1980’li yıllarda Almanya’da başlayan, yabancılara yönelik şiddet eylemleri 1991’de iki Almanya’nın birleşmesi ile birden hızlandı. 1990’larda yalnızca yıllardır Almanya’da yaşayan yabancılar değil, sığınma hakkı isteyen yabancılar da ciddi saldırılara uğramaya başladılar. 1992’de yabancı düşmanlığından kaynaklanan, suç kapsamındaki eylemlerin sayısı 6.000’i aşıyordu. Bu eylemlerin 1600’ü şiddet eylemiydi; bunların da 500’ü ya patlayıcı madde kullanılan ya da düpedüz yangın çıkarmaya yönelik eylemlerdi. 800 kişinin yaralandığı, 11 kişinin öldüğü 1992’deki şiddet eylemlerinde sayısı bir hayli kabarık konut ile işyeri de ateşe verilmişti (Funke: 29). Bazıları kendiliğinden gelişen, yerel nitelikli; bazıları da bir tek kişinin ya da küçük bir sağcı grubun yönlendirdiği, ama halk arasında da taraftar bulabilen eylemlerdi. Ancak, hepsinin de ortak yönü yabancılara yönelik, “vak’a-i âdiye”den sayılamayacak eylemler olmasıydı. Bütün bu gelişmeleri doğrudan doğruya işbaşındaki siyasî partiye bağlamak kolay değildi; ama kullanılan şiddetin dozu arttıkça gözler ister istemez devlete, hükümete de çevrildi. Bu eylemler çok kere hükümetçe eleştirilmiyor, hattâ hükümetçe görmezlikten geliniyordu. Nitekim, Başbakan Helmut Kohl, Mölln ve Solingen katliamlarından sonra, yabancı düşmanlığının bu derecesinden rahatsızlık duyan Almanlar'ın geç de olsa düzenledikleri protesto gösterisine “Böyle bir taziye turizmi benim için yabancı bir şey,” diyerek katılmayı reddetmişti (Kraushaar: 56).
Şüphesiz, Almanya yabancı düşmanlığının görüldüğü tek Avrupa ülkesi değil. Ama bu ülkedeki yabancı düşmanlığının dozu hiçbir Batı ülkesiyle karşılaştırılamayacak kadar yüksek; tıpkı geçmişte olduğu gibi. Almanya’nın bu konudaki sicili de tarihî bir gerçek. Ancak, yabancılar sorununu sadece şiddet eylemleriyle sınırlandırmak mümkün değil. Almanya’nın yabancılara karşı genel tavrını yabancıyı kabul etmemekteki direnci de hiçbir Batı ülkesinde görmüyoruz. O halde, üzerinde durulması gereken soru şudur: Almanya’da gördüğümüz apaçık yabancı düşmanlığı genel bir Avrupa/Batı olgusu mudur; yoksa Almanya örneğinin bu genel olguyu aşan özgül yönleri de var mıdır?
Bu soruyu cevaplandırabilmek için, konumuz Almanya ile sınırlı olmakla birlikte, ilkin genel olarak Avrupa’daki yabancılara yönelik şiddet eylemlerine kısaca bir göz atmakta yarar var. Çünkü birçok Avrupa ülkesinde, İngiltere, Fransa, Belçika gibi ülkelerde de yabancılara yönelik şiddet eylemleri artıyor. Şiddet eylemlerinin yanısıra şoven ve ırkçı eğilimler çerçevesinde örgütlenen siyasî hareketler boy gösteriyor. Anglo-Sakson dünyasında, aşırı muhafazakâr yeni hareketler, ırkların karışımını toplumların geleneksel değerlerine yönelik bir tehlike unsuru olarak görüyorlar. İngiltere’de bu ülkenin sömürgelerinden gelip yıllarca Britanya’da yaşamış Afrikalılar ile Asyalıların ülkelerine geri gönderilmesi gerektiğini söyleyebilen aşırı/yeni muhafazakâr bir parti var. Irkçı ve şoven tutum sadece yabancı düşmanlığıyla hatırı sayılır derecede oy toplayabilmiştir Fransa’da. ABD’de de, yalnız bu ülkeyi değil, Amerika kıtasını da kendilerinin yarattıklarına inanan beyaz derili Protestan Amerikalılar sayısı gittikçe kabaran, farklı renkteki insanın Amerikan kültürüyle kaynaşmış olmasından basbayağı rahatsızlık duyuyor.
