“Burjuvazi, egemen olduğu her yerde, bütün feodal, patriyarkal, asude ilişkilere son vermiştir. İnsanı ‘doğal efendileri’ne bağlayan karmaşık feodal zincirleri hoyratça koparmış, insanla insan arasında, salt kişisel çıkardan, duyarsız ‘nakit ödeme’den başka hiçbir bağ bırakmamış ve dinsel coşkunluğun, duyarlılığın ulvi heyecanlarını, bencil hesapların buz kesmiş sularında boğmuştur. Bireyin onurunu değişim değerine çevirmiş ve yok edilemeyecek sayısız fermanlı, ayrıcalıklı özgürlüğün yerine vicdansız ticaret özgürlüğünü koymuştur. Sözün özü, burjuvazi, dinsel ve siyasal hayallerle örtülü sömürünün yerine, açık, dolaysız, kaba ve hayasız sömürüyü geçirmiştir. (...) Burjuvazi, üretim araçlarını, dolayısıyla üretim ilişkilerini ve bunlarla birlikte toplumun bütün ilişkilerini durmadan devrimcileştirmeksizin var olamaz. Oysa eski üretim biçimlerinin olduğu gibi korunması, daha önceki egemen sınıfların varoluşlarının ilk koşuluydu. Üretimin durmaksızın devrimcileştirilmesi, bütün toplumsal koşulların aralıksız altüst oluşu ve bitmek bilmeyen bir belirsizlik ve çalkantı, burjuva çağını daha önceki bütün çağlardan ayırdeder.” (Komünist Manifesto)
’80’li yıllarda dünya bir neo-liberalizm dalgasına marûz kaldı. Marx ve Engels’in Manifesto’nun başlangıcında söz ettikleri “komünizm hayaleti”ne benzer bir dalgaydı bu. Ya da o kadar gerilere, artık unutulmaya yüz tutmuş tarihe gitmeyelim; günümüzün ortalığı kasıp kavuran El-nino’suna benzetelim.
Bu dalga o kadar etkili oldu ki, o ana kadar insanlığın eşitlik ve özgürlük adına geçmişten günümüze taşıdığı ne varsa, bu dalgaya kapıldı gitti. İnsanlığın “tarih öncesi”ne dönüldü adeta.
Şimdilerde bu dalganın sonuna geldiği tartışılıyor. Avrupa’da yeni-muhafazakâr iktidarların değişmeleri, ekonominin dinselleştirilmesinin/kutsallaştırılmasının yayılan kriz ile birlikte “profan” düşüncelere yol açması, özgürlükçü-eşitlikçi yeni arayışların dillendirilmeye başlaması...
Bunların her biri bu dalganın sona eriş emareleri de olabilir, olmayabilir de. Bunu daha uzun bir süre tartışacağız sanırım. Ve de ancak tartışarak bu dalganın yol açtığı tahribatı giderme yolları arıyacağız. Bunu yaparken de Marx’ın şu sözlerine kulak vereceğiz:
“... Fakat geleceği inşâ etmek ve gelecek bütün zamanlar için her şeyi halletmek bizim işimiz olmadığına göre, şu anda yapmamız gereken açıktır; var olan her şeyin insafsız eleştirisinden söz ediyorum; hem kendi varacağı sonuçlardan hem de yerleşik güçlerle çatışmaya girmekten korkmayacağı anlamında insafsız.” (A. Ruge’e Mektup - Eylül 1843)
Marx ve Engels yukarıdaki epigrafta kapitalizmin şafağında burjuvazinin toplumsal değişimde oynadığı çok önemli rolü edebi bir dille anlatırlar. Kapitalizmin müthiş dinamizmidir ilgilerini çeken: “üretimin durmaksızın devrimcileştirilmesi”. Çünkü bu dinamizm, insanlığın özgürlük ve eşitlik arayışının maddi imkânlarını da sunmaktadır, onlara göre.
