Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamı bu yıl, ‘68 olaylarının 30. yılıyla birleştirilerek, kamuoyunda -en azından sol kamuoyunda- önemlice bir yer tuttu.1-6 Mayıs tarihlerinde yapılan Samsun-Ankara yürüyüşüyle bağlanan bu kampanyada iki tema, iki tez ön plana çıktı:
- “Deniz’lerin idamı hukuken yanlıştı” tezi.
- “Deniz’lerin siyasî çizgisi ulusal bağımsızlık perspektifinden ele alınmalıdır” tezi.
Bu temalara yakından bakmak ve tartışmak istiyorum.
Öncelikle vurgulanması gereken, biz sosyalistlerin, yargılama ve infaz konusuna salt objektif hukuk açısından yaklaşamayacağımızdır. Biz olayları hukukun konusu olmalarının ötesinde tarihsel ve siyasal gelişim içinde değerlendirmek zorundayız. Şöyle basitleştirelim: Bir adamı öldürmek istiyorsunuz. Elinizde bir silah var. Silahla adama ateş ediyorsunuz. Elinizdeki silahın da bu işe uygun ve yeterli olduğunu düşünüyorsunuz. Ama silah ateş almıyor, adama bir şey olmuyor. Silah bozuk veya oyuncak bir tabancaymış meğer. Bu durumda siz öldürme amaçlı bile olsanız hukuken öldürmeye teşebbüs etmiş olmazsınız.
İşte şimdi Deniz’lerin hukuken bir yanlışa kurban gittiğini söyleyenler aşağı yukarı bu mantıktan hareket ediyorlar. “Hiç kan akıtmadılar” söylemi eşliğinde yapılan, budur. Basitleştirerek teşbih ettiğim bu argümanların hukuken doğru olduğunu varsayalım. (Gerçi birkaç yıl önce oyuncak tabancayla birini tehdit etmeyi gerçek silahla yapılan tehdide eşdeğer saymaya dönük bir içtihat kararı verilmişti. Bu durumda teşbihte ortaya çıkacak hata tam da tartıştığım tezi savunanları zayıflatır! Her neyse...) Hukukî bir hatanın ortaya konması, bir “hakkın” aranması, bunun giderek genel bir idam karşıtlığı çerçevesine oturtulmasına itirazımız olamaz. Ama yalnızca bu kadarla kalırsa, siyasî sınırlılığından ötürü yanlış (ve yanıltıcı) bir muhasebeye yol açabilir.
Deniz ve arkadaşları (yalnız Yusuf ve Hüseyin değil, Sinan, Alpaslan ve diğer THKO’lular) gerilla mücadelesi için yola çıkmışlardı. Devletle ve (kendi koydukları bağlamda) emperyalizmle hesaplaşmak üzere bir silahlı mücadeleyi başlatıyorlardı. Deniz’in de mahkemede belirttiği gibi “THKO silahlı bir örgüttür ve bu silahı gerekirse askere, polise karşı kullanabilir.” Yukarda koyduğumuz örnekten devam edersek, gruplarının çok küçük olması, hazırlıklarının naif düzeyde yapılması (bkz. Hacı Tonak’ın notları) vb. gerçekler bu insanların durumlarını değiştirmez - hele kendi açılarından bakınca. Deniz’in son mektubunda dediği gibi, “bu yola bilerek girmişlerdir.” Ve girdikleri yolun amaçlarına ulaşmalarını sağlayabilecek bir yol olduğuna inanmışlar veya en azından böyle olmasını ummuşlardır. İşin bu yanını konuşmamak bu arkadaşların uğruna hayatlarını ortaya koydukları mücadelelerine büyük bir saygısızlık olur. Onların bu mücadelelerinin meşrûiyetini (salt) hukuksal planda değil, devrimci/komünist kimliklerini gözönünde tutarak, siyasî planda aramak ve savunmak anlamlıdır. Yoksa Deniz’in de Che gibi bir poster nesnesi haline gelmesine seyirci kalırız.
