Birikim’in “Yerlilik...” konulu özel sayısı, okurlarımızın geniş ilgi ve beğenisini topladı. Şüphesiz bu arada çeşitli eleştirilerle de karşılaştık. Gerçi bunların pek çoğu “yapıcı” eleştirilerdi ve “yerlilik” gibi çağrışımları çok zengin, çok çeşitli bağlamlarda ele alınabilen ve özellikle Türkiye -gibi ülkeler- de manipülasyona da pek müsait bir kullanım alanı bulmuş ve bulmakta olan bir kavram söz konusu olduğu için hem gerekli hem de zenginleştirici sayılmalıydı.
Kaldı ki, biz de, oldukça hacimli bir sayı olmasına rağmen bu kritik yerlilik dosyamızın yine de eksik olduğunu, bu konunun daha pek çok açınımlarıyla tartışılması, konuşulması gerektiğini zaten belirtmiştik. Ayrıca şunu da eklemek gerekir ki; bu tür tüm özel sayılarımızda olduğu gibi, bu “yerlilik” dosyasında da amacımız belli bir görüşün, yaklaşımın sergilenmesi değildi. O konuya ilişkin farklı görüş ve yaklaşımların olabildiğince tümünü içeren bir tartışma açmayı da istiyorduk. Bu nedenle de örneğin “yerlilik” ve “millî olma”nın tarifindeki bulanıklıkların ve kısıtlılıkların olgun bir bilincine sahip, ama yine de yerliliğin gayet sahici ve önemli bir değer olduğuna inanan Ahmet Turan Alkan’ın solun yerli ol(a)mayışı ya da ihmal edişini ele alan son derece düzeyli yazısı tıpkı Abdurrahman Arslan’ın “yerlilik” dayatmaları ile İslâm’ın -evrensel- ilahi mesajının bağdaştırılmasının mümkün olup olamayacağını inceleyen geniş ufuklu yazısı gibi, bu sayıda gerçek bir katkı olarak yer aldılar. Ayrıca yerliliği solun sosyalizmin bakış açısından ele alan yazarlarımızın da -en azından- “son tahlilde” öneri ve görüşleri arasında da nisbi farklılıklar vardı. Yerlilik vurgusunun milliyetçilikle kaçınılmaz ilişkisini hatırlatarak solun, özellikle sosyalizm hareketinin “yerlileşmek” gibi bir kaygıya kapılmasının yersiz olduğunu değişik biçim ve argümanlarla gösterenlerin yanısıra, tüm bu handikaplarına rağmen yine de “yerlici” olmayan, ama “yerlilikle ilgili bir hassasiyet”e ihtiyacımız olduğunu söyleyen yazarlarımız da vardı.
(Aynı dosyada yer alan Gün Zileli’nin Sultan Galiyev’le ilgili yazısını eleştiren Ortadoğu gazetesindeki İrfan Ülkü’nün yazdıklarını bir yana bırakırsak) Yerlilik ve Birikim’in buna ilişkin özel sayısı yazılı basında üç ayrı yerde konu edildi. Bunların içinde Haksöz dergisinde yayımlanan uzun incelemeyi ayrı tutmak gerekiyor. Çünkü söz konusu yazı, konunun ve özel sayının renkliliği ve kapsamına vakıf, ağırbaşlı ve seviyeli bir üslûpla düşüncelerini ve eleştirilerini sergilemişti. Okurlarımızın ve yazarlarımızın bunları layıkıyla değerlendirmelerini umuyor ve öneriyoruz.
Biri Yeni Şafak’ta Hakan Arslan, diğeri İP çevresinin Papirüs adlı dergisinde Tunca Arslan imzasıyla yayımlanan iki yazıya gelince. Biri tipik Türk sağcısı, diğeri -yine pek Türkiye’ye özgü- “postal solcusu” bu iki Arslan tam da kendilerinden beklenilecek türden tepkiler göstermişler Birikim’in bu özel sayısına. Ulus Baker gerçi bu sayıda söz konusu yazarların eleştirilerinden yola çıkan yazısında bunların “herhangi bir cevap yazısı ilham edemeyecek kadar bir düşüncesizlik oranı taşıdıklarını” belirtip, saldırgan üslûplarına ve yüzeyselliklerine de -politik kültürün dumura uğramışlığına atıfla- şöyle bir değinip geçmişse de; üzerlerinde biraz daha konuşmak gerekiyor. Ama bunu yaparken İP çevresinden bay Tunca Arslan’a fazla söz etmeyeceğim. Bu çevreyi bırakın sosyalist veya sol, herhangi bir politik konuda muhatap dahi saymadığımı gerekçeleriyle çok daha önce açıklamıştık.* Ona bu yazının sonunda “insaniyet adına” bir teklifte bulunacağım sadece.