Bu satırların yazılmasının üzerinden 150 yıl geçti. Bizzat yazarlarının yaşadığı, görmeseler bile, yaşanacağına yürekten inandıkları devrimci dalgalar yaşadı insanlık. Ve sonra yazıya giriş yaptığım neo-liberal dalgaya yakalandık. Tarihin gitgide hız kazandığı bu dönemde, “tarihin sonu” ilân edildi, dönemin ideologlarınca. Oysa bu kapitalizmin bizzat kendi mantığına aykırıydı. Bir anlamda burjuvazi artık tarihi durdurmak istiyordu. Belki de bu, kapitalizmin tarihiliğine bir karşı duruştur.
Yaşadımız bu döneme Ahmet İnsel’in aktardığı gibi “eşitsizlikler yeni çağı” adını verenler var. İnsel’in deyişiyle “yeni adaletin sosyal adalete karşı açtığı savaş, kazananların parsanın tümünü topladıkları acımasız savaş” (Ahmet İnsel, “Kazananlar Herşeyi Cepliyor”, Yeni Yüzyıl, 3.12.98) döneminde yaşıyoruz.
İşte yaşadığımız böylesi bir dönemde, siyasette ciddi bir temsil krizinin yaşandığını; bununla birlikte dönemin tüm dünyada gözlemlenen özelliklerinden biri olarak işadamlarının siyasete inmelerini1 görmekteyiz. Evet ne olmuştur da, Marx’ın “modern devletin yönetimi, tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir” diye basitleştirdiği burjuvazi-devlet ilişkileri, burjuvazi için tatmin edici olmaktan çıkmıştır; neden devletin dümenine bizzat geçmek istemektedirler? Bu ayrı bir yazı konusu olacak kapsamda bir sorudur.2 Bunu başka bir yazıya bırakarak, Türkiye’de işadamlarının siyasete girişleri sonucu doğan beklentileri ve tezahüratı tasvirle yetinelim.
Türkiye’de işadamlarının siyasete daha belirgin bir biçimde girişleri 12 Eylül sonrası dönem ve özellikle de, “vahşi kapitalizm”e geçişte birçok alanda ilkleri gerçekleştiren ANAP’la olmuştur. Birçok işadamı, bu partiden milletvekili ve bakan olmuştur.
Ardından “sancak açma” diyebileceğimiz YDH dönemini görmekteyiz. TÜSİAD eski başkanı Cem Boyner, sermayenin de epeyce desteğini alarak bir hayli iddialı çıkışıyla siyasete girmiştir.3
Bu arada hızını alamayıp liberal görüşlerini futbola kadar uzatıp, “golü engelleyen” kuralların kaldırılması için FIFA’ya başvuran turizmci Besim Tibuk’un LDP girişimini de -“deli dolu” bulunup ciddiye alınmasa da- unutmamak gerekiyor.
Bir de birazdan ele alacağımız görüşlere ilham veren, işadamlarının dolaylı da olsa siyasete bulaştıkları raporlar var. TOBB’nin Doğu Ergil’e, TÜSİAD’ın Bülent Tanör’e hazırlattığı tartışmalara ve tepkilere yol açan raporlar.
İşte tüm bu gelişmeler, bazı yazarlarca büyük bir sevinçle karşılandı ve teorize edilmeye çalışıldı.
Eski bir Aydınlıkçı, neo-liberal dönemin extrem-liberali Hadi Uluengin’le başlayalım.:
“... şimdi en demokratik katman niteliğini de hakeden bu öncü kesimin arkasında ona müttefik sınıflar ve kısmi bir ‘intelligentsia’ da saf tutuyor.
Türkiye’de ilk defa, burjuvazi tarihi misyonunun şartlarına kavuşuyor. (...)
Modern Türkiye, ‘uzlaşmamayı göze alacak’ ve Ankara’da yelken mayna etmeyecek öncü ve meşru burjuvaziden işaret bekliyor.”
(Hadi Uluengin, “Uzlaşmayan Burjuvazi”, Hürriyet, 20.7.95.)
Neo-liberalizmin atak temsilcisi Uluengin, görüldüğü gibi burjuvaziye verdiği payelerde oldukça cömert: “en demokratik katman”, “modern Türkiye”nin işaret beklediği bir “öncü”.
