Aslında her yıl oturup düşünüyorduk; halimiz ne olacak diye. Halimiz ortadaydı; biz gazeteciler ya da yaşamını gazetecilik yaparak kazananlar kendimizi her geçen gün daha da sıkışmış hissediyorduk. Koşullar daha iyiye gitmesi gerekirken “plaza”lar medyadaki insan unsurunu arka plana itmişti. Hepimiz neredeyse görkemli plazların uzantısı olmuştuk; ithal masaların birer parçası, önümüzdeki ekranların klavyeleri gibiydik. Tıpkı Sanayi Devrimi’nin ardından fabrikalardaki makinaların bir uzantısı haline gelen işçiler gibi... Biz değil, plazalar gazetecilere yön vermeye başladı, hâlâ da öyle. Zamanla plazaların mekanik, sokaktan ve yaşamdan soyut yapısı ister istemez birçok gazeteciyi etkiledi; istenen de oydu zaten. Önce fiziksel ardından zihinsel mekanikleştirme gerçekleştirdi. Tabiî gazeteciler başlarda pek farkına varmasak bile kısa sürede kapana sıkışmıştı bile. Önceleri siyasal iktidarların dümen suyuna gitme, ardından, özellikle Güneydoğu kaynaklı haberleri daha “dikkatli” yazma... Ve son olarak yazılanlara bizzat müdahale etme, işten çıkarma... Yani plazalar sadece birer yapı olarak kalmadı, bir yaşam tarzı olarak gazetecilere empoze edilmeye çalışıldı. Bunda da başarılı olundu.
Ama bu gelişmeden rahatsızlık duyan; işsiz kalmayı plazalara yeğleyenler olduğu gibi, plazalarda çalışmak zorunda olan ve plaza mantığının gazete ve televizyondaki yansımasına kendi çapında müdahale edebileceğine -ya da içinde bulunduğu durumu böyle rasyonelleştiren- inananlar da vardı. Ama onlar da hiçbir zaman “mutlu” olamadılar. Hep bir şeylerin eksikliğini hissettiler, biraraya geldiklerinde dert yandılar. Büyük bir çoğunluk dert yanmaktan öte bir şey yapmadı. Bu belki de ne yapılacağını bilememekten kaynaklanıyordu, belki kendilerine olan güvensizliklerinden.
Toplumun genel psikolojisi gazetecilere yansımıştı sanki; “ruh halleri” herhangi bir çıkış yapmaya uygun değildi; bir şeyleri (mi) yitirmiştik. En çok da güvenimizi... Ama sorunlar hep artıyordu; ya da sorunları olanların sayısı... Sonuçta bu yılın ilk aylarında önce küçük bir grup tek bir gündem maddesiyle bir kez daha biraraya geldi. “Ne yapabiliriz?”
Ve gazeteciler Meclis’i girişimi olarak ilk adım atıldı. İddiasız, net bir hedefi olmadan. Sadece “yaşadığımız sorunlar nelerdir? Sorunları nasıl aşabiliriz?” Gündem maddeleriyle biraraya gelenlerin ardından yüzlerce gazeteci aynı soruları sormaya başladı.
Peki hangi temelde buluşacaktı gazeteciler? Çünkü sorunlar temelde aynı görünse bile tartışmalar genişledikçe sorunların tahmin edildiğinden çok daha fazla, çok daha çeşitli olduğu ortaya çıktı. Bu önemli bir gelişmeydi; sorunların farkına ilk kez varılmıyordu, ama ilk kez bu kadar çok sayıda gazeteci aynı temelde biraraya geliyordu.
