Irkçılığı konu alan konuşmalarım genellikle yurtdışında oldu. Türkiye’de çoğunluğun dinlemek istemediği biriyim; kendimiz hakkında duymak istemedikleri şeyleri söylediğimden sanırım. Birlikte oynamakta ısrar eden bir oyunbozanım.
Geçenlerde de Fransa’daydım. Ama bu kez, kendini “Türkiyeli” olarak tanımlayanların veya Almanların değil, ilk kez Ermeniler’in davetlisiydim. Ermeni Diasporası Araştırma Merkezi’nin (CRDA-Le Centre de Recherches sur la Diaspora Armenienne) Paris’te 17 Nisan’da düzenlediği “1915-1998: Yırtılmadan Diyaloğa” panelinin konuşmacılarındandım; yayıncı, köşe yazarı Ragıp Zarakolu, sosyolog-yazar Taner Akçam ve Kürt Enstitüsü Başkanı Kendal Nezan’la birlikte. CRDA Başkanı Jean-Claude Kebabdjian’ın kolayladığı toplantıda Ermeni ve Türk toplumları arasında kopmuş olan iletişimi sağlamak hedeflenmişti. Kebabdjian toplantının önemini şöyle belirtti: “Ermeniler’de Türkiye’den gelen şeyleri aşağılamak vardı. Bu toplantı ile çok önemli bir etap aşılmış oluyor.”
İnsanın bazen dışarı çıkması iyi oluyor; bazı şeyleri öğrenmek, kendini tanımak için. Mesela anti-semitizm sözcüğünü ilk kez, Almanya’daki bir toplantıda öğrenmiştim. Mesela Taner Akçam’ın da yurtdışında olması iyi oldu; Almanya’da kaleme aldığı kitabıyla Türk aydınlarının yüz akı oldu. Ama Türkiye’de bir vakıf kuramadı, istediği çalışmaları yapamadı, yaşayamadı. Buna izin verilmedi. Belge yayınlarının kitaplarına da izin verilmiyor, toplatılıyor, yargılanıyor; Yves Ternon’un, Vahakn Dadrian’ın Türkiye’de okuyanı az, hak vereni ondan da az.
Fransa dediğiniz kocaman bir ülke, en azından 400 bin Ermeni yaşıyor,[1] en az 150 bin de Türk/Türkiyeli yaşıyor, Ermeniler kadar eski olmasa da. Ama biz kopuşu gözden geçirip diyalog yolları arayacak bir toplantı için Ermeniler’in davetlisiydik, Türkler’in değil. Demek ki bunun için henüz, hâlâ erken...
Ermeniler’in ortak tarihimize ve ayrı geçen zamanlara ilişkin neler düşündüklerini Fransa’da bir güzel öğrenip geldim desem yalan olur. CRDA “kopuştan diyaloga” diyerek el uzatmış, mikrofonu bize tutmuştu; 17 Nisan’da Ermeni konuşmacı yoktu. “Onlar” dinliyorlardı, kulak vermişlerdi sözlerimize. 22 Nisan’da Lyon’daki Lea&Napoleon Bullukian Vakfı’ndaki toplantıda ise Ermeni konuşmacıların dili Fransızcaydı ve ben diğer birçok dil gibi, Fransızcayı da bilmiyorum.
Bilincinde değildim ama, kendi çapımda meğer önemli bir şey yapıyormuşum diye de düşündüm Fransa’da yaşadıklarımdan sonra. Çünkü diyalog için ideolojik-politik somut bir önerim yoktu ama, çat pat Ermenicemle tek tek birçok insanla diyalog kurduğumu gördüm. Mesela Jean-Claude ile kaç akşam 40 dakikalık yolculuk yaptık ve bizim anlaşma dilimiz Ermeniceydi...