Hadi Uluengin’le aynı siyasî gelenekten gelen Şahin Alpay da muradını oldukça açık ifade ediyor:
“Öyle bir noktaya geldik ki sanki bugün Türkiye’yi, başarılı olmak için rasyonel davranmak; etkin ve verimli çalışmak; kaynak israf etmemek gerektiğini bilen işadamları yönetse, barış ve demokrasi içinde kalkınma davasında çok daha hızla ilerleyeceğiz.”
(Şahin Alpay, “Türkiye’yi İşadamları Yönetse”, Milliyet, 3.10.1995.)
Yine aynı gelenekten, eski bir hızlı Aydınlıkçı4 Gülay Göktürk de eski teorik donanımından da yararlanarak olaya tarihsel bir boyut kazandırıyor: “Nefesimi tutup bütün cesaretimi toplayıp bir seferde söylemeye çalışayım: (...) burjuvazinin, özellikle de onun iyice palazlanmış kesiminin, toplumun en dinamik ve en dönüştürücü kesimi olduğuna inanmaya başlıyorum. Belki 1789’daki gibi jakoben değiller ama, barutlarını daha idareli kullanıp hala topluma öncülük ediyorlar. Çünkü her toplumsal açmaz herkesten önce onların başına patlıyor.”5
(“‘Şiş Göbekli Patronlar’ Temiz Toplum Tartışıyor”, Yeni Yüzyıl, 19.1.1995.)
İki yıl sonra Göktürk daha önceki yazdıklarının doğrulanmasının getirdiği bir kıvançla, TÜSİAD’ın girişimi için“güzel bir gelişme yaşanıyor” diye başlıyor sözlerine ve sürdürüyor:
“[burjuvazi]... siyasi baskıları da göze alarak kolları sıvıyor. (...) dünyadaki küreselleşmeyi, toplumdaki bütün sınıf ve zümrelerden daha iyi anlıyor...” ve bizlere şu öğüdü vermekten de geri durmuyor:
“Artık, şu arkaik zengin düşmanlığını bir yana bırakalım. Evet onlar bizden çok daha fazla kazanıyor, bizden çok daha iyi yaşıyorlar. Ama istedikleri kadar çok harcasınlar, tükettikleri ürettiklerinin yanında devede kulak...” (Gülay Göktürk, “Burjuvazinin Barutu”, Yeni Yüzyıl, 21.1.1997.)
Şimdiki yazarımız ise halen Aydınlık’ta yazıyor. Genelde yukarıdakilere çok ters bir pozisyonu var gibi gözüküyor, ama bu konuda değil, o da TÜSİAD’ın raporunu “bu kadar köktenci olmasını beklemeye cesaret edemiyordum” diyerek coşkuyla selamlıyor:
“... muazzam tarihi bir çıkış yapıyor. (...) büyük burjuvazi harekete geçmeden köktenci bir dönüşüm olmazdı. (...) Türkiye’de demokrasi ve sivilleşmede bir Milad’dır. (...) kutlu olsun”
(Baskın Oran, “Türkiye Büyük Burjuvazisi: Tarihî Misyon, Nihayet!”, Aydınlık, 26.1.97, sayı 501.)
Son dönemin cesur yazıları yüzünden devletle sıkıntı yaşayan yazarlarından Ahmet Altan da sola yeni bir misyon bulanlardan:
“Bugün Türkiye’de en devrimci, en ilerici kesim hiç tartışmasız ‘sanayiciler’, en keskin eleştiriler, en açık çözüm önerileri, en cesur yaklaşımlar onlardan geliyor. Patronlar, toplumda, ‘ilerici’ rolünü üstlenirken (...) Gerçek solcuların görevi bu aşamada patronlarla ‘ittifak’ yapmak ve emekçi kitlelere kavganın özünü ve çıkarlarının nerede olduğunu anlatmak” (“Umudumuz Patronlar”, Milliyet, 24.1.1995.)
