Son yıllarda Türkiye’de gitgide daha çok sayıda işadamının politikaya heveslendiğini görüyoruz. Ve rastgele işadamları değil bunlar. Toplumda yer etmiş, ismi cismi olan büyük şirket ve holdinglerin patronları. Üstelik politikanın kıyısında köşesinde kalıp, parti, meclis, komisyon üyelikleri gibi nispeten sınırlı ve edilgen pozisyonlarla yetinmiyorlar; dizginleri doğrudan doğruya ellerine alıp, partilerin başına geçiyorlar, hattâ partiler kuruyorlar. Cem Boyner ve Besim Tibuk, akla ilk gelen son örneklerden…
Kuşkusuz, bu örnekler tüm gelişmiş kapitalist demokrasileri kapsayan daha genel bir trendin parçaları sayılabilir. Bilindiği gibi bu trend, 1980’li yılların ortalarından itibaren esmeye başlayan yeni-liberalizm rüzgârıyla birlikte belirginleşti. ’90’lı yılların başında, söz konusu demokrasilerde girişimcilik etikine ve mitine yönelik artan bir ilgi oldu. Ve artan sayıda işadamı politika sahnesine çıktı. ABD’de Ross Perot, İtalya’da Silvio Berlusconi, Polonya’da Stanislaw Tyminski, Brezilya’da Fernando Collor, Fransa’da Bernard Tapie gibi… Ancak bunların bazılarının yıldızı çabuk söndü, kimi de sahneden tamamen çekildi. Bunda, politikaya girmeden önce kurdukları dolambaçlı iş bağlantıları gibi, doğrudan doğruya işadamı oluşlarından kaynaklanan handikaplar önemli bir rol oynadı. Ayrıca, gene işadamlığından kaynaklanan bir kırılganlıkları da vardı patronların; onların politika sahnesinde kolayca yer edinmelerini sağlayan büyük para ve imkânları, politikadaki dirençsizliklerinin de başlıca nedeniydi. Politikadan başka meslekleri veya meşgaleleri olmayanlara oranla, işadamlarının azıcık zoru gördüklerinde, “lanet olsun, bana mı kaldı!” deyip kendilerini her zaman hazