İTO seçimleri 3 Mayıs Pazar günü yapıldı. Demokratik Katılım Grubu (DKG), Güçbirliği ve İdealist Hekimler (İH) adlarında üç listenin katıldığı seçimlerde kullanılan üç bin civarında oyun dağılımı ise şöyle oldu: Güçbirliği 1400 civarında, DKG 900 civarında, İH 700 civarında.
Bu yazı, seçimler üzerine bir yazı olmaktan daha çok, DKG’yi sahip olduğu pozisyonu ve yönelimleri itibariyle bir kez daha tartışmak amacını güdüyor. Dolayısıyla, seçimlerden kısa bir süre önce DKG’den ayrılarak oluşmuş olan Güçbirliği grubunu da. Anlaşıldığı kadarıyla sağın çeşitli fraksiyonlarını biraraya getiren İH grubu burada söz konusu edilmeyecek.
1980’lerin sonunda Demokrat Hekimler daha sonra DKG adını alan grup/hareket;
1) İdeolojik pozisyonu bakımından; toplumu canlı bir organizma analojisi içinde ve o analojiden hareketle farklı meslek ve çıkar gruplarının uyumlu toplamı ve bütünlüğü olarak düşünen ve vazeden, dolayısıyla o uyumun ve bütünlüğün yani genel bünyenin selameti açısından daha ‘aşağı’ organ ve uzuvların ‘üsttekilere’ tâbiyeti gibi çağrışımlar da taşıyan egemen korporatist ideolojiden radikal bir kopuşu temsil ediyordu. Hekimleri ezilen sınıflar kategorisi içinde, kamu emekçisi ve tabip odalarını da o hekimlerin öz örgütleri olarak mütalaa ediyor, hekimlerin kendi özlemleri doğrultusunda örgütlenmelerini ve sağlık sektöründeki bütün karar süreçlerine emek eksenli bir hattan müdahil olmalarını öngörüyor, o iddiayı mümkün ve hakiki kılacak bir konum benimsiyordu.
2) Politik pozisyonu bakımından; kurulu düzenin hâkim işleyiş modeline uygun olarak, politik alana/pratiğe ayrıcalıklı ve başat bir rol biçen ve politikayı da mevcut çıkar ve güç dengeleri sisteminde uygun konumları almak ve gerekli manipülasyonları kıvırabilmek olarak anlayan düşünüş dünyasından uzaklaşmaya çalışıyordu: Deyim yerindeyse politikayı bizzat kendi hayatlarımızı dönüştürmek olarak tarif ediyor, kişisel olanın ve insanların birbirleriyle kurdukları her türden ilişkinin esasında politik olduğunu fark ediyor, bu anlamda farklı bir hayat ve insan görüşüne yaslanmayı gerekli buluyordu. Bu bakımdan kendisini bütün hekimlerin deneyimlerine, yaratıcı kapasite ve yeteneklerine muhtaç ve mecbur hisseden, orada bir eşitliği mümkün gören etik bir konuma yükseliyordu. Böylece politikanın içeriğini insanilik ve hayal gücünün bütün imkânlarıyla bir kez daha zenginleştirerek; ‘bizi nasıl bir hayatın beklediği en çok kafalarımızın içinde ne olduğuna bağlıdır’ demeye cesaret ediyordu. Böylesi bir politik zihniyetin sonucu olarak, Tabip Odası’nı, faaliyetimizi yürüttüğümüz bütün çalışma ortamlarında bireysel inisyatiflerimizi boğan, söz ve karar süreçlerine katılmamızı engelleyen, her şeye rağmen para kazanmayı, başkalarının ayağını kaydırarak statü ve kariyer edinmeyi, bencilleşmeyi, kültürsüzleşmeyi yayan, hayatımızı, ilişkilerimizi ve geleceğimizi yukarıdan aşağıya düzenekler içerisinde ve otoriter tavırlarla belirlemeye çalışan egemenlik tarzlarına karşı yürüttüğümüz mücadelenin imkânı ve temsilcisi kılmaya yöneliyordu. Tabip Odası’nı, her durumda kendimizi ifade edebilmenin, olanca zenginliğimiz ve eylemliliğimizle var olabilmenin, tüm toplumsal ve meslekî faaliyetlerimizi bizim örgütlememizin, kaderimizi ellerimize almamızın zeminlerinden birisi yapmanın imkânlarını arıyordu. Tabip Odası’nı, bir mücadele örgütü olarak tahkim etmenin yanısıra, belki ondan daha çok kurucu özneleri olacağımız bir hayat ve geleceği mümkün kılmanın, o kuruculuk vasfına tâbi kılmanın yollarını arıyordu.