Aradan iki yıl geçiyor ama, Altan devlet-sermaye ilişkilerini değerlendirmede biraz acele ediyor:
“Türkiye’nin en önemli ittifakı parçalandı, ‘yeni zenginlikten burjuvalığa’ terfi eden sermaye devlete başkaldırdı. (...) değişimin öncülüğünü burjuvalar üstlendi. (...) Şimdi işçilerin, ezilenlerin ve her zaman ezilenlerle birlikte olan ilerici ‘kravatlıların’ bir düşünüp, Türkiye’nin en önemli ittifakının bozulduğu bu dönemde burjuvalarla yeni ve tarihi bir ittifak kurup kurmayacaklarına karar vermeleri gerekiyor.
Ben burjuvalarla ittifak kurulmasından, mücadelenin birlikte verilmesinden yanayım.
Üstelik, artık yemek yemesini ve kravat seçmesini de biliyorlar.”
(Ahmet Altan, “Yaşasın Burjuvazi”, Yeni Yüzyıl, 22.1.1997.)
Tuğrul Tanyol ise burjuvazinin palazlanmasına dikkat çekiyor: “devletin yatırımlarını satın almaya aday zenginlikte bir yeni sınıf almıştır.” Fakat bu durum nedense olumlu bir gelişmeye yol açıyor! “Patronlar kulübü ilk kez, solun yıllardır söyleyegeldiği tezlere klasik sol bakış açısı ile sahip çıkmışlardır. (...) yıllar önce entelektüellerin, sonra halkın dile getirdiği temel insani istemlere büyük sermaye gruplarının da katılmış olmasıdır.” (Tuğrul Tanyol, “TÜSİAD Vatan Haini mi?”, Milliyet, 5.2.97.)
Bu alıntıları daha fazla uzatmak istemiyorum. Bir eğilimi yansıtma konusunda yeterince fikir veriyorlar.6 Bunların bir kısmı iyi niyetli değerlendirmeler olarak da görülebilir, ama en azından ilk ağızda şunu söylemek gerekir, sermaye sınıfının hakettiği payeler değil bunlar.
Ahmet Altan’ın yukarıda alıntıladığım, belki gönlünden böylesi geçtiği için fark etmediği önemli bir olguyu Ayşe Buğra’nın Devlet ve İşadamları adlı çok önemli çalışmasından aktaralım: “Türk işadamları (...) yalnız servetlerini değil, toplumsal konumlarını da devlete borçlu olduklarının farkındadırlar.” (s. 17)
Buğra’nın bu çok önemli saptaması, Türkiye’de ta İttihat ve Terakki döneminden beri sürdürülen, siyasî iktidar eliyle burjuva yaratma çabalarının bir neticesi olabilir. Bu siyasî otoriteye bağımlılık hiçbir dönemde sona ermemiştir.
“Artık her partinin, özellikle de ekonomide girişken partilerin, kendi işadamları ya da potansiyel işadamları vardır. Uygulanan her yeni ekonomi politika bir başka kesimi zenginleştirir. (...) bizim kapitalistleşmemiz hemen hemen hiçbir zaman, temiz yoldan yürümedi. Devlet ve siyasî otorite de hiçbir zaman bu işlerin büsbütün dışında kalmadı.” (Murat Belge, “Türkiye’de Kapitalistleşme”, Radikal, 1.2.1997.)
Yine Ayşe Buğra, “iş başarısı, her şeyden önce işadamının devletle olan ilişkisince belirlen”diğini söylüyor.7 Ve bunu ‘bir aşk ve nefret ilişkisi’ne benzetiyor.
Yukarıda alıntılar yaptığımız yazarlarca “muazzam” bir çıkış olarak nitelendirilen meşhur TÜSİAD raporunun başına gelenleri de hatırlayalım.
Önce sermayenin ağır topu Rahmi Koç’un TÜSİAD yöneticilerine gönderdiği mektuptaki, “Sizleri bizim görüşlerimizi yansıtmanız için seçiyoruz, kendi başınıza hareket etmeniz için değil” ifadesi, raporun yediği ilk darbe olmuştu. Raporun tartışıldığı Genel Kurul toplantısında Necmettin Gökçe ise Türk işadamının cibiliyetini ortaya koyan, “Bu rapor kaça maloldu” sorusu ile “devrimci sınıf”ın itibarına gölge düşürmüştür. (Serpil Yılmaz, “TÜSİAD Raporu Tartışmasında Geri Bir Adım”, Yeni Yüzyıl, 1.2.1997.)