Batı’nın kendine benzemeyeni aşağılayıp dışladığı, hattâ farklı olana düşman gözüyle baktığı, bugün artık tespit edilmiş bilinen bir tarihî gerçek. Ancak, bu tutum geçmişte, belirgin bir sistematiği olmayan görüşlerden, daha çok kültürel farklılıktan ileri geliyordu. Yaşama biçiminin dinî temele dayandığı Ortaçağ Avrupa’sında “yabancı”, ya başka bir dine inanmış ya da başka bir mezhebe bağlanmış olan insandı. Bu çağın belki de en büyük şiddet hareketi Yahudilerin Katolik İspanya’da uğradıkları katliamdı. Bu çağın yabancısı “iç” yabancıydı. “Dış” yabancının keşfi, modernitenin de başlangıcı sayılan fetihlerle gerçekleşti. Amerika’da ve Afrika’da keşfedilen bu yeni yabancı önceleri insanlığından bile şüphe edilen, “insanlık adına” dönüştürülmesi, uygarlaştırılması gereken bir yaratıktı. Daha sonra, farklı insanlar da olabileceği düşünüldü, ama farklılıklar bir hiyerarşiye bağlanarak tanınmaya başladı. Sömürgecilik hareketi böylece ırkçılıkla iç içe geçti. Sömürgeciliğin felsefesi beyaz Avrupa kültürünün üstünlüğü temel ilkesine göre şekillenmekle birlikte, uygulamada bazen iktisadî sömürgecilik ağır bastı; bazen de iktisadî amaçlarla sınırlandırılamayan, kültürel boyutları da olan bir sömürgecilik kendini gösterdi. İngilizler farklılıklara pek müdahale etmeyen bir sömürgecilik türü geliştirmeyi tercih ederlerken, Fransızlar ellerine geçirdikleri ülkelere kendi toplum kurumları ile “evrensel” kültürlerini daha etkili bir biçimde benimsetmeye çalıştılar.
Irkçılık bir yandan ulus-devletin kuruluşunda toplumda farklılık yaratan unsurların eritilmesi ve merkezî olanın hâkim kılınması için kullanılırken, devletin iktisadî gücüne güç katan ve yeryüzündeki nüfuz alanını meşrûlaştıran sömürgelerin sömürge olarak kalmasını da sağlıyordu. Ancak, “başkası”nı sömürgeleştirme hareketi hep bir uygarlaştırma söylemine oturtuldu. Böylece, modernitenin disiplinli bir biçimde yönetilen, sağlıklı uluslar yaratma hedefi, sınıflandırıcı bir sistem arayışı içindeki toplum düzenlerini rahatsız eden kültürel ve etnik unsurların denetim altına alınmasına ya da düpedüz ayıklanmasına yol açtı. Ancak, söylem düzeyindeki ikilik hep sürdü. Bir yandan farklılıkların eşitlikçi ve evrensel ülküler uğruna eritilmesi istenmiş, öte yandan ulusların, kültürlerin farklılıklarına saygı gösterilmesi fikri işlenmiştir. Gelgelelim, söylemdeki bu ikilik, farklı unsurlardan kurulu bir Avrupa olamayacağı görüşünün uygulamaya konulması ve 2. Dünya Savaşı’nda binlerce Yahudi’nin yok edilmesi ile son bulmuştur. Daha doğrusu, söz konusu söylemin iki ucu, yani tamamı ortadan kaldırılmış, yabancının varlığına son verilmiş, o zamana kadar sistemin öngörmediği bir yol tutulmuştur.
2. Dünya Savaşı’ndan sonraki otuz yıl içinde azalan ırkçı hareketler ’80’li yıllarda yeniden etkili olmaya başladı. Bugün belirgin bir yükseliş eğilimi gösteren yeni ırkçı hareketler daha çok, modernitenin ve onunla paralellik gösteren kapitalizmin girdiği yeni bir bunalımın dışa vurumuyla açıklanıyor. Bu konuda önemli bir kitap yazmış olan Zygmunt Bauman’a göre, modernite ile ırkçılık arasında ayrılmaz bir bağ vardır; çünkü modernite dağınık bir dünyayı akla göre düzenleme ve mükemmelleştirme çabası olmakla birlikte, “kimi insan kategorileri” (s.94) bu akılcı düzene uymak istemeyecek, böylece farklılık yaratacaktır. Michel Wieviorka’ya göre de, çağdaş ırkçılığın açıklanması modernite ile ırkçılık arasındaki bağlantının iyi anlaşılmasına bağlıdır. Avrupa’nın günümüzde büyük bir değişim geçirdiğini düşünen Wieviorka sanayinin, refah devletinin yapısızlaşması ile ulusal kimliğin belirsizleşmesi yüzünden ırkçılığın geniş bir mekâna yayıldığını ve her türden ırkçılığın gitgide gelişip serpildiğini söylüyor. Wieviorka modern toplumsal ve siyasî şartların oluşmasıyla birlikte dört ırkçılık türü ayırt ediyor. Birincisi, evrenselci ırkçılık; başka toplumları ve kültürleri henüz modernleşemedikleri bir evrede bulundukları için aşağılayan, eski ırkçılığın dayandığı anlayış. İkincisi, modern sanayi toplumunda ortaya çıkıyor; modern toplumun sunduğu maddî refahtan yoksun kalma kaygısını taşıyan “fakir beyazın tepkisi” ile açıklanıyor bu yeni ırkçılık. Irkçılığın bir başka türü, “moderni öcüleştirerek” ulus, din, cemaat gibi geleneklere sığınma ihtiyacı içinde ortaya çıkıyor. Bir de modernite şartlarında oluşan ve gitgide karmaşıklaşan toplumsal ilişkilerin çeşitli toplumsal gruplar arasında yarattığı düşmanlıkla beslenen, pek iyi anlayamadığımız bir ırkçılık vardır (bkz. Wieviorka: 213-230).
Çeşitli Avrupa ülkelerindeki yabancı düşmanlığının anlaşılmasına yardımcı olabilecek bir açıklama getirdiğini söyleyebiliriz Wieviorka’nın. Ama bütün bu ırkçılık türleri birbirinden büsbütün ayrı şeyler midir bugün? Yoksa “yabancı” karşıtı ideolojilerin iç içe geçmiş, düğümlenmiş bir türü ile, bir bileşkesi ile mi karşı karşıyayız? İleride göreceğimiz gibi, Almanya örneği böyle bir bileşkenin ötesinde ve daha özel şartlardan kaynaklanan bir ırkçılık türünün söz konusu olduğunu gösteriyor.
Bir başka yazar, Robert Miles, ırkçılığı kapitalist toplumsal oluşumların ayrılmaz bir parçası olarak ele alıyor (bkz. s.231-268). Bu görüşe göre, kapitalizmin metalaştırıcı mantığı sürekli olarak çelişkiler üretir. Bu yüzden, kapitalizmin gelişmesi ve küreselleşmesi ile meta biçimleri de evrenselleşiyor; bu yayılma ile resmî düzeyde eşitlik ideolojileri ve söylemleri üretilirken, kapitalizmin yok edilemeyen eşitsizlikleri ırkçı ideolojilerin özünde bulunan eşitsizlikle pekiştirilerek doğallaştırılıyor, kurallaştırılıyor. Miles’a göre, milliyetçiliğin azmanlaşmış bir biçimi olan ırkçılık türünde pek fazla artış yoktur; küreselleşmenin yeni döneminde, ulus-devletin bunalımından kaynaklanan kültürel ırkçılık hareketleri artmaktadır. Devlet bu yeni ırkçı görüşlerin üretilmesinde çok önemli bir rol oynuyor, çünkü kurmaca nitelikteki ulusal egemenlik ve toplumsal birlik kavramlarına sığınarak, şimdi ulus-devletin gücünü aşmış olan çelişkileri doğal bir gelişme olarak göstermeye çalışıyor.
Modernite-kapitalizm-ırkçılık ilişkisinden hareketle yabancı düşmanlığını kapitalizmin bugünkü bunalımıyla açıklamak sorunun nedenlerini bütün Avrupa’ya eşit biçimde paylaştırmak demektir. Oysa Alman düşüncesi ile Alman kapitalizminin kendine özgü yönlerini gözden kaçırmamak, Alman tarihi ile Alman felsefesi arasındaki bağı mutlaka dikkate almak gerekir. Alman felsefesi Aydınlanma düşüncesinin özel bir cephesini oluşturur. Herder’in tarih felsefesinde, tek tek kültürlerin bağımsız bir yeri vardır. Bunların bütüncü bir yapıda erimemeleri gerekir. Herder’in felsefesinde birey ile ulus da birbirinden ayrılmaz. Birey de, ulus da gelişigüzel bir oluşum değil, tarihin birer ürünüdür. Her ulus, her kültür kendi içinde bir bütündür; başka kültürlerden özünde farklı oluşuyla yaratır kendi kimliğini. İşte modernitenin bu ulusçu yönü Alman düşüncesine sinmiş, Alman ulusal kimliğinin oluşmasında çok önemli bir rol oynamıştır.
Almanya’yı farklı kılan en önemli etmen bu ülkenin ulusal birliğini çok geç bir tarihte kurmuş olmasından kaynaklanır. İngiliz ve Fransız milliyetçiliği burjuva-demokratik bir süreç içinde, bir ulusal pazar fikri çerçevesinde oluşan bir ulusal bütünlük ideolojisi doğrultusunda, doğal bir seyir içinde gelişmişti. Oysa Alman milliyetçiliği İngiliz ve Fransız örneklerinde olduğu gibi neredeyse kendiliğinden gelişen bir sürecin ürünü değildir. Milliyetçilik Almanya’da devletin güçlenmesi için başvurulan bir çare olarak, yukarıdan aşağıya indirilen bir ideoloji olarak doğdu. Her alanda uluslaşma ihtiyacı, çok güçlü bir milliyetçilik ideolojisi geliştirdi Almanya’da. Alman milliyetçiliğinin temelleri de Alman felsefesine dayandırıldı. Uluslaşan Almanya gücünü hep “Alman olma ideolojisi”nden aldı.
Almanya’nın İngiltere, Fransa, Hollanda gibi sömürgeleri de olmamıştır. Almanya “uzaktaki yabancı” ile karşılaşmamış, tersine, uzaklara gitmeden “yabancı”yı kendi ülkesine çağırmıştır. Sanayileşme döneminde hep yabancı işçilere ihtiyaç duymuşlardır Almanlar. Ama bunlar hep “misafir” olarak görülmüştür. Bu yüzyılın başlarında Almanya’ya Rusya’dan, Polonya’dan işçiler gelmiştir; ama kadın işçiler gebe kalınca ya da kış mevsiminde tarım kesiminde işler durunca hemen ülkelerine geri gönderilmişlerdir. Almanya nasyonal sosyalizm döneminde de Doğu Avrupalı işçileri en ağır işlerde kullanmıştır. Almanya bu “geçici” yabancıları sadece ülke ekonomisine hizmet etmeleri için kabul etmiştir. Almanya’nın bir de içinde olan “yabancılar”, Yahudiler vardı tabiî. Onlar da Almanya’ya hep hizmet etmişler, hiçbir zaman Alman halkına yük olmamışlardı. Almanya Yahudiler’e yurttaşlık hakkı verdiği halde onları “ebedî” yabancı olarak, tıpkı bir dış yabancı gibi görebilmiştir.
Almanya 2. Dünya Savaşı’nın sonunda hiçbir zaman olmadığı kadar “yabancı” unsurlardan arınmıştı. 1945-1960 yılları arasında etnik ve kültürel yönden türdeş bir Almanya vardı. Gelgelelim, Alman ekonomisi uzunca bir aradan sonra, 1960’larda yeniden yabancı işçilere ihtiyaç duydu. Acaba Almanya geçmişine, siciline bakıp bu yeni dönem için birtakım dersler çıkaracak, geçmişini sorgulayacak mıydı? Bu soruya sadece resmî söylem düzeyinde “evet” cevabı verilebilir.
Birçok Alman araştırmacısının da belirttiği gibi, Almanya’da gerek Yahudiler, gerekse genel olarak ırkçılık üzerine hazırlanmış istatistik verilere dayalı ampirik çalışmalar son derece azdır. Bu çok önemli bir olgudur; çünkü bu tür araştırmaların sınırlılığı Almanlar’ın kendi geçmişleriyle hesaplaşmaya pek de gönüllü olmadıklarının bir işaretidir. Eldeki araştırmalar da günümüz Almanya’sında yaşayan Yahudiler ile Çingeneler’in pek az olduğunu, Almanlar’ın Yahudiler hakkında sorulan sorulara cevap vermediklerini, yaşlı Almanlar’ın da gençlerle bu konu üzerinde konuşmaktan kaçındıklarını gösteriyor. Almanya’daki yabancılar konusuna eğilenler daha çok Amerikalı, İngiliz ve Fransız araştırmacılarına başvurmak zorundadırlar (bkz. Rommelspacher: 46).
Almanlar geçmişleriyle gerçekten hesaplaşmadan kapılarını yeniden yabancı işçilere açmışlardı. Ayrıca, yabancı sorununun bugünkü noktaya gelebileceğini hesap etmemişler; tıpkı yüzyıl başında olduğu gibi, yabancı işçileri yeterince çalıştırdıktan sonra ülkelerine geri gönderebileceklerini düşünmüşlerdi.
Almanlar 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Nazi dönemini ve ırkçılığı şiddetle eleştirmeye başlamışlardı. Ancak iyi gözlemciler Almanya’da resmî dil ile resmiyete yansımayan dilin çok farklı olduğuna dikkati çekiyorlar. 1950’lerde Almanya resmî düzeyde demokratik ve Yahudi yanlısı olmak zorundaydı. Nitekim ’50’li, ’60’lı, ’70’li yıllarda resmî görüşü yansıtan Der Spiegel, Der Stern gibi dergiler, radyolar, televizyon kanalları Aydınlanma’nın akılcı değerlerini, demokrasiyi, hoşgörüyü, çoğulculuğu savunuyorlardı. Bu dil Almanya’nın uygar Avrupa’ya dönmesi için gerekliydi. Ama bu, işin görünen yüzüydü sadece. Amerikalı sosyologların 1946-1949 yılları arasında yürüttükleri bir araştırmada Alman halkının yüzde 48’inin nasyonal sosyalizmin iyi bir şey olduğuna, ama hatanın öğretinin içeriğinden değil, uygulanış biçiminden kaynaklandığına inandığını gösteriyor (bkz. Seidel-Pielen 1997: 51-64). 1970’lerin sonlarında yayımlanan bir araştırma, her üç Alman’dan birinin Hitler’in dünya savaşını başlatmamış olsaydı Alman ulusunun yetiştirdiği en büyük devlet adamlarından biri olacağına inandığını ortaya koyuyor. 1988’de Alman İçişleri Bakanlığı’nın yayımladığı bir raporda da şöyle deniyor: “Ekonomik piyasanın ihtiyaçlarından dolayı Almanya’ya gelen yabancılar Almanya’yı derin bir biçimde etkilediler. Alman ulusuna özgü toplumsal türdeşliğimizden vazgeçmek demek bu” (Seidel-Pielen 1957: 53).
Oysa Alman Sosyal Demokratları ile sendikalar daha 1955’te ülkenin göçmen işçi almasına karşı çıkmışlar, “yabancılar ancak en son işsiz Alman iş ve ekmek bulduktan sonra gelebilir,” diyorlardı (Seidel-Pielen 1997: 54). Ancak, Almanya göçmen işçilere kapılarını açmak zorunda kaldı. 1960’ta önce İspanya ile Yunanistan’dan, sonra da Türkiye’den geldi ilk yabancı işçiler. Hıristiyan demokratlar yabancı işçi istihdam etmekten başka çare olmadığını söylediler. Doğrusu da buydu; yabancı işçi olmadan Alman ekonomik refahı gerçekleşemez; iş saatlerinin azalması, emeklilik yaşının düşürülmesi, Almanya’nın yeniden silahlanması mümkün olamazdı.
Bir yanda Alman ekonomisinin, öbür yanda Alman toplumunun gerçekleri. 1964’te bir milyonuncu işçinin gelmesi üzerine Wickert Enstitüsü’nün başlattığı araştırmada yer alan “Haftalık iş saati arttırılır ya da hiçbir yabancı işçiye ihtiyaç kalmazsa, daha çok çalışmaya razı olur musunuz?” sorusuna erkeklerin yüzde 70’i, kadınların da yüzde 64’ü “Seve seve çalışırız” cevabını vermişlerdi (Seidel-Pielen 1995: 76). Ancak, resmî politika, o günlerde bir milyonuncu işçiyi törenlerle karşılıyor, kendisine ödül veriyordu (Seidel-Pielen 1995: 75). Dönemin Çalışma Bakanı Blank, “Yabancıların Almanya’da çalışmaya başlaması ile birlikte, gelenekleri, kökenleri farklı insanların dostluğu gerçekleşecek, Avrupa ülkeleri kaynaşacaktır,” diyordu (Seidel-Pielen 1995: 55). Die Welt gazetesi daha da ileri giderek, Almanya’yı göçmen kabul eden bir ülke olarak ilân etmek gerektiğini yazıyordu. Resmî çevrelerin pragmatik yaklaşımı ile geniş halk yığınlarının yabancılar hakkındaki, geçmişten gelen kemikleşmiş görüşü iki karşıt tavır olarak böylece sürüp gitti.
1960’lı yılların sonu ile ’70’li yıllarda yaşanan ekonomik refah, tüketimin hızla artması ve genel olarak hayat şartlarının iyileşmesi yabancı düşmanlığının o yıllarda resmî dile yansımamasına yardım etti. 1950’li ’60’lı yıllarda doğan Almanlar daha iyi yaşama şartlarından, eğitim öğretim imkânlarından yararlandılar, daha demokratik bir eğitim modeline göre yetiştirildiler. Avrupa’da o yıllarda esen demokrasi rüzgârları neo-Naziler’in önderi Michael Kühnen gibi yabancı istilasından ve bunun yarattığı kültürel kirlenmeden dem vuranların seslerini duyurabilmelerine pek imkân vermedi. Alman gençliği de öteki Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Üçüncü Dünya ile dayanışma özlemi duyuyordu. Böylece resmî söylem genç nüfusun tutumundan da destek alıyordu.
1973 petrol bunalımı Alman resmî söylemindeki ilk değişikliği haber verir. Bu değişiklik yavaş yavaş belirginleşir. 1980’de Profesör Schröcke imzasıyla Frankfurter Allgemeine gazetesinde yayımlanan bir makalede şu satırları okuruz: “Halklar yüksek düzeyde yaşayan biyolojik sistemlerdir; bu sistemler birbirlerininkinden farklı özellikler gösterir, kendi özelliklerini kuşaktan kuşağa aktarırlar” (Sediel-Pielen 1995: 78). Alman ulusal birliğinin kurulmasından yüz yıl sonra yazılan bu satırlar, yazarın, etnik unsuru kuvvetlice vurgulayan Alman milliyetçiliğinin doğuş yıllarından gelen bir ideolojiyi seferber etme niyetini açığa vuruyordu. 7 Haziran 1981’de onbir profesörün yayımladığı “Heidelberg Manifestosu”nda ise, milyonlarca yabancı yüzünden Alman halkının diline ve kültürüne yabancılaştığını, Almanlar’ın daha şimdiden oturdukları semtlerde olsun, çalıştıkları işyerlerinde olsun, kendi ülkelerinde yabancı durumuna düştükleri ileri sürülüyordu. 1980’de de, liberal bir Alman gazetesi, Berlin’in kalabalık yabancı ailelerin istilası yüzünden şehrin eski çekiciliğini kaybettiğini yazıyordu.
İşte bu noktada iki etmen iç içe geçmeye başlamıştır. Altta, Almanya’ya özgü ulusal sorunlar kendini gösterirken; üstte, Avrupa bağlamında, kapitalizmin bunalımıyla ilgili sorunlar vardır. Avrupa’da ağır sanayi yerini hizmet sektörüne bırakmakta, modernleşen sanayi üretimi ve otomatikleşme hem geleneksel kol emeğini, hem de uzmanlık gerektirmeyen iş alanlarını gereksiz kılmaktadır. Bu, birçok Alman’ın işsiz kalması demekti. Daha sonra iki Almanya’nın birleşmesi de ekonomik sorunları katmerledi, halkın gelecek konusundaki umutlarını azalttı. Böylece 1980’-lerde başgösteren “kapitalizmin bunalımı” olgusu Alman halkının hayatında “yabancı işçiler”le cisimleşti. Halkın o kadîm “Alman olma ideolojisi”ne sarılmasına yol açan şey işte bu ekonomik durumun yol açtığı gerilimdir.
Sorunun bir de öbür yüzü vardır; o da yabancının kendisi, yani Türkler’dir. 1960’larda Almanya’ya giden ilk Türkler bu ülkeye kendilerinden elli altmış yıl önce gelen Polonyalılar ya da Ruslar gibi Alman ekonomik kalkınmasına geçici bir süre için hizmet etmek üzere çağrılmış misafir işçilerdi. İlk Türk işçileri ise Türkiye’de henüz sanayinin el atmadığı bölgelerde, “Türk modernleşmesi”nin henüz varlığını bile pek fark etmemiş olan pre-kapitalist ve pre-modern kırsal kesimlerde yaşayan köylülerdi. Almanya’da yerleşmek gibi bir niyetleri olamazdı onların; nitekim bir gün mülk edinip ülkelerine dönme özlemiyle en ağır, en yorucu işlerde durmadan çalışıp para biriktirdiler. Alman toplumunun kenarında köşesinde yaşayan bu insanlar modern şehirli insana aykırı gelen yaşama biçimleri ve alışkanlıklarıyla zaman zaman yadırgansalar da, toplumla bütünleşme yolunda herhangi bir özlemleri bulunmadığı için, o yıllarda pek tedirginlik yaratmadılar. Tabiî, bu süreç içinde Alman mucizesi bütün hızıyla gerçekleşiyordu; ama istenen sonuç alındığı ve aradan uzun yıllar geçtiği halde ülkelerine dönmesi gereken yabancılar Almanya’dan bir türlü ayrılmıyorlardı. Ülkelerine dönmek şöyle dursun, eşlerini, çocuklarını, yakın akrabalarını bile getirmişler, böylece zamanla, ikinci kuşak, hatta üçüncü kuşak diye anılan Türkler ortaya çıkmıştı. Bu genç kuşak analarının babalarının çalıştıkları pis işlerde çalışmak istemiyordu. Yarı şehirli olan bu gençler arasından yeteneğiyle sıyrılabilenler Alman gençleriyle aynı emek pazarında iş kapmaya çalışıyordu. Bilek gücüne dayanan o eski işler artık piyasadan kalkmaya başlamıştı; iş bulmak için artık kas gücü değil, teknik bilgi ve uzmanlık gerekiyordu. Asıl çatışma ikinci, üçüncü kuşaklarla başlıyordu.
Son yıllarda yayımlanan bir araştırmaya göre, yabancı düşmanlığı en çok orta sınıf gençleri arasında yayılmıştır (bkz. Heitmeyer: 1992). Orta sınıftan Alman gençleri ailelerinin ekonomik ve toplumsal düzeyine ulaşamamaktan korkmakta ve başarısızlıklarını yabancılara bağlamaktadırlar. Oysa bu gerçekçi bir korku değildir. İkinci, üçüncü kuşak Türk gençleri ana babalarının çalıştıkları işlerde çalışmak istemedikleri halde, Alman orta sınıfı için gerçek bir tehlike olmaktan uzaktırlar. Çünkü birçoğu yabancı statüsünde bulunan Türkler öğrenim imkânları açısından Almanlar’ın çok gerisindedirler. Araştırma yabancı düşmanlığının yalnızca alt sınıflardan gelen bir tepki olmadığını işaret etmesi yönünden de ilgi çekicidir.
1992’de yayımlanan bir başka araştırma da, “mağdur olanlar” ile “mağdur olmayanlar” diye tanımlanan iki grup üzerindeki çalışmalarla hazırlanmıştır. Bu araştırma, gördükleri öğrenim, çalıştıkları işler, kendilerine sağlanan toplumsal ve ekonomik güvence ve genel olarak toplum içindeki yerleri gözönüne alındığında, var olan toplum düzeninde mağdur edilenler arasında yabancı düşmanlığına ve ırkçı eğilimlere çok daha az rastlandığını ortaya koymaktadır (bkz. Heitmeyer: 1992). Yabancılardan asıl yakınanlar orta sınıflardır. Bu sınıflar, yabancıların ülkeye iyice yerleşerek çoğalmalarından ve zamanla Alman toplumuna uyum sağlayıp merkezde söz isteyebileceğinden kaygılanmaktadırlar. Almanya’da siyasetçilerin genellikle orta sınıflardan yetiştiği dikkate alındığında, bu da yabancılar açısından kaygı verici bir durumdur. Burada üzerinde düşünülmesi gereken nokta, kapitalizmin geçirdiği bunalımdan doğrudan doğruya zarar gören kesimlerden çok, kapitalizmin nimetlerinden pay alan kesimlerin tedirgin olmasıdır. O halde şu gerçeği vurgulamak gerekir: Almanya’daki yeni ırkçılığı günümüz kapitalizmine bağlamak yeterli bir açıklama sayılamaz; asıl üzerinde durulması gereken nokta, Almanlık ideolojisinin taşıyıcısı olan orta sınıfların yabancı düşmanlığını körükledikleri gerçeğidir.
Alman ideolojisinin bir yönü de, devletin disiplin ve düzeni ön plana çıkaran, bireysel gelişmeyi hep bir özveri çerçevesinde büyük ve ortak bir kimlik içinde eriten ve kollektivite adına bireyselliği terbiye eden bir anlayışa dayanır. Bu anlayış Weimar Cumhuriyeti’nde doruk noktasına ulaşmıştı (bkz. Teber: 1990). Böyle bir ideoloji farkı olana, “başkası”na karşı hoşgörüsüzdür. Farklı olan, değişik bir ses çıkaran, çatlak ses çıkarmış olur; disiplini, ortak ruhu bozucu bir unsur olarak görülür o; dolayısıyla toplumda rahatsızlık yaratır. Bu rahatsızlığın psikolojik kaynağı kollektif bilince inanan bir kimsenin benliğinde bastırıp kendine yasakladığı zaafları bir yabancının serbestçe sürdürmesidir. Böyle bir psikoloji içindeki insanın yabancıya karşı öfkesi karmaşık duyguların bir ifadesi olarak ortaya çıkar. Yabancı bir bakıma gereklidir onun için, çünkü farklı oluşuyla ona üstünlüğünü kanıtlama imkânı da vermektedir.
Almanya’daki Türkler’in kimlik arayışlarını, daha doğrusu kimlik arayışı içinde buldukları radikal çözümleri yabancı düşmanlığından, yabancı düşmanlığının açıklamaya çalıştığımız özelliklerinden soyutlamak imkânsızdır.
Almanya’da yaşayan Türkler hem dinleri, hem de etnik kökenleri yönünden yabancıdırlar. Ama Türklük örneğin karaderililik gibi canlı bir ayırt edici özellikle de tanımlanamıyor. Aslında Türkler’in fiziksel görünümleri de Avrupalılar’ınkinden pek farklı değildir. Almanlar’ın Türkler’de yadırgadıkları şeylerin çoğu din kökenlidir; kurban kesmek, yüksek sesle ezan okumak, kadınların örtünmesi gibi... Kimi Alman araştırmacıları işte bu noktadan hareketle Türk kimliğini Müslümanlık’la açıklamak istemişlerdir. 1994’te Heitmeyer’in 15 ile 21 yaşları arasındaki, Almanya’da doğup orada yetişmiş 1221 Türk gencinin eğilimlerini tespit etmek amacıyla hazırladığı araştırmanın sonuçlarına göre, Almanya’da yetişmiş gençlerin yüzde 68’i İslâmiyet’in kendileri için önemli olduğunu, insanın hayatını dinin buyruklarına göre düzenlemesi gerektiğini söylüyor. Gençlerin yüzde 46’sı dinde herhangi bir modernleşmenin söz konusu edilemeyeceğine; yüzde 50’ye yakın bir bölümü de Almanya’da yaşasalar da hayatlarını İslâm’ın ilkelerine göre düzenlemeleri gerektiğine inanıyor. Heitmeyer’in araştırması (1997) Türkler’le ilgili sorunların o zamana kadar hep ekonomik ve toplumsal düzeyde ele alındığı, kültürün –yani din unsurunun– gözardı edildiği kaygısı ile hazırlanmıştır. Araştırmanın dolaylı bir biçimde göstermeye çalıştığı şey, Türkler’in “yabancı”lık konumlarını “kültürel” farklılıkları ile yarattıkları, Almanlar’ın onları yabancı gözüyle görmelerinin de anlaşılır bir şey olduğudur. Almanlar için önemli olan nokta budur, çünkü Alman yaşama biçimine yabancılık daha çok bu noktada kendini göstermektedir; dolayısıyla araştırma istenen sonucu vermiştir. Ereksel (teleolojik) bir mantığın ürünüdür bu tür çalışmalar. Bu mantığın uzak geçmişine bakarsak, Osmanlılar’ı İslâmiyet’le özdeşleyen 16. yüzyıl Avrupa’sının Türklük tanımını görebiliriz.
Gerçek durum bu kadar basit değildir. Bir kez, Almanya’da türdeş bir Türk toplumu yoktur. Gençler, Alevî, Sünnî, Yezidî ya da Türk, Kürt, solcu, sağcı, sosyal-demokrat, milliyetçi, köktendinci vb. gruplar ve dernekler içinde yer almaktadırlar (bkz. Karakaşoğlu: 33-34). Bu eğilimler Türkler’in yerleştikleri semtlere de yansımaktadır. Din, mezhep ve siyasî eğilim dışında da çeşitli eğilimler ile tercihler söz konusudur. Örneğin, Türkler’in yerleştikleri semtlerin tercih edilmesinde hemşehrilik bağlarının da belirleyici bir etmen olduğu gözlenmektedir. Dinle bağları bir hayli gevşek olan ya da Alman yaşama biçimine basbayağı uyum sağlamış Türkler de vardır. Kısacası, tek kelimeyle tanımlanabilecek bir Türk kimliği yoktur Almanya’da. Bu bakımdan, Müslümanlık da yetersizdir Türk kimliğini tanımlamak için. Müslümanlık, Türk kimliğinin belirgin bir farklılık yaratan yönüdür sadece. Bir Avrupalı’da bulunmayan bir kimliktir bu. Almanlar’ın görmek istedikleri de Türkler’in sadece bu yönüdür. İngiltere’deki Asyalı Müslümanlar, özellikle giyim kuşam biçimleriyle hemen fark edilen Müslüman kadınlar da Almanya’daki Türkler gibi aşağılanmakta, dışlanmaktadırlar. Modernliğin asimile edilemeyene karşı duyduğu “tiksinti ve nefret”in hedefi haline gelmiştir oradaki Müslümanlar da (Rattansi: 86).
Müslümanlar’ın ya da Hıristiyanlık dışındaki dinlere inananların yalnızca (ya da öncelikle) dinleriyle tanımlanması onları kimliklerini cemaat kimliğiyle tanımlamaya zorluyor. Onlar artık işçi kimliği ile değil, etnik ve dinî kimlikleriyle ayırt ediliyorlar; bugün Avrupa’daki yaygın eğilim budur. Böyle bir tanım söz konusu toplulukları içlerine kapanmaya zorlar. İçine kapanan insanlar o topluma yabancılaşır; bir başka deyişle, pre-modern bir dünyaya itilirler.
Modernite; ırkçılık, farklılık gibi kavramlar yaratırken, bu kavramların karşıtlarını da üretti; kardeşlik, eşitlik, özgürlük gibi. Yurttaşlık; kardeşlik, eşitlik, özgürlük kavramlarının bir üst basamağıdır.
Herkesin bildiği gibi, Fransız devriminden kaynaklanan, hukuk temeline dayalı yurttaşlık hakkı, toplumsal statü, etnik köken, renk, din farkı gözetilmeksizin bütün insanların kanun gözünde eşit olduğu ilkesine dayanır. Bu hakkın temelinde, bütün insanların ortak ihtiyaçları olduğu düşüncesi vardır. Bugün yabancı düşmanlığına karşı çıkan Alman yurttaşları Almanya’da yaşayan yabancılara yurttaşlık hakkı verilmesinin yabancı düşmanlığını önlemede çok etkili bir adım olacağı görüşünü savunmaktadırlar. Oysa Almanya’da yurttaşlık kan bağı temeline dayanır. Bu hakkın kazanılması, Alman kanunlarında büyük bir değişiklik olmadığı sürece çok zordur. Zaten bugün Almanya’da yaşayan 2 milyon Türk’ün sadece 126 bininin Alman yurttaşı olduğu düşünülürse, söz konusu hakkın ne kadar zor kazanıldığı daha iyi anlaşılabilir. Bu zorluklar aşılıp onlara yurttaşlık hakkı verilse bile, yabancı sorununu aşmada bu hakkın yeterli olmadığı başka ülkelerdeki uygulamalardan anlaşılmaktadır. Fransa’da doğan her çocuğun Fransız yurttaşı; İngiliz Uluslar Topluluğu ülkelerinden gelen herkes İngiliz yurttaşı sayılmaktadır, ama yabancı düşmanlığı bu ülkelerde de ortadan kalkmış değildir. Çünkü kanun önünde eşitliğe dayanan bu hak yurttaşlığı kavramı yurttaşın kültürel kimliğini dikkate almaz; oysa toplumdaki farklılaşmayı yaratan şey zaten, yaşama biçimi, dinî inanç, dil gibi kültürel nitelikli unsurlardı. O halde insanı hem kanun gözünde bütün yurttaşlarla eşit kılacak, hem de kültürel kimliğini korumasına izin verecek, daha yüksek bir yurttaşlık kavramına ihtiyaç vardır. Ama bu kavram insanlığın zihninde oluşmuş değildir henüz. Toplumun ortak bilincindeki, tek tek insanların zihnindeki yabancı fikri ortadan kalkmadıkça, bu sorunun çözülmesi imkânsız görünüyor.
Bauman, Zygmunt, 1997. Modernite ve Holocaust. Sarmal Yay., İstanbul.
Funke, Hajo, 1995. “Rechtsextremismus-Zeitgeist, Politik und Gewalt”. Rechtsextremismus Ideologie und Gewalt. Berlin.
Heitmeyer, Wilhelm, 1992. Die Bielefelder Rechtsextremismus Studie. Münih.
Heitmeyer, Wilhelm, 1997. “Islamisch-fundamentalistische Orienterierungen bei türkischen Jugendlichen”. Identitatsstabilisierend oder konfliktfördernd. Friedrich Ebert Stiftung, Bonn, s.11-26.
Karakaşoğlu, Yasemin, 1997. “Ich bin stolz ein Türke zu sein”. Identitatsstabilisierend oder konfliktfördernd. F. Ebert Stiftung, Bonn, s.27-38.
Kraushaar, Wolfgang, 1995. “Radikaliesirung der Mitte”. Rechtsextremismus Ideologie und Gewalt. Berlin, s.52-69.
Miles, Robert, 1997. “Günümüz Avrupası’nda Irkçılığı Açıklarken”. Irkçılık, Modernite ve Kimlik. Sarmal Yay., İstanbul, s.231-268.
Seidel-Pielen, Eberard, 1997. “Deutshclnad den Deutschen”. Identitatsstabilisierend oder konfliktfördernd. F. Ebert Stiftung, Bonn, s.51-64.
Seidel-Pielen, Eberhard, 1995. “Vom Judenhass zum Türkenproblem”. Rechtsextremismus Ideologie und Gewalt. Berlin, s.70-85.
Rattansi, Ali, 1997. “Postmodern Bir Çerçevede ‘Batı’ Irkçılıkları, Etniklikler ve Kimlikler”. Irkçılık, Modernite ve Kimlik. Sarmal Yayınevi, istanbul, s.25-110.
Rommelspacher, Birgit, 1995. Dominanzkultur. Berlin.
Teber, Serol, 1990. Politik Psikoloji Notları. Ara Yay., İstanbul.
Wieviorka, Michel, 1997. “Avrupa’da Irkçılık: Birlik ve Farklılık”. Irkçılık, Modernite ve Kimlik. Sarmal Yay., İstanbul, s.213-230.