Paneli düzenleyenleri bilmem ama, izleyenler, diyaloğa daha çok ağırlık verilmesini beklermiş meğer. Kendi kimliğimden olduğundan, bu görüşteki Türk izleyicilerin memnuniyetsizliklerinden özellikle rahatsız oldum. Kopuşu, yırtılmayı herkes biliyormuş zaten -bence bu hiç belli olmuyor; dedikleri gibi olsaydı keşke- bilinen şeyleri tekrarlayarak zaman kaybetmek yerine, diyalog nasıl olacak o konuşulsaymış. Böylesi hayal kırıklığı içinde olan arkadaşlar şuna dikkat etmemişler sanırım: Biz konuşmacılar, panel konusu 1915-1918 tarihlerinin mağdurları değildik. Dolayısıyla mağdur olmayana düşen, barbarlığı ortaya koymak, yani önce suçun tespiti, ondan sonra bunun üzerine söz söylemektir. Bu yüzdendir ki, CRDA’nın panel başlığını çok doğru buldum: Yırtılmadan diyaloga. Mesela Taner Akçam’ın yırtılmayı, kopuşu, suçları ortaya koyan sunuşu olmasaydı, Ragıp Zarakolu’nun somut diyalog önerileri boşlukta kalacaktı. Bu diyalog ahlâki olmayacaktı. Biz mağdur olmayan taraf, daha çok uzun zaman “fracture”ü konuşmak, dinlemek, bu konuya katlanmak, tarihimizle yüzleşerek “zaman kaybetmek” zorundayız. Diyaloğu hak etmek için. Ayrıca, diyaloğa bu kadar hevesli olanlar, tamam belki Taner Akçam’ın “sınırları anlamsızlaştıracak bir demokratikleşme” önerisini çok soyut bulmuş olabilirler, ama neden acaba Ragıp Zarakolu’nun şu somut diyalog önerisi üzerinde durmadılar: “Her şeyden önce ahlâki bir yükümlülük olarak, Anadolu’da doğmuş olanlara ve onların soyundan gelenlere doğal yurttaşlık hakkı tanımak da bir lütuf değil, özür dilemenin bir biçimidir”.
Evet, CRDA sözcülerinin dediği gibi, Türkiye’de Ermeni tabusu bir konuşma konusu oldu nihayet. Hattâ birkaç yıl önceyle kıyaslayıp, coşup “herkes konuşuyor” demek bile mümkün belki. Konuşuyoruz da, ne konuşuyoruz, nasıl konuşuyoruz, nereye kadar konuşuyoruz, kimler nereden konuşuyor ve hepsinden önemlisi: Adını koyabiliyor muyuz?..
Bir de, neden konuşuyoruz? Sahi, ne oldu da konuşmaya başladık? Zihniyet değişmemişken nereden çıktı “tehcir” tartışmaları? Maurice Papon’un cezalandırılması haberinden yola çıkıp, Fransa gibi Türkiye’nin de tarihindeki kara lekelerden dolayı özeleştiri yapması gerektiğini söyleyip “darısı başımıza” diyen bir yazı nasıl oldu da yarıresmi bir gazetede yer aldı?[2] Oysa daha geçen yıl aynı gazetede, 1984’te Paris’in Alfortville semtinde açılan anıta Enis Berberoğlu “Sözde Ermeni Soykırım Anıtı”, “Kin Anıtı” adını vermişti.[3] Hatırlamak, anmak, geçen yıla kadar kin tutmak olarak algılanıyorken, bu sene nasıl bilincine varıldı, bir daha asla demek olduğunun?.. İtiraf özürü getirir, özür tazmini. Acaba maddi tazminat istenmeyeceğine dair bir ışık mı belirdi ufukta? Bir garanti mi alındı? Bunları benim bilmem mümkün değil.
Devletler arası arenada bir pardon ve hattâ bir de anıt dikip, hadi şimdi ticaretimize bakalım denmesi imkânsız görünmüyor bana. (İmkânsız değil ama çok zor. Daha iki sene önce Enver Paşa’ya anıtmezar yapılmışken, kurbanlar adına heykel yapılması, “nur içinde yatsınlar” denmesi için epey zaman geçecek.) Ama tabii, “düşük yoğunluklu savaşın” karşı tarafına kahredici yeni, yine “gavur” olan başka bir sıfat eklemek koşuluyla... Nihai barış, isimler sıfat yapılmadığı zaman gelecek galiba...