Mesleki sorunu olan ve var olan koşullardan hoşnut olmayanlardı biraraya gelenler. Gazeteciler Meclis’i girişiminin önündeki en önemli soru ise biraraya gelen insanların nasıl temsil edileceği idi. Yani gazeteciler bir örgüt kurmaya mı yönelecekti, yoksa birarada olmak öncelikle bir “duruşu” mu gerektiriyordu? Doğal olarak ikincisi tercih edildi. Çünkü var olan koşullarda zaten mesleki örgütler vardı. Birçok yönüyle eleştirsek bile toplantılara katılan gazetecilerin çoğu Gazeteciler Cemiyeti, Çağdaş Gazeteciler Derneği ya da Gazeteciler Sendikası’nın üyesiydi. Öyleyse var olan örgütlerin dışında belki de üstünde bir yapı oluşturulmalıydı. İşte birçok toplantı ve uzun tartışmalar sonucu karar kendiliğinden ortaya çıktı: Gazeteciler Meclis’i girişimi adı altında biraraya gelenler bir “duruşu” temsil edecek, gönüllü birliktelik esasına dayanacak ve diğer meslek örgütlerine alternatif olmayacaktı - en azından şimdilik. Çünkü erken çıkacak bir “örgüt” kararı Meclis girişimini doğmadan öldürebilir, tartışma, fikir üretme zeminini kaydırabilirdi.
Ve çalışma şeması da ona göre düzenlendi. Girişim “demokratik ve katılımcı” bir yapıya sahip olacak gazetecilik temelinde biraraya gelen herkese açık olacaktı. Başkanı, yönetim kurulu, lideri olmayan “herkesin” söz hakkı olduğu bir yapı düşünüldü ve hayata geçirildi. Ve bu temeller bazında yaklaşık 400 kişi biraraya geldi. Belki de birçok kişiyi şaşırtan ve sevindiren bu sayı katlanarak artacak gibi görünüyor. Bazı iletişim kopuklukları, ulaşılamayan bazı gazeteciler de gözönüne alınırsa bu mümkün görünüyor.
Meclis girişimini tanıtan “broşür”de bu birlikteliğin başlangıç noktası olarak Metin Göktepe’nin öldürüldüğü gün gösteriliyor. Ardından sıcak haberde dayağa hakarete marûz kalan gazeteciler, inisyatif kurdular, dayanışmayı öğrendiler deniyor. Evet Metin hayatıyla birçok şeyin öncüsü oldu. Bize gazeteci olarak birçok şeyi, aynı saldırının hepimizin başına gelebileceğini hatırlattı. Gazeteci olduğu için öldürüldü.
Evet, kendimizi korumaktan öte, suskun kalmamayı, itiraz etmeyi ve karşı koymayı öne çıkarmayı öngörüyor broşürde yazanlar. Öneriler arasında var olan mesleki örgütlere sahip çıkmak gerektiğine de değiniliyor. Bunun en somut örneği Gazeteciler Cemiyeti seçimlerinde yaşandı. Bugüne kadar seçimlere ilgisiz kalanlar, bir yaşlılar kulübü havasındaki cemiyete soğuk duran yüzlerce kişi, ilk kez sandık başına gitti ve ideal olmasa bile olabilecek en demokratik listeye oy verdi. Aslında bu Meclis girişiminin ilk sınavıydı. Birçok kişiyi seferber ederek sınavdan başarıyla çıktı. Ardından Aydın’da polis saldırısına uğrayan gazeteciler havaalanlarında karşılandı, saldırı protesto edildi. Bu arada toplantılar, tartışmalar devam etti. Toplantılarda en dikkat çekici ve Meclis’in dinamiğini oluşturacak öneri “refleks” önerisiydi. Yani tüm basın örgütlerinin dışında durup, olaylara anında tepki vererek dinamizmi, inandırıcılığını ortaya koymak, ya da diğer örgütleri harekete geçirmekti önerilen. Çünkü bu kadar fazla sayıdaki gazeteciyi belli kurallar içinde sıkıştırmak hem hatalı hem de nereye evrileceği henüz belli olmayan bir birliktelik için erkendi.
