hemen hepsi belli bir zamana ve mekâna gönderme yapıyor ve bazen sadece kavram olmakla sınırlı kalmayıp eser ismi olarak da sermaye sağlayabiliyor. Birçok spesifik kavramın “sahibi” olan Pierre Bourdieu’nün Homo Academicus kitabı ile Giorgio Agamben’in Homo Sacer adlı eseri bahse konu olan duruma örnek verilebilir. Ek olarak İslâmcıların gelenekçi kanadından önemli bir isim olan İranlı Seyyid Hüseyin Nasr’ın okuyucusuna Homo İslamicus kavramını bellettiğini de hatırlatmakta fayda var(6). Spesifikleş(tiril)en kavramlar aracılığı ile ve bu kavramların sağladığı sermaye üzerinden eserlerin yazılmasına Michel Foucault’nun Doğruyu Söylemek eseri örnek verilebilir. Foucault’nun bu eseri, baştan sona kadar kendisinin Yunanca karşılığı olan parrhesia kavramı üzerine ve bu kavramın araçsallaştırılması ile yazılmış bir eserdir. Denilebilir ki Foucault’nun bu eserinde kullandığı yegâne sermayesi parrhesia kavramıdır(7).

Hem var olan kavramları hem de mevcut kavramlardan yeni kavramlar (t)üreterek çok güzel bir biçimde sermayeye dönüştüren bir ismin de Jean Baudrillard olduğunu düşünüyorum. Mesela Kötülüğün Şeffaflığı adlı kitabında âdeta kavramlarla “hokkabazlık” yapıyor Baudrillard. Bilhassa kullandığı ön eklerle bazı cümleleri tamamen spesifik kavramlar üzerine inşa ediyor. Örneğin mezkûr eserinin 128. sayfasında Baudrillard, bizzat sermaye olarak kullanılmaya çok elverişli olan ve çok harcanan “ötekilik” durumundan bahsettiği bir cümlede, “dramatik” kavramı üzerinden dört ayrı kavram kullanıyor: Psikodramatik, sosyodramatik, semiyodramatik ve melodtramatik. Yine aynı eserinde “trans” ön ekini birçok alana uygulamakta ve bu ön ek ile başlayan üç ayrı bölüm yer almaktadır: Trans-estetik, trans-seksüel ve trans-ekonomik. Bunlara ek olma bağlamında kitabın 84. sayfasında kullanılan trans-politika kavramı da zikredilebilir. Ayrıca eserde birçok teknolojik -özellikle “sanal” kavramı gibi- ve tıbbi -metastaz, homeostazi, viral gibi- kavram da sermaye olarak işlev görmektedir(8).

Çok fazla sayıda spesifik kavramın kullanılması da -elbette niteliğine bağlı kalarak- kişiyi bir statüye, “çok bilen” statüsüne oturtabiliyor. “Çok bilmek” meselesinin spesifik kavramlarla ilişkisi iç içe olan bir ilişkidir. Spesifik kavramların sarf edilmesi ile “çok bilen” statüsü elde edilebileceği gibi, bu statüde olmak da spesifik kavramları sarf etmeyi zorunlu kılabiliyor ya da bu konuda “itici güç” olabiliyor. Aynı şekilde kendini ispatlama psikolojisi bağlamında “kavram hastalığı”na da duçar olunabiliniyor. Örneğin bir önceki Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun başbakan olduktan çok kısa bir süre sonra, 20 Ekim 2014 tarihli ‘Yükseköğretim Akademik Arşiv Projesi Tanıtım Toplantısı’nde yaptığı konuşması, orada kullandığı spesifik kavramlarla -ontolojik, varoluşsal, epistemolojik vb.- akıllarda kaldı. Siyaset sahnesinde birçok liderin birer “politik stand-upçı” edasıyla espritüel söylemler sarf ettiklerini duyduk ancak “akademik kavramlar” da denilen spesifik kavramlar merkezli bir retoriğe sahip siyasetçi, bu sahnede nadir görülen şahıslardır. Onlardan biri olan Davutoğlu’nun da bu spesifik kavramlar üzerinden akademik kimliğini sergilemeye koyulduğu, entelektüel ve bilme seviyesini ve bu seviye üzerinden üstlendiği göreve layık olduğunu göstermeye çalıştığı söylenebilir. Kullanışlı olmalarına bağlı olarak çok sayıda spesifik kavramın istimal edilmelerinin yanında, çok kullanılan, tartışılan, konuşulan, yazılıp çizilen, güncelleşen/popülerleşen kavramların da sermaye olarak kullanılmaları söz konusu olabiliyor. Örneğin Tanıl Bora'nın Birikim Haftalık’taki köşesinde ciddi anlamda güncelleşen/popülerleşen kavramları ele aldığını, etimolojisinden tarihsel mazisine, farklı disiplinlerde ve gündelik hayatta kullanılmasına kadar birçok boyutta açıklamaya çalıştığını görüyoruz. Öncelikle, Bora'nın yazılarında güncel/popüler kavramları değerlendirmeye tabi tutmasının, onun popülist olduğu anlamı taşımadığını ifade etmek gerekir. Ancak söz konusu güncel/popüler kavramların Bora'ya yazım işinde önemli bir sermaye sunduğu muhakkak(9).