Yine Serpil Yılmaz’ın aktardığına göre, “TÜSİAD’ın ‘4 yaşlı kurdu’ Genelkurmay’ı telefonla arayarak, ‘Ben rapordaki o görüşlere (Genelkurmay’ın Savunma Bakanlığı’na bağlanması ve MGK’nın dağılması) katılmıyorum’ demişti.”
8 Nisan’da toplanan TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi toplantısının ardından raporun ayrıntılarının kendilerini bağlamadığı açıklaması Bülent Eczacıbaşı tarafından yapıldı ve rapor hazırlayan Bülent Tanör’ün üzerine kaldı.
Raporla ilgili olarak, es geçilen bir durumu basında Erol Katırcıoğlu, ele alarak sermayenin iç çelişkilerine dikkat çekti: “‘Demokrasi Raporu’ TÜSİAD’ın bir demokrasi mücadelesi başlattığına değil ama, TÜSİAD’da temsil olunmayan yeni iktisadi aktörlerin bu yöndeki taleplerinin bir grup TÜSİAD’lı tarafından biraz acemice de olsa ortaya konulmasından başka bir şey değildir.” (“Demokrasi Talepleri ve TÜSİAD”, Yeni Yüzyıl, 30.1.1997.)
Etyen Mahçupyan da demokrasinin işadamlarınca “ilkesel bir tutarlılıkla” savunulmaktan çok, “konjonktürel bir ihtiyaç” gibi sunulduğuna dikkat çekerek şunları yazdı: “Sanki iş dünyası iktisadî alandaki kendi sıkışmışlığını gidermek üzere demokrasi istiyor gibidir.” (“TÜSİAD ve Siyaset”, Radikal, 4.2.1997.)
TÜSİAD’ın, kurucu üyelerden Aydın Bolak’ın Osman Ulagay’a anlattığı kuruluş hikâyesi de TÜSİAD’ın öyle kolay kolay değişmeyecek yapısını anlamada yeterince açıklayıcı: “Önde gelen işadamlarımızın Türkiye’de özel mülkiyete ve özel sektöre karşı tehditlerin yükseldiğini hissettikleri bir ortamda kurulmuştu. Bu dönemde TÜSİAD’ı kuran işadamlarının öncelikli amacı kendilerini soldan gelen bu tehdide karşı korumaktı. Bu çaba içinde devletle ve askerle dayanışma içinde olmaları doğaldı.” (Osman Ulagay, “Usta, Bu Bizim TÜSİAD dii mi?”, Milliyet, 10.4.1997.)
28 Şubat sürecinde de bir değişiklik olmadı. “Demokrasi öncüsü” sermaye sınıfı, Refah’a karşı her zaman olduğu gibi ordunun yanında yerini aldı. Sermaye sınıfından demokrasi havarisi yaratmaya çalışanlar da herhalde bir kez daha hayalkırıklığına uğradılar.
Birilerinin burjuvaziyi demokrasi savaşçısı göstermesine itiraz eden bu yazıyı bitirirken şunları ekleyebiliriz: bazılarının sermaye sınıfını sevmeleri, “kaderlerini onlarla birleştirmeleri” sonuçta bir tercih meselesi. Türkiye toplumunun geçirdiği büyük “transformasyon”un mimarı Turgut Özal bu konuda da bir ilki gerçekleştirip, gayet pervasızca “Ben insanın zenginini severim” deyivermiştir, bir gün. Yoksulların gereksizliğini imâ ederek. Buna karşı biz de şunu söyleyebiliriz: “Bizim de insanın zenginini sevenlere karşı savaşımız var.” (Ahmet İnsel, “Kazananlar Herşeyi Cepliyor”, Yeni Yüzyıl, 3.12.96.)