Türkiye’nin alıştığımız “sağ”ı, sağcıları adına konuşan Hakan Arslan’la da pek tartışacak değiliz. Amacımız daha ziyade bu beyefendiyi okurlarımıza “tanıtmak”. Okurlarımız Birikim’in “yerlilik” özel sayısını bir bütün olarak zihinlerinde canlandırıp Bay Hakan Arslan’ın şu aşağıda yazdıklarını değerlendireceklerdir. Çünkü Bay Hakan Arslan dosyadaki tek tek yazarlara değil derginin bütününe dair konuşmaktaymış.
İlk izlenimi de şöyleymiş:
“Yazarların büyük bölümü, kimilerinin ‘din, millet, vatan’ gibi ‘muhayyel’ saçmalıklara kapılma ahmaklığına kahkahayla gülerken, kendi aşkın ve kapsayıcı bakışlarının ne kadar ‘yerli yerinde’ olduğunu göstermenin rahatlığını taşıyorlar.” (“En Büyük Dış Meselemiz: ‘Yerlilik’”, Yeni Şafak, 21.8.1998)
Türkiye sağı ezici çoğunluğu ile, sağın entellektüel ahlâktan nasiplenmiş, muhatap ve muarızlarının söylediklerini tahrif etmeden edebince nakleden ve onlarla böylece tartışan ideolog ve yazarlarına oldum olası pek yüz vermemiş; özellikle sol, sosyalizm söz konusu olduğunda, yalan ve tahrifat olduğu açıkça sırıtan sözlerle karşıtına saldıran “kalemşör”leri ise baştacı etmeyi pek bir marifet sayagelmiştir. Hakan Arslan’ın bu “geleneği” iyice benimsemiş ve ayrıca ona yeni marifetler eklemeye de niyetli olduğu anlaşılıyor. Nitekim bu zat, Birikim’i herhalde tanımayan Yeni Şafak okurlarına Birikim’i “din, vatan, millet gibi, muhayyel saçmalıklara kapılma ahmaklığına kahkahayla gülen”ler dergisi olarak tanıtmakta hiçbir beis görmüyor. Bunları yazarken kendinden utanmadığı kesin. Çünkü o tipik bir sağ kalemşör olarak, karşıtlarına her tür aşağılık metodu kullanmakta “haklı olduğunu” düşünmekte, hattâ ne denli yalan içerirse içersin yeni ve infial yaratma dozu daha yüksek bir karalama metodu bulduğunda kendisiyle “gurur” dahi duyabilmektedir. Çatlı ve Çiller gibilerine “Türkiye sizinle gurur duyuyor” diye haykıranların o sufli “gururu”dur bu.
Birikim’i bilen herkes ve bu arada onun herhangi bir sayısıyla tanışmış Yeni Şafak okurları da teslim ederler ki; Birikim’de değil “din, vatan, millet”, tarih öncesinin totemik inançlarından dahi bahsedildiğinde, bunları “saçmalık”, bunlara kapılmayı “ahmaklık” sayan bir dil ve onlara “kahkahayla gülen” bir tavrın izi dahi olamaz. Bu dergide yazısı yer alanların istisnasız tümü, yüzde yüz karşı oldukları bir akımı veya kavramı dahi ele alırlarken, o akıma kapılmanın, o kavrama gayet açıklayıcı bir anlam yüklemenin mutlaka “insanî gerçekliği”mizle ilgili bir ciddiyeti, “sahiciliği” olduğunu bilir ve bu olguları dahi asla “bir saçmalık” veya “ahmaklık” diye nitelemezler.
Ama Bay Hakan Arslan’ın yazısında bizim saçmalık veya ahmaklık diyebileceğimiz epeyce “malzeme” var. Üstelik bayımız galiba fazla zahmet çekmeden görelim diye yaptığımız alıntının hemen ardından sunuveriyor bu malzemeyi.
Şu cümleyi bir okuyalım:
“Muhayyel lafı her ne kadar buralı ve eskiymiş havası uyandırıyorsa da aldanmayın, söylenmek istenen şeyin tam karşılığı ‘kurmaca’dır.”