3) Yönetim anlayışı ve örgüt modeli ve işleyişi bakımından; yönetenler ve yönetilenler ikiliğini aşmayı amaçlıyordu. Bütün kurulu düzenlerin; doğal, ilahi vb. kertelere yapılan atıflar sayesinde o ikiliği ve ilgili hiyerarşik yapılarını meşrû gösterebildikleri ölçüde kendi varlıklarını sürdürdüğünün bilgisiyle; kendi örgüt tasarımında ve eyleminde yöneten/yönetilen ayrımının aşılabilir olduğunu göstermeye çalışıyor, bir doğrudan demokrasi projesinin zeminlerini yaratmaya çalışıyordu. Zira yöneticilik vasıfını; uzman, bilgili vb. olmak gibi güya nesnel birtakım ölçülere dayandırarak benimseyen bir pozisyon alırsak, devletin ve yetkililerinin, sağlık bakanlarının ve oradaki uzmanların bizim üzerimizde her türden tasarrufta bulunarak hayatlarımızı lime lime etmelerine karşı çıkmanın hiçbir gerekçesinin kalmayacağını biliyordu. Kaldı ki, hayat ve bizler, dolayısıyla tercihlerimiz ve taleplerimiz sürekli değişiyor ve belli bir anda doğru, kendi içinde uyumlu ve temsil kapasitesine sahip görünen bir yönetim organının o vasıflarını hızla yitirmesi kaçınılmaz oluyor. O yüzdendir ki, DKG, listesindeki bütün adaylarını ön seçimle belirleyegelmiş, asıl vurguyu yönetim kuruluna değil, her birimizin yetenek, kapasite, kavrayış ve düşünce ufku bakımından eşit oluşu üzerine, yani kendi hayatlarımız üzerinde bizzat kendimizin tasarrufta bulunabilme potansiyellerimize, yani kendi kendimizi yönetebilme vasfımıza, Temsilciler Kurulu’na yapmıştır. Seçenlerin seçtiklerini/temsilcilerini her an geri çağırabilmesi hakkını/ilkesini benimsemiştir.
4) Aynı anlama gelmek üzere; saptadığı program hedeflerinin ve öncelikli alanların pekâlâ başka gruplarca da benimsenebileceği ihtimalinden hareketle, kendi ayırdedici vasfını başka bir yerde aramış ve kendi sözünde/eyleminde o arayışın sonuçlarını temsil edebildiği ölçüde otoriter/bürokratik eğilimin ve geleneğin karşısında özgürlükçü/demokratik bir hat geliştirmiş ve orada yer almıştır: Hem bizzat kendi yarattığı zeminlerde hem de hekimlerin çalıştığı bütün ortamlarda farklı hekim topluluklarının, farklı taleplerin ve tercihlerin varlığını esas alan ve kabul eden bir bakış açısıyla, hekim örgütünün meşrûiyetini o farklılığın, o talep, ihtiyaç ve tercih çokluğunun temsil edilebilmesinin bütün kanallarını açmakta, bütün farklı görüşlerin herkese eşit derecede seslenebilmesini garanti altına almakta aramıştır. O arayışın doğal uzantısı olarak her aşamada seçimi -kendi adayları da dahil olmak üzere ve bütün hekimlere duyurularak- benimsemiş ve Temsilciler Meclisi projesini geliştirmiştir.
Bir şey daha; DKG geleneği, bütün sağlık çalışanlarının ’80’lerin sonundan itibaren yürüttükleri kahramanca mücadelenin deneyimlerine ve birikimine dayanarak, o mücadelenin sonuçları, hataları ve zaafları özümsenerek kurulmuş ve zenginleşmiştir.