[1] Siyaset tabirinde siyasete “atılma”dır. Çünkü zorlu ve meşakkatli bir yol katetmeyi gerektirir. Oysa işadamlarının siyasete girişleri de Olympos’tan iner gibi olmaktadır. En son örnek Sabancı’nın adaylık koşulları bile bunu gözler önüne seriyor.
[2] Ömer Laçiner’in şu gözlemini de belki bununla birlikte düşünmek gerekebilir: “Partiler -sınıfları, toplulukları- temsil eden, onların toplu çıkar ve siyasal tercihlerini yansıtan kurumlar olmaktan çıkıp, ekonomizmin metalaşma ve pazar mantığının yörüngesine tamamen oturarak ‘şirketleşme’ diyebileceğimiz bir özelliğe bürünmüşlerdir” (Ömer Laçiner, “Siyaset”in Sonu ya da Yeni Bir Siyaset Zemininin Oluşumu, Birikim, Kasım 1995, sayı 79, s. 3.
[3] YDH konusunda etraflıca bir değerlendime için bkz. Ömer Laçiner, Siyasette Yeni Şekillenmeler, Birikim, Temmuz 1994, sayı 63, s.10-12; Neo-liberalizm versus Sosyalizm, Birikim, Ağustos 1994, sayı 64.
[4] Bütün bu isimlerin yıllar sonra aynı noktada buluşmalarını bir ailenin evden ayrılıp etrafa dağılmış, yıllar sonra bir yakın akrabanın evinde biraraya gelmiş fertlerinin buluşmalarına benzetebilir miyiz acaba?
[5] “Onların başına patlıyor”! Burjuvazinin bu mağduriyeti de Göktürk’ü etkiliyor anlaşılan. Çünkü o hep ideallerinin peşinde: “Üniversiteyi bırakıp ‘kaderimi işçi sınıfı ile birleştirmeye’ karar verdiğimde 21 yaşındaydım. Bossa grevi tam da finaller sırasında patlak vermeseydi belki bu kararı almam biraz gecikebilirdi, ama proletaryanın mücadelesi final-minal takmıyordu işte. Ya sınavlara girecek ya da Adana’nın yolunu tutacaktım.
Adana’ya gittim.
Bu kararı izleyen yıllar, ‘şiş göbekli para babalarına karşı’ işçi sınıfıyla omuz omuza mücadele verebilmek için fabrika fabrika gezdiğim bir dönem oldu. 13-14 yaşında göçmen kızların 16 saat ayakta makina başında gık demeden çalıştıkları ve ‘kazık kadar’ benim, 12’nci saatte düşüp bayılmama kıkır kıkır güldükleri Aksu İplik Fabrikası...
O günler, ben ve benim gibilerin proletaryanın dönüştürücü gücüne inandığımız yıllardı. (...)
Oysa ben işçi sınıfını terketmedim, işçi sınıfı benim ideallerimi terketti.”
(‘Şiş Göbekli Patronlar’ Temiz Toplum Tartışıyor, Yeni Yüzyıl, 19.1.1995.)
Umarım bu yazısından burjuvazi de gerekli uyarıyı alır ve Göktürk’ün ideallerini “proletarya” gibi terk etmez!
[6] Şunu da eklemeden geçemeyeceğim: ABDBüyükelçisi Marc Grossman da TESEV’in toplantısında işadamlarına yaptığı konuşmada “Bütün demokratik ülkelerde demokrasinin bayrağını burjuvazi taşıyor” diyerek, bizimkilere “dışarıdan bilinç” vermeye çalışıyordu. (Milliyet, 11.4.1997.)
[7] Tüm bunları içeriden birinin, kendini yalnız bırakılmış hisseden Cem Boyner’in işadamları için söylediği şu sözler de iyi özetliyor: “‘Muhafaza edecek kadar çok şeyi olanlar muhafazakar olurlar’ nitekim öyle oldu ve devletin ne yapacağı belli olmaz deyip çekingen davrandılar. (...) Onlar her zaman kısa vadeli teşvikler peşindedir.” (Milliyet, 14.5.1996.)