Demokrasi ve Tütün Kontrolü

 

Adolf Hitler’in tütün salgınını önleme konusunda etkili ve “gözüpek” uygulamaları düşünüldüğünde “başarılı” bir tütün kontrolü mücadelesinin otoriter bir yönetimin işareti sayılabileceği ya da -daha doğru bir ifadeyle- faşizan yönetimlerin tütün kontrolü alanında “başarılı” icraatlar sergileyebileceği iddia edilebilir. Peki ama bunun tersi de mümkün olabilir mi? Örneğin Türkiye deneyimi, söz konusu iddianın tersi konusunda kimi veriler sunabilir mi?

Hatırlanırsa bir zamanlar mevcut siyasi iktidarın çok söz ettiği, övündüğü ve hatta dünyadan da pek çok ödül aldığı alan tütün kontrolüydü. Yakın zaman öncesine kadar Dünya Sağlık Örgütü başta olmak üzere küresel pek çok örgüt Türkiye’nin bu alandaki başarısını övüyorlardı. Uzun sözün kısası herkesin gözü bizim üzerimizdeydi...

Milat Olarak 2011

Aslında Türkiye’nin tütün kontrolünde övgüler ve ödüller aldığı dönem ülke demokrasisinin “vesayet rejimi” karşısında güçlendiği ve Avrupa Birliği’ne girmek için demokratik reformların yapıldığı döneme karşılık gelmektedir. Gerçekten de o dönemde mevcut siyasi iktidar, günümüzdekinin aksine hükümet uzantısı olmayan sivil toplum örgütleri ile de temas kuruyor, başarıya ulaşmak için onların bilgi ve deneyimlerinden yararlanıyor ve bugün ile kıyaslanamayacak biçimde sorunlara birlikte çözümler arıyordu. İşte 2008-2012 dönemine ait Ulusal Tütün Kontrol Eylem Programı bu yaklaşımın sonunda şekillendi ve bu program 2008-2011 döneminde tütün üretimini %23 oranında azalttı. Hiç kuşkusuz bu azalma, binlerce insanın tütün ürünü kullanımı nedeniyle ölmemesi ve sakat kalmaması anlamına geliyordu...

Aslında ülke genelinde tütün kontrolüne benzer biçimde çeşitli alanlarda yaşanan benzer başarılar eşliğinde 12 Haziran 2011’de XXIV. Dönem Milletvekili Genel Seçimini gerçekleştirildi. Bu seçimde Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) oy oranını %35’ten (2002) %50’ye çıkarttı. Aslında AKP açısından 2011 seçimleri sadece nicelik olarak değil, nitelik olarak da hükümet olmanın ötesine geçerek devlet aygıtına egemen olmasının perçinlendiği bir tarihsel momentuma karşılık gelmektedir. Kuşkusuz 2011’de hegemonik konuma ulaşmasının ardında 12 Eylül 2010 Anayasa Değişikliği Halkoylaması’nda ulaşılan %58’lik başarının da epey etkisi vardır. Ama gerekçe(ler) ne olursa olsun 2011 genel seçimi, AKP’nin bu topraklarda iktidar ve muktedir olduğunu “Melbourne’den Toronto’ya kadar beş kıtadaki” insanlara kanıtladı; “balkon konuşması”nın aksine hemen tüm özgürlükleri gasp etme pahasına... Aslında Freedom House’ın Özgürlük Endeksi*, 2005’den bu yana sivil özgürlüklerin baş aşağı gittiğini, ancak 2011 yılının hem özgürlük hem de hak kayıplarının gör(e)meyen gözler için bile olanı biteni görünür hale geldiğine işaret ediyordu sadece.

Kuşkusuz tütün kontrolü uygulamaları da bu olumsuz değişimden payını aldı: öyle ya demokrasi–otokrasi yönelimi, bir bütün olarak devlet aygıtının her bir köşesinde ete kemiğe bürünen bir durumdu. Değişen siyasi tutum nedeniyle tütün kontrolü hakkında yetkin ve kapasiteli örgütler ve tütün kontrolcülerin “öteki” oldukları için mücadeleden uzak tutulması gerekiyordu -tıpkı yüzde 50’nin eve dahil “beriki” olmadığının ifade edildiği gibi. Bu dönemde tütün kontrolü alanındaki başarının tersine döndüğüne yönelik önemli işaretler yok sayıldı. Kerameti doğruyu söylemek yerine egemenin duymak istediklerini söylemekten menkul insanlar muteber addedildi, onların sözleri hakikat sayıldı -tıpkı Yiğit Bulut örneğinde olduğu gibi. Hatta gerçekleştirilen kimi araştırma sonuçları bile toplumdan ve dahası bilim insanlarından saklandı. Siyasi iktidar görülmezse, duyulmazsa gerçeklerin değişeceğini zannediyordu -ya da ilelebet gerçeği saklayabileceğini. Oysa köşe bucak herkesten saklanan (ama sonunda faş olan) Küresel Gençlik Tütün Araştırması, sarih biçimde çarpıtılmaya ve gizlenmeye çalışılan açık hakikati gösteriyordu: Türkiye her geçen gün kötüye gidiyordu; tütün salgını zaman içerisinde -hem de geleceğimiz olan gençler üzerinde- inanılmaz biçimde artmıştı...

Elbette bu veri ile uyumlu olacak biçimde Türkiye’de tütün ürünlerinin üretiminde de benzer bir “patlama” yaşanmıştı: hem de nargilelik tütünde %5646, puro–sigarilloda %1696, sarmalık kıyılmış tütünde %357 ve kıyılmış tütünde %288 gibi inanılmaz artış oranlarına ulaşarak..

