JUAN GOYTISOLA
Marx’ların
Öyküsü
İletişim Yayınları
İstanbul 1997
Rara Avis*
GÜRSEL KORAT
1989’da Doğu Avrupa’nın üzerinde bir hayalet geziyordu: Komünizmin hayaleti. Marx ve Engels’in Manifesto’da alaycı bir dille yaptıkları bu hayalet eğretilemesi tersinden gerçeğe dönüşmüştü; reel komünizm ölmüş ve bir hortlak ilk kez eğlencelik malzeme haline gelmişti. Komünistler teknolojiden anlamayan, kara bakışlı, kafasız ve tutucu iktidar temsilcileri olarak yerden yere vuruluyorlardı.
Neler oluyordu? Sovyet devriminin insanlığa aşıladığı enternasyonalist ruh yeniliyor muydu? Yoksa Stalin’le birlikte enternasyonalizm rafa kaldırıldığı için yenilenen şey “ulusal sosyalizm” fikri miydi? İnsanlığın eşitlik ideali bir daha dirilmemek üzere mezara mı gömülüyordu? Tarihin sonu mu gelmişti? Artık büyük anlatılar yok olacak ve yaşam belirsiz ve amaçsız bir oyun olarak mı sürecekti? Neden sosyalizm eşitliği sağlayamamış ve kapitalizmin ekonomik ve ideolojik olarak iflasını hazırlayamamıştı?
Sovyetler’de piyasa iktisadının yayılması sonucu insanların büyük bir çoğunluğunun yoksulluğa itileceğini ve muhteşem bir geri dönüşün olacağını hayal etmek kolaydı ama, geriye dönüş için artık çekici ve muhteşem olan bir şey kalmış mıydı?
Sosyalizmin direnen son kalelerinden biri olan Arnavutluk da büyük bir gürültüyle çöktükten sonra, bu ülkeden ayrılan gemiler dolusu mülteci İtalya kapısına dayandığı zaman, “özgür dünya” sosyalizmin çöküşünü kutladığı büyük eğlence salonunun kapısına dilencilerin yığılıp içeriyi gözlediğini fark etmedi. Yoksul komşular birbirini boğazlamaya başladığında bile bu durum eğlencenin dozunu azaltmış değildi.
Juan Goytisolo’nun 1993’te yazdığı Marx’ların Öyküsü adlı romanı tam da bu atmosferde açılış yapar: Bari limanında bir gemi dolusu mültecinin “God Bless America” diyerek haykırışı her türlü kara mizah duygusunu yerle bir eden acılıkla belirir: Besili finoları, kırışık giderici kremlerinin beslediği yüzleri ve kışkırtıcı memeleri ile özgür dünyanın sahipleri, plaja dalmaya hazırlanan teke suratlı Arnavutları kaygıyla izlerler. Toprak sahiplerini, NATO görevlilerini, “komünizm öldü” diye bağıran TV yorumcularının seslerini bir çağrışımlar dizisi halinde ve şiirsel bir dille ardarda konduran yazar o korkunç soruyla yüzleştirir bizi: Sosyalizmin sonu böyle mi olacaktı?
Çünkü sosyalizm işportaya düşmüştü; “bilimsel sosyalizmin iki kurucusunun, Vladimir İliç ile yiğit Halkların Babası’nın fotoğrafları ve büstleri, muzaffer ve yenilmez kızılordu ceketleri, yıldızları ve şeritleri, Emek Kahramanları’na verilen madalyalar, pirinçten sputnikler, Jdanov realizminin temsilcisi desenler, beş yıllık plan çizimleri, yeni açılan petrokimya kompleksinde gülümseyen kadın ve erkek işçiler, yıkılmış rejimin kalıntılarından ve ideolojisinin acınacak artıklarından oluşan her türlü garip eşya” işportadaydı.
Marx’ın karısı Jenny ve hizmetkârı Lenchen, Moskova’dan çarlığın çift kafalı kartal amblemini taşıyan bayrakla gösteri yapan insanları izliyorlardı; Jenny kocasının büsbütün altına alaycı bir şekilde yazılmış “Beni affedin” yazısını okuyordu, bu henüz bir başlangıçtı.
Acınası alay! Oysa Marx “insanoğlunun varoluşunu belirleyen onun düşüncesi değil, toplumsal yaşamdır” dememiş miydi?
Oysa burada garip bir ironi de doğuyordu işte: Sosyalizm denen şey mi bu yeni dünya düzeninin ve köleliğin ideolojisini hazırlamıştı?