Yukarıda çerçevesi çizilmeye çalışılan bütün eksenler ve alanlar boyunca ciddi kırılmalar ve anlam kaymaları, beceriksizlikler, inadın ve ısrarın miktarında azalmalar elbette olmuştur. Başka ne bekleniyordu ki. Zira o geleneğin şahsında temsil edilenler aynı zamanda bir ufka işaret ediyordu: Nerede olursak olalım ve sürekli olarak yeniden keşfedilmesi ve fethedilmesi gereken bir ufka. Ama yine de şunları eklemeli: Belki o olağanüstü keşfi, muhtemel bütün sonuçlarını içermeye çalışan bir yaşam pratiğine tercüme etmek için gereken tecrübeye sahip değildik. Belki rutin ve geleneksel olanın dayanılmaz rahatlatıcılığı ve bildik halinin, bir keşfin mecburen taşıdığı riskler ve belirsizlikler karşısındaki ağırlığı çok fazlaydı. Zira riskleri bilmek bir tolerans gerekliliğinin idrakinde olmaktır ve o tolerans için yeterli donanımdan yoksunduk. Bir de acıyı göğüsleyemedik belki: Kendi düşünsel serüvenini aynı zamanda; ağırlığı üzerimize bir karabasan gibi çöken o anlamsız, kısır ve paralize edici varoluşumuzu, zengin, üretken ve anlamlı bir eylemli varoluş tarzına dönüştürmenin bir imkânı olarak kullanmaya çalışırken marûz kalınan acıyı. Aynı yıllarda (’80’lerin sonunda) kamu çalışanları sendikal hareketinin filizlenmeye başlaması da, eski alışkanlıklarımızla örtüşen bir tarzda ve hiç olmazsa sağlık çalışanları açısından hem TTB’nin hem de bugünkü SES’in varlık alanları ve işlevlerinde bir daralmaya yol açmış görünüyor: Yeni hayatın ekonomik, politik, ideolojik, kültürel veçhelerinin bizim zihinsel soyutlamalarımızdan ibaret sayılmayıp, onlara hakiki karşılıklar arama ve hayatın bütünlüğünü gözardı eden ve tekabüliyeti fiilen ve yapay bir biçimde zorlama çabası da o faaliyeti güdükleştirmiş olmalı.
Ve Güçbirliği Grubu’nun burada anılan hiçbir şeyle hiçbir ilgisi bulunmuyor. Kısacık ömrüne sığdırdığı ‘olağanüstü’ performansı ve eyleminin gösterdiği şey budur: Bugün Türkiye’de yukarıdan aşağıya ve devletin toplumla kurduğu otoriter ilişkiden beslenerek sürdürülmekte olan; emeğin talepleri başta olmak üzere toplumdaki bütün farklı taleplerin ve farklılık çizgilerinin bastırılarak ve silinerek homojen/yekpare bir toplum yaratılması ve büsbütün sağa kaymış bir merkezin biraz daha ortaya çekilerek iyice tahkim edilmesi, sadece merkezden ibaret bir siyasal düzen oluşturulması projesinin tam içerisindedir. O proje, totaliter bir zihniyete yaslandığı ölçüde ve ideal ile ideal-olmayan, doğru ile yanlış arasında yaptığı mutlak ayrımlar uyarınca toplumda paranoid bir atmosferin yayılmasına neden oluyor ve ‘benimle birlikte/benden olmayan düşmanımdır’ tavrını kışkırtarak genel bir çözülmenin zeminini hazırlıyor. Bizim hiçbir zaman özüne vakıf olamayacağımız birtakım kifayet testleriyle ‘konularının ve alanlarının uzmanlarını’ belirleme çabasıyla, o kifayet testlerinin temel bir ayrım uyarınca pratisyenleri, asistanları ve sıradan uzmanları elemek ve şefleri, profesörleri ve özel hastane başhekimlerini seçmek esasına göre oluşturulmuş olmasıyla, ‘uzmanlardan’ oluşan uyumlu bir Tabip Odası yönetimini alamet-i farikası saymasıyla asıl vurguyu Temsilciler Meclisi’nden alarak tekrar yönetim kuruluna yapmasıyla, dolayısıyla farklılığa ve farklı görüşlerle birarada bulunma karşısında sergilediği kuşku ve güvensizlikle yani ön seçimi zûl addetmesiyle, kendi pozisyonunu netleştirmek ve anlatmak yerine kendinden/kendi gibi olmayanı kadim ‘bölücüler, aşırı uçlar, marjinal gruplar, şeriat destekçileri’ söylemiyle izole etmeye çalışmasıyla, belki de aynı söylemi kuvvetlendirmek, ötekine bir marjinallik görüntüsü vermek üzere kendi listesini aşırı zorlamış oluşuyla o merkez projesinin içerisinde yer almıştır. Ama işte Prof. Dr. Orhan Anoğul’un Güçbirliği listesi kazanmış ve DKG kaybetmiştir. Sonuç budur. Yani kurulu düzen ve onun argümanları, ustalık, işbilirlik ve işbitirirlik, profesyonellik, güç ve çıkar dengelerini gözetme, hesap-kitap karşısında acemilik, amatörlük, heyecan, kalp çarpıntısı, umut, hayalgücü, imkânsız denilen bir şeyi, hayatlarımızı ve geleceğimizi isteme cüreti, ‘aşağıdakiler’ bu kez -bir kez daha- yenilmiştir. Emeği geçenleri tebrik ediyor, başarılar diliyorum!