O “aldanmayın” lafını Allah söyletmiş galiba. Çünkü hemen ardından yazdıkları ya bilerek yalan söylemektir, ya da bilgiçlik arzederken cehaletini sergileyen bir merd-i Hakan’lıktır.
Bay Hakan Arslan tahayyül ile kurmaca ayrı şeylerdir. Osmanlıca tahayyülün öztürkçe karşılığı “imgelem”dir, “kurmaca” değildir. Bir Batı dilinden örnek verilirse, tahayyül imagination, kurmaca fiction’a karşılık düşer. Muhayyel var olan’dan onun “imaj’ından hareketle bir şeyin belli bir olabilirlik halinin tasarımıdır; fiktif veya kurmaca ise, olandan -diyelim ki esinlenerek- türetilmiş var saymalar üzerinden kurulan -genellikle sanatsal- tasarım biçimleridir.
Bu daha kullandığı kavramların içeriğini, kullanım bağlamlarını bilmeyen ham kafa, bilmeden allâme kesilenlere mahsus kestirme hükümlere de pek teşne. Bu beye göre örneğin biz,
“Sınıf çatışması maddi koşullara dayandığı için ‘reel’, muhayyel ‘millet’ ve milliyetçilik ise uzaydan düşen anakronik birer göktaşı” diyormuşuz.
Aman efendim, bu deve gibi her yanı eğri cümle bizim ne haddimize; aynı şey için hem uzaydan düşen göktaşı (yani dünyamızla hiçbir ilişkisi yok) metaforunu, hem de (dünyamızın geride kalmış bir dönemine ait) anakronik nitelemisini bir bileşik sıfat ibaresinde biraraya getirme saçmalığını çokbilmişlik sanan Hakan Arslan gibileri dururken hele.
Hakan Arslan kendi “meziyet”lerini bize bulaştırmaya hemen alttaki cümlelerde de devam ediyor:
“Söylemek istediğim solun millete maddi bir karşılık bulamadığı değil, onu muhayyel veya (dış mihrakların örneğin kapitalizmin etkisiyle) ‘yanılsama’ sayınca hesabını gördüğünü sanması.”
Sizin kuyuya attığınız her taşı çıkarmak gibi bir derdimiz yok Bay Hakan Arslan. O nedenle “sol, milleti yanılsama sayınca hesabını gördüğünü sanır” yollu komik tespitinizle başbaşa kalabilirsiniz. Ama şu kapitalizmi “dış mihrak” kategorisine sokan ifadeniz özel bir ilgiyi hakediyor. Şimdiye kadar kapitalist toplumların bir devletini, bir çıkar grubunu veya özel bir örgütünü “dış mihrak” sayan pek çok “açıklama” işitmiştik. Doğrulukları eğrilikleri bir yana, bunlar en azından “dış mihrak” kavramını yerli yerinde kullanıyorlardı yine de. Ama siz bizatihi kapitalizmi dış mihrak kategorisine sokarak siyaset literatürüne züccaciye dükkânına girmiş bir fil gibi katkı yapmış oluyorsunuz.
Kavramlara ettiğiniz bu zulümün sebebi ne olabilir acaba? Neden devralmış gözüktüğünüz sağ kalemşörler geleneğinin eski mensupları gibi, örneğin “sol millet gerçeğini inkâr eder, milleti tanımaz” gibi “basit” ifadeler kullanmıyor da aynı anlama gelen “yanılsama”, “epistem”, “kurmaca” gibi kelimelerle sıvanmış cümleler kuruyorsunuz? O kelimeler belki eskiden beri genellikle sol entellektüeller tarafından kullanılırdı, ama şimdilerde İslâmcı ve liberal birçok düşünür ve yazar da bunları yerli yerinde ve yetkinlikle kullanabiliyorlar pekâlâ. Ama galiba onlar “sağcı” diye değil, İslâmcı ve liberal sıfatlarıyla kendilerini tanımladıkları için, siz de boşta kalan “sağın entellektüeli” payesini kapmaya soyunuyorsunuz. Ve onlar gibi bu süslü kelimeleri ne denli rahat kullanabildiğinizi kanıtlamak istiyorsunuz anlaşılan.