Türkiye’de ‘68’in bütün siyasî hareketleri gibi, THKO da Kemalizmle (ve bunun uzantısı olan cuntacılıkla) şu veya bu ölçüde malûldür. Özellikle hareketin filizlenmeye başladığı ‘69 yılında... Ama onun da, THKP-C gibi, Kemalizmle bağı daha çok söylem bazında ve manevî düzeyde kalmış, hareketin seyri açısından Vietnam ve Küba devrimleri çok daha belirleyici olmuştur. (Yoksa Nurhak Dağları’nda gerilla kolu oluşturmanın ne âlemi olurdu ki?) Üstelik hareket zaman içinde gösterdiği siyasî gelişme ve kendi içinde geçirdiği değişimle, MDD’ci bir çizgiden, Küba tipi bir modele kaymıştır. THKO hareketinin baştaki DÖB (Devrimci Öğrenciler Birliği) kökenli (Deniz, Cihan, N. Töre vd.) kurucularının siyasî hattı, MDD’nin ideolojik içeriğini benimsiyor, fakat “madem böyle diyoruz gereklerini de yerine getirelim” kararlılığını ortaya koyan bir karşı çıkışta bulunuyordu. Zamanla, Hüseyin İnan ve Sinan Cemgil’in ağırlığını koymasıyla, bu siyasî hat soy bir komünist söyleme kavuştu. Ve bu arkadaşlar idam sehpasında son söz olarak “yaşasın Kürt ve Türk halkları, kahrolsun emperyalizm, yaşasın Marksizm ve Leninizmin yüksek ideolojisi!” demişlerdir. Mahkemede yapılan savunma gerçi bu kadar “sert” bir içerikte olmamıştır. Ama bunun böyle olmasını sağlayan temel duygu, halk nezdinde anlatılabilir/anlaşılabilir bir siyasî meşrûiyet kazanma ihtiyacıdır.
Geçmiş bir siyasî hareketi değerlendirirken onu günümüz siyasî söylemi ve koşulları açısından irdelersek, her şeyden önce o siyasî harekete sonra da tarihe karşı haksızlık yapmış oluruz.THKO hareketi de o günün Türkiye, dünya ve sol hareketinin subjektif durumu açısından değerlendirilmelidir. Elbette bütün siyasî hareketler incelenmeye, eleştiriye ve ders çıkarmaya açıktır. Bu bağlamda THKO için de söylenecek çok şey olabilir. Ama bunu da kendi siyasî söylemini ve koşullarını es geçmeden yapmak gerekir.
Buradan daha vahim bir noktaya geliyoruz. Değindiğimiz kampanyanın Samsun yürüyüşü yukarda anlatmaya çalıştığım kaymanın da ötesinde kasıtlı bir çarpıtmayla malûldür. Bu da Deniz’leri açıkça günümüzün “MGK-İP” partisinin amaçlarına malzeme yapmaktır. (Tarihin tekerrürü mü nedir, 9 Martçı cuntacılar da aynı işi yapmaya çalışmışlardı!) Kendi siyasî aktivitelerini ’68 hayalleriyle dondurmuş ‘68 Vakfı’nın da ortaya atılması ile yaratılan imaj hem ‘68 ve Deniz’lerin sempatisini o insanların hiçbir zaman alet olmadığı (olamayacağı) bir siyasî çizgiye malzeme yapmakta hem de Deniz Gezmiş imajının içini boşaltıp, onu gelecek kuşaklara örnek olabilecek bir siyasî kişilikten çıkartarak bir “delifişek, ama güzel insan” portresine indirgemektedir. Tıpkı birkaç yıl evvel Nâzım Hikmet’e yapıldığı gibi...
Buna kimsenin hakkı olmasa gerektir.
Devrimcilere düşen, THKO’lu arkadaşların mücadelesinin siyasî meşrûiyetini savunup, hareketin sosyalizm açısından siyasî ve ideolojik tartışmasını yapmak ve günümüz için gerekli tahlil ve dersleri çıkartmak olmalıdır. Diğerlerine tavsiyemiz ise bu işi genel bir idam cezası karşıtı kampanya çerçevesinden taşırmamaları ve bugün âlâkaları bile olmayan konularda fazla müdahil olmamalarıdır.