Paris’te Forum’da bir palyaçonun konuştukları çok düşündürücü değil mi:
“Gördüğünüz gibi bayanlar baylar ben gerçek bir Rus prensiyim! Geçimlerini sağlayabilmek için şoförlük yapmak üzere buraya gelenlerden değil, perestroika ve serbest piyasacılardan bir prens! Komünizmin, doktrinlerin ve ne yazık ki bir zamanların ünlü ama bugün dışlanmış Trier’li düşünürün zırvalarının gürültülü çöküşü, bana pek çok mülk ve arazi, Hazine bonoları, demiryolu ve madencilik şirketi hisseleri kazandırdı. (...) Gerçek şu ki bayanlar baylar, mali aristokrasinin, kilise ulularının ve ordu şeflerinin kalburüstü temsilcileri, bir İran havyarı kanapesinin fiyatının bugünkü değeriyle ruble olarak, tıp araştırmaları yapan dürüst bir yurttaşın aylığına eşit olduğu saraycıklarının resepsiyonlarında cirit atmaktalar!”
Acınası ironi! Sefiller doğudan batıya doğru, gelecekten bugüne doğru, eşitlikçi toplumdan eşitsizlik üzerine kurulu zalim ve rekabetçi dünyaya doğru kaçıyorlardı!
Juan Goytisolo, Marx’ın cinsel yaşamına ve gönül ilişkilerine olan eleştirileri de kitabının izleklerinden biri haline getiriyor: Marx’ın karısını hizmetçisiyle aldatması, buna karşılık Jenny’nin kocasına tam bir sadakatle çocuk doğurmaya devam etmesi ve kendilerine kalan mirasla büyücek bir ev alıp, orada yaşamalarını sağlaması nedendi? Marx’ın kızlarından Laura’nın Lafargue ile yaptığı mutsuz evlilik ve bu sahtekârın elinden çektikleri, kısaca Marx ailesinde kadınların erkekler karşısında ikinci sınıf vatandaşlar durumuna düşmesi çelişki değil miydi? Bu durum yıllardır Marx’la teorinin söz düzeni içinden ilişki kurmuş olanlar için acı verici sayılmaz mıydı?
Bütün bunlara Marx’ın karısının yanıtı Marx’ların Öyküsü’nün 116 ve 122. sayfaları arasında yer alıyor. Gene de şu alıntıyı yapayım:
“Hayatlarında bir kez olsun bile, beşiksiz doğup kefensiz ölen bir bebeğin sönüp gidişine, yoksunluk nedeniyle ne birini, ne diğerini bulamayan, iki pennylik bir tabut almak için çırpınan, pazarlık yapan, merhametli bir marangozun inayetine sığınan bir ailenin acısına şahit oldular mı? Hiç, mumdan yapılmış bir bebek gibi annesinin kucağında bir ayakkabı kutusunun içinde mezarlığa götürülen yavru gördüler mi? (...) İdeolojilerin sonu üzerine ahkâm kesenlere sorun lütfen, kaderin Marx’a ve bana biçtiği türden bir tek güne tahammül edebilirler miydi hayatlarında!”
Böylece Marx’ın çocuk emeğinin sömürülmesine, yoksulların yabancılaşmasına, tüm insanlığın özgürleşmesine yönelişinin psikolojik etkenleri görünür hale gelir. Aslında bütün bunların böyle tartışılıp tartışılamayacağı konusunda bir medya eleştirisi de geliştiren Goytisolo, romanını sipariş üzerine yazan bir romancı imiş gibi yazarak “medya mantığı”nı yerden yere vurur. Marx’la yaptığı “konuşma”da Marx’ın “Dünyayı yönetenler Karşı Enternasyonal kuranlardır; Dünya İşçi Birliği’ne karşı patronları birleştirenlerdir” yanıtını alan “romancı”, romanın bir bölümünde Modena Villası’nda dolaşır, bir kez daha bütün ezilenler ve açların yeryüzünün mayası ve tuzu olacağını söyler. Ancak bu sözlerin halkın hoşuna gidecek bir romanı oluşturmayacağını, Kapital’e ironik bir edebi kolye asmaktan öteye gitmeyeceğini fark eder. Çünkü yüzlerce Arnavut Amerika’ya gitmiştir, fakslardan Greetings From Dallas yazıları dökülmektedir ve yazara cennete gitmelerini sağlamasından ötürü kutlama mesajları yollamaktadırlar.
Yazar her şeyi çöp sepetine atar, çünkü hiçbir zaman Marx’ların Öyküsü’nü yazdığına inanmamaktadır.