Sonuç olarak spesifik kavramlar havas/aristokrasi tabakası adına önemli bir sermaye işlevi görebilmektedir. Bu işlev de kavramlara genellikle belli bir amaç, hesap, kaygı ve niyetle yüklenmektedir: Entelektüel olma düzeyinin ve bilmenin göstergesi, belli bir disiplinde/alanda popüler ve otoriter olma istenci ve hesabı, “temiz” bir niyetle belli bir disiplinin/alanın kavramlar dizgesine katkı sunma arzusu vb. Yakından bakıldığında spesifik kavramlar hangi amaç, niyet, kaygı ve hesap ile kullanılırsa kullanılsın, hepsinin sermaye işlevi gördüğünü söylemek mümkündür. Gerek bilinçli gerekse bilinçsiz kullanılmaları, bu sermaye sağlama işlevini değiştirmez. Ancak yine de ifade etmek gerekir ki, çoğu kullanım bilinçli ve iradi bir pratiğin sonucudur. Özellikle bazı spesifik kavramların düşünce ve bilim dünyasında yer alan bazı şahıslar ile bazı entelektüel/aydın kişilere “mal” edilmesi veya onların bu kavramları kendilerine mal etmeleri, kavramların sermaye işlevini görme boyutunu gösteren en somut alandır. Yukarıda kısaca değinmeye çalıştığımız çerçeveye ek olarak kavramların sözlükleştirilmesi de (Sosyoloji Kavramları Sözlüğü, Felsefe Kavramları Sözlüğü, Marksist Kavramlar Sözlüğü gibi) sermaye boyutu minvalinde değerlendirmeye aday bir mevzudur. Bahse konu olan bütün bu değerlendirmeler, spesifik kavramların düşünce ve bilim insanları ile entelektüel ve aydınlara, ilgilendikleri alan veya disiplin içinde varlıklarını sürdürmelerini sağlama ve “konuşma hakkına” sahip olma fonksiyonunu yerine getirmeleri anlamında sermaye sağladığı tezini savunma ile ilgilidir. Not edilmesi gerekli bir diğer önemli nokta da, elverişli ve işlevsel olmalarına bağlı olarak gündelik yaşamda kullanılan kavramlar, yeniden anlamlandırılarak spesifikleşebilir; diğer bir ifadeyle sermayeleşebilir.

Spesifik kavramların entelektüel bağlamda gerek ilk gerekse sonraki kullanıcıları için bir sermaye işlevini haiz olduğu ve daha çok gayri maddi “iktisadi” boyutunun bahse konu edildiği bu çalışmadaki tartışmanın, kesinlikle zihinlerde “iktisadi” indirgemeci bir anlayışla yapıldığı yanılgısına neden olmamalı. Tartışılan, sadece kavramların bir boyutudur. Yoksa bu boyutla birlikte kavramlar sosyolojisi (sosyoloji kavramları değil), kavramlar politikası  (politik kavramlar değil), kavramlar psikolojisi (psikoloji kavramları değil) gibi birçok boyut ile bütün bu boyutlarla ilintili olan kavramların “meşrulaştırma aygıtı” boyutu da mevcuttur.