Size tavsiyemiz o işi epey gözden ırak yerlerde yapmayı denemeniz. Oralarda, Türkiye sağının acınası kısırlıktaki düşünce dünyasında o süs için kullandığınız kelimelerle sükse bile yapabilir, kimsenin anlamayacağı yığınla çam devirebilirsiniz. Köşe yazısı yazmaya devam edecekseniz, devraldığınız sağ geleneği olduğu gibi sürdürebilecek “yeteneğiniz” var. Onun kanıksanmış, ama hâlâ medet umulan yöntemlerini de maşallah pek yerinde kullanıyorsunuz.
Örneğin solun Paris Komünü’nde can verenlere yüreği burkulurken, “Çanakkale’ye gömdüğümüz yarım milyon şehit”i muhayyel bir ahmaklık saydığını iddia eden cümleniz.
Gerçi Çanakkale’deki şehitlerin sayısını bile unutmuşsunuz ama, Türkiye sağcılarının o tipik numarasını, yani sözü bir biçimde “şehitlerimiz”e bağlayarak solcu karşıtlarınızın söylediklerini boğuntuya getirme demagojisini unutur musunuz hiç?
Ancak küstahlığın da bir sınırı olmalı. Çanakkale’de ölmüş yüzbinlerce insana “muhayyel bir ahmaklık” atfetmek bize asla yakışmaz. Ama, yoksul halk çocuklarını vatanı savunmak için ölmeye teşvik ederken kendi pek kıymetli evlatlarını askerlikten kaçırmak için her yolu kullanma ikiyüzlülüğünüz, bu “geleneği” hâlâ sürdüren sağa pekâlâ yakışır.
Ama artık uğraşmamız gerekmeyen Bay Hakan Arslan, o şehitler demagojisiyle edepsizlik ve şirretlik rekorunu kırdığını sanmasın. İP çevresinden soy adaşı Tunca Arslan’ın ses verdiği çukura kadar düşememiş henüz.
Bu İP’li Arslan da, Birikim’in söz konusu sayısındaki “yerli olma”yı soldan sorgulayan yazarlarımızla, aynı şeyi başka yerlerde yapmış Ahmet Altan gibi bazı yazarları gündelik dilimizde en ağır hakaret sıfatlarından biri olan “vatansızlık”la nitelemiş. Bununla da kalmayıp bizi, tüm bu yazarları “vatan satıcılığı yapmakta birbirleriyle yarış içinde” diye tarif etmiş.
Burada, vatan kavramının kendisini, vatanın düzenini ... eleştirmek, sorgulamak ile “vatanını satmak, vatanına ihanet etmek” arasındaki uçurumu bu çukurdaki cürufa açıklamaya çalışmak boşunadır. Çünkü onlar için eleştirdikleri şeyi satmak son derece normaldir ve yıllardır yaptıkları da budur. Dün yanyana olduklarını -genellikle yeni bir sığınacak güç bulduklarında- eleştirmeye başladıklarında, ihbar ederek satmayı meslek edinmiş bir takımdır bunlar. “Satıcılık”ta arsızlaşmış oldukları için “vatan satıcılığı”nın çok özel bir anlamı olduğu bilgisine tamamen yabancılaşmış olabilirler.
O nedenle Bay Tunca Arslan’ın bize yönelik o ifadelerini okuduğumda üzerimize bir pislik bulaştırıldığı hissine dahi kapılmadım. Bunu bu kadar kolaylıkla adeta içgüdüsel olarak nasıl yapabildiklerini düşündüm sadece.
Ve aklıma son yıllarda genetik alanında yapıldığı söylenen keşifler geldi. Bilindiği üzere genetikçiler, son zamanlarda genlerin sadece fizikî özelliklerimizi belirlemediğini, sonradan edinilmiş sayılan bazı niteliklerin, ruhsal, davranışsal “sapma”ların, hattâ siyasal tercihlerin bile genlerden kaynaklandığını ilân etmekte ve daha şimdiden birçok ruhsal ve davranışsal sapmanın, genlerinin keşfedildiği söylenmektedir. Dolayısıyla o sapmaların tedavi imkânı da bulunmuş olmaktadır.
Alçaklık da çok ciddi bir ruhsal-davranışsal sapmadır elbette. Buna neden olan bir gen varsa eğer, onu keşfedilmesine en müsait deneklerde aramak netice almayı hızlandırıp kolaylaştıracaktır.
İP çevresi ve Bay Tunca Arslan, bilime yardımcı olmayı düşünebilirler mi acaba?
(*) “Geçmişin ‘Aydınlık’ından Dersler”, Birikim, Haziran 1998, sayı 98, s. 19-30.