1 Mayıs’ta gazetecilerin MHP’lilerin saldırısına uğramasının ardından Gazeteciler Cemiyeti devreye sokulmuş ve saldırı protesto edilmişti. Tepki yerinde ve zamanındaydı. Ancak eleştiri de aldı. Tepkiyi eleştirenler daha emekleme sürecinde olan bir girişimin bu kadar fazla sokağa dökülmemesi gerektiğini söylüyor ve içe dönük tartışma ve çalışmaların yoğunlaştırılmasını istiyordu. Ancak gerektiği yerde tepki göstermemek çoğunluk nezdinde girişim inandırıcılığını azaltacak gibi görünüyor. İçe dönük çalışmaların ise yoğunlaşarak devam etmesi yerinde bir karar.
Tabiî Meclis girişiminin karşılaştığı en zor durum, geçtiğimiz ay Mehmet Ali Birand’ın işten çıkarılması ve Cengiz Çandar’ın yazılarını getirilen sınırlamaydı. Özellikle Cengiz Çandar’ın gazeteciler arasında pek iyi anılmaması, yaptıklarının ve yazdıklarının birçok kişi tarafından paylaşılmaması, Meclis girişimini ikilemde bıraktı. Her iki yazarın kişilikleri politik görüşleri ve “duruşları” paylaşılsın veya paylaşılmasın bu davranışın protesto edilmesi gerektiğini savunanlar oldu. Açıkça dile getirilmese bile birçok kişi bir protesto metni hazırlanmasına soğuk baktı. Protesto metni üzerinde tartışma çıktı. Sonuçta bir imza kampanyası başlatıldı, ama olayın üzerinden 10 gün geçmesine rağmen imzaların akıbeti meçhuldü. Ve bir anlamda Meclis girişimi refleksini gösterememiş ve imza kampanyası başarısız olmuştu.
Bu davranış bundan sonra karşılaşılacak durumlar için bir ipucuydu aslında. Gazetecilik temelinde baskıya uğrayan her kim olursa olsun tepki gösterilecek mi, yoksa başka ölçütler mi aranacak? Birçok gazetecinin bu sistemden beslendiğini, sistemle içiçe geçtiğini, hattâ sistemin yeniden üretilmesine katkıda bulunduğu biliniyor. Hattâ bazılarının gazeteci değil, tetikçi, iş takipçisi olduğu haber atlama uğruna her türlü ahlâksızlığı yaptığını, günü kurtarmak için türlü asparangasa imza attığını, haberci-haber kaynağı ilişkilerinin farklı boyutlara ulaştığı, hattâ insanların hayatını tehlikeye atma pahasına “gazetecilik” yapanlar olduğunu da gizlemeye gerek yok. “Etik” konusunun en çok ele alınması gerektiği bir dönemde gazeteciler meslekleri temelinde mi yoksa başka ölçütlere göre mi değerlendirilecek. İlk başta ve açık yüreklilikle tartışılması gereken bu sanırım.
Meclis girişimi son kertede umut veren bir çıkış. Ama yaşanacak handikapları da şimdiden görmek gerekiyor. Var olan dinamizmi kaybetmemek için hem dışarıya hem de içe dönük çalışmaları devam ettirmek gerekiyor. Fazla göze batmayalım mantığı ile kendi içine kapanık bir süreç yaşanması kadar, sadece dışarıya yönelik faaliyetlerde bulunması da yanlış.
Olaylar karşısında zamanında tepki vererek hem inandırıcılığı sağlamak ve Meclis girişiminin bir güç olduğunu kanıtlamak, projeler üretmek, mesleki örgütler üzerinde baskı kurarak onları ikaz etmek. Ama her şeyden önemlisi kısır tartışmalara ve aceleciliğe yer vermeden, daha tartışmacı, daha katılımcı bir süreci hayata geçirmek ama aynı zamanda somut adımlar atmak. Belki de daha çok hayal etmek. Ama önce “etik” diyerek. Çünkü bugünlerde en çok ihtiyaç duyduğumuz bu olsa gerek.