Kaynakça

(1) Hakan Yılmaz, Kavramsallaştırma, Açıklama ve Yorumlama, yer ve tarih yok.

(2) Ebubekir Sifil, Kavramların Gücü, 13 Temmuz 2002 (ulaşım adresi: https://ebubekirsifil.com/gazete-yazilari/kavramlarin-gucu/. Ulaşım tarihi: 15 Eylül 2016).

(3) Oskar Ewald, Fransız Aydınlanma Felsefesi, çev. Gürsel Aytaç, Ankara: Doğu-Batı, 2010.

(4) Pierre Bourdieu’nün “simgesel sermaye” ifadesi, ağırlık merkezinde kültür olan bir ifadedir. Spesifik kavramları iyi bilmek ve onlara vâkıf olmak, “bilgili olma” ile eşdeğerde kullanılan “kültürlü olma” fenomeni ile de bağıntılı bir durum olduğunu ve bizzat bunun da simgesel sermaye sağladığını söylemek mümkündür. “Simgesel sermaye” için bkz. Pierre Bourdieu, Pratik Nedenler, çev. Hülya Uğur Tanrıöver, İstanbul: Hil, 2015. Ayrıca Bourdieu üzerine kaleme alınmış önemli bir çalışma için bkz. David Swartz, Kültür ve İktidar: Pierre Bourdieu’nün Sosyolojisi, çev. Elçin Gen, İstanbul: İletişim, 2011.

(5) Postmodernizm-modernizm tartışması için bkz. David Harvey, Postmodernliğin Durumu, çev. Sungur Savran, İstanbul: Metis, 2006; Mike Featherstone, Postmodernizm ve Tüketim Toplumu, çev. Mehmet Küçük, İstanbul: Ayrıntı, 2013; J. F. Lyotard, Postmodern Durum, çev. Ahmet Çiğdem, Ankara: Vadi, 1997. Giddens’ın “modernlikten postmodernliğe geçiş” düşüncesine karşı çıkışı için bkz. Anthony Giddens, Modernliğin Sonuçları, çev. Ersin Kuşdil, İstanbul: Ayrıntı, 2012. Habermas’ın “modernite-tamamlanmamış bir proje” değerlendirmesi için bkz. Jürgen Habermas, “Modernity versus Postmodernity”, New German Critique, sayı 22, Kış 1981, s. 3-14. Ayrıca Habermas’ın modernlik savunusu için bkz. Ahmet Çiğdem, Bir İmkân Olarak Modernite: Weber ve Habermas, İstanbul: İletişim, 2015; Alex Callinicos, Postmodernizme Hayır: Marksist Bir Eleştiri, çev. Şebnem Pala, Ankara: Ayraç Yayınları, 2001.

(6) Pierre Bourdieu, Homo Academicus, Standford & California: Standford University Press, 1988. Giorgio Agamben’in Homo Sacer’i için bkz. Kutsal İnsan, çev. İsmail Türkmen, İstanbul, Ayrıntı, 2013; Seyyid Hüseyin Nasr’ın Homo İslamcus’u için bkz. Modern Dünyada Geleneksel İslam, çev. Sara Büyükduru, İstanbul: İnsan, 2012. MÜSİAD da hazırladığı bir rapor üzerinden üyelerini Homo İslamicus olarak tanımlar. Bu konuda bkz. Menderes Çınar, Yükselen Değerlerin İşadamı Cephesi: MÜSİAD, Birikim,  sayı 95, Mart 1997.

(7) Michel Foucault, Doğruyu Söylemek, çev. Kerem Eksen, İstanbul: Ayrıntı, 2012.

(8) Jean Baudrillard, Kötülüğün Şeffaflığı, çev. Işık Ergüden, İstanbul: Ayrıntı, 2016.

(9) Tanıl Bora’nın Birikim Haftalık’taki köşesinde güncel/popüler kavramlar üzerinden kaleme aldığı birkaç yazı için bkz. “Güruh” (03.02.2016), “Dokunmazlıklar” (27.04.2016), “Şampiyon” (25.05.2016), “Nezaket” (20.07.2016), “Olağanüstü” (03.08.2016), “Paralel” (17.08.2016).