Sovyetler’in çöküşünden sonraki dağılmalar-birleşmeler, faks, internet, cep telefonu vs. ile iletişimin sınır tanımaz hale gelmesi, bavul ticareti ile artan ekonomik ilişkiler devletlerin hukuki ve politik yeni düzenlemelere girmesini gerektirdi gibi geliyor bana. Bu nedenle belki de, bazıları, özür dilenecek muhatap olarak Ermeniler’i değil, Ermenistan’ı kastediyor.
Benim kanaatime göre, kapıları açacak olan işadamları - beğensek de beğenmesek de. (Paranın ne zaman dini imanı oldu ki.) Patronların çıkarı bazen iyilikten yana da olabiliyor. Mesela bugün işadamları “Kürt sorunu”nun çözülmesini niye istiyor ki? Çıkarları var. İyi ki de var. En sahici ilişki iş dünyasındaki, aydınlarınki ise hayali: “Seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli”...
Ticari sırların ve devlet sırlarının hâlâ muhafaza edildiği Yeni Dünya Düzeni’nden değil ama, ben globalleşmeden; iletişimin sınır tanımaz hale gelmesinden, hukukun ulusalüstü hale gelmesinden, insan haklarının devletlerin içişleri olmaktan çıkmasından memnunum. Uluslararası hukuk millî politikaları sınırlıyor - elbette ki sadece sınırlıyor. AGİK, Helsinki belgeleri, AİHS, tartışmaları ister istemez bizi de etkiliyor. Mesela BM 1995’i Hoşgörü Yılı ilân ettiğinde, bizde de bir konferans düzenlenmiş ve orada bazı tabu konuların kenarından bari dolaşabilmiştik.[4] Ya da Avrupa Parlamentosu Yeşiller Grubu’nun Bilar’la düzenlediği “Avrupa’da Milliyetçilik ve Irkçılık” sempozyumundaki tartışmalar da bizi etkiledi. Mesela bu sempozyumdu o günlerde tahrip edilen Yahudi mezarlarının gündeme getirilebildiği yer.[5] Gündeme getirmek zorunda kalan ise, Stella Ovadia.
Bu yıl Şubat ayında yürürlüğe giren Avrupa Konseyi’nin Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşmesi’ni henüz imzalamayan dört ülke Türkiye, Fransa, Belçika ve Andorra. Irkçılığa karşı mücadele verirken bu tür belgeler, hattâ bu kadar yeni değil, eski tarihliler de çok önemli. Örneğin 1948 tarihli Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi gibi, 1968 tarihli Savaş Suçlarına ve İnsanlığa Karşı Suçlara Zamanaşımının Uygulanamazlığı Sözleşmesi’ne de bütün devletlerin taraf olmasını, bunlarla kendilerini bağlamalarını istemeliyiz. Gönülden değil, fiilen. Bunu özellikle belirtiyorum. Çünkü eğer Fransa’da tanıştığım bazı Ermeniler’in dediği gibi, Ermeniler’de “Türk tabusu” varsa, “daciklere” güven duymuyorlarsa, bu sadece tarihte yaşanlardan dolayı değil, bugünkü durumumuzdan da kaynaklanıyordur bence.
[1]24.4.1998, Agos
[2]Hadi Uluengin, 4.4.1998, Hürriyet.
[3]7.2.1997, Hürriyet.
[4]BM Mülteciler Yüksek Komiserliği, Helsinki Yurttaşlar Derneği ve Boğaziçi Üniversitesi’nin düzenlediği “Hoşgörü Yılında Mülteciler” konferansı, 22 Nisan 1995
[5]29-30 Nisan 1994.