Zaman geçip 2016’ya gelindiğinde ise Türkiye tütün kontrolü açısından “içeride” ve “dışarıda” ölüm saçan bir ülkeye dönüşmüş, bu dönüşümün yansıması olarak toplam sigara üretimi 120, iç satış ise 100 milyar adet “psikolojik sınırı” aşmış ve tütün kontrolü alanındaki kazanımların pek çoğu yitirilmişti. Ne acı ki varılan yer, ölümleri önlemek için yola çıkılan yerdi; on yılda dönüp dolaşıp başlanılan yere gelinmişti...

Garip ama tütün kontrolü alanında savrulmanın yaşandığı zamanlarda, Express dergisi 129. sayısında (Haziran 2012), mevcut siyasi iktidarın “Neo-Kemalist” ya da “yeşil Kemalist” olarak adlandırıldığını yazıyordu: Anlaşılan “Yeni Türkiye”, sadece tütün kontrolü alanında değil, hayatın her bir noktasında çok bilindik eski kodlara rücu etmişti. Hâsılı kelam, Türkiye’de 2007-2016 yılları arasında olup biten pek çok şey, “Nüfus Başına Tütün Kullanımı” grafiğinin trendi ile (de) uyumluydu. Elbette bu uyumluluk, tütün kullanımının belirleyici olması nedeniyle değildi. Aksine -arabayı atın önüne koşmadan ifade edersek- Türkiye’nin zaman içerisinde değişen göreli “demokrasi ve özgürlük ufku” tütün kontrolünü de doğrudan belirliyordu. Türkiye deneyimi, özgürlük ve haklar alanında gelişme olmadan tütün kontrolünün de olamayacağını, sakatlık ve ölümlerin önlenemeyeceğine işaret ediyordu...

Son Söz Yerine

Alman Cumhurbaşkanı Hindenburg’un Adolf Hitler’i şansölye olarak atamasının üzerinden seksen dört yıl geçti. Gerek Türkiye gerekse dünyadaki gelişmeler geçen bu seksen dört yılda pek çok şeyin unutulduğuna ve insanlık adına utanç siyasetinin yeniden dünyaya egemen olmaya başladığına işaret ediyor. Hiç kuşkusuz bir daha aynı vahşeti yaşamamak için “umut ile”, “sevda ile”, “düş ile” dayanmak zorundayız.

Öte yandan geçen seksen dört yılda dünyada pek çok şey değişti: Günümüz dünyasında başarılı ve etkili bir tütün kontrolü politikası “bile”, dünün aksine şeffaflık, müzakere, hesap verilebilirlik gibi demokratik değerleri yaşama aktarmaktan geçiyor. Dahası “asarak/keserek”, sigara paketlerine “el koyarak” ya da sağlıklı “nesil yaratacağız” hezeyanları eşliğinde uygulamaya geçirilen totaliter politikalar “sonuç vermiyor” -ya da daha doğru bir ifadeyle halk sağlığı açısından olumlu sonuç vermezken hayatı zapturapt altına almak açısından önemli etkisi oluyor.

Sermayenin küreselleştiği ve ulus-ötesi yapılanma ile evrenselleştiği bir dünyada “bir” kişiye güvenmek, kararları onun iradesine bırakmak ve onun hepimiz için en iyisini düşüneceğini zannetmek -Türkiye’nin tütün kontrolü alanında yaşadığı deneyim gibi- arzu edilen hedeflerin tersine sonuçlar üretiyor. Bu bağlamda farklılığın, sınıflaşmanın, tabakalaşmanın, çeşitliğin müzakeresi anlamına gelen “demos”, üçüncü bin yılda Antik Yunan deneyiminin çok ötesinde yeni bir anlam kazanıyor ve sağlığımızın ve hayatımızın -belki de tek- güvencesi haline evriliyor.

Masumiyetin öldüğü ve her değerin piyasa mantığı uyarınca fiyata mahkûm edildiği bu dünyada, sağlığı belirleyen siyaseti bir kişinin, bir ideolojinin, bir hakikatin uhdesine bırakmak “tüm yumurtaları aynı sepete koymak” anlamına geliyor. Hem samimiyetle düşünelim: 2003-2016 yılları arasında gelirlerini iç satışta TL bazında %354, ihracatta ABD Doları bazında %244 arttıran tütün şirketlerinin “yumurtaların içerisinde bulunduğu sepeti” elinde tutan kişiyi, ideolojiyi ve hakikati rahat bırakması mümkün müdür? En iyi niyetli sözcüklerle ifade edersek; en azından kendi kazançlarının azalmaması için devlet denilen aygıtı yöneten yapıyı aldatmaması mümkün müdür -hele ki bu yapının (kendilerinin de kabul ettiği üzere) aldatılmaya uygun bir zafiyeti var ise...

İşte tam da bu nedenle tütün kontrolü alanında da yayımlanan rapor ve belgeler, Türkiye’deki siyasi iktidarın tütün şirketleriyle ilişkisinin (de) kamuoyuna açık, şeffaf ve hesap verilebilir olmadığını ve bu nedenle sürdürülebilirlik açısından düşük kategoride olduğunu ifade ediyorlar.

Hal böyleyse sermayenin her bir alandaki tahribatını en azından azaltmak için daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük, daha fazla adalet talep etmeliyiz. Çünkü biliyoruz ki, ölümler “fıtrat” değildir... 



* Kaya S. “AKP’nin 14 Yılı (1): Demokratik Özgürlükler”, http://derinsular.com/akpnin-14-yili-1-demokratik-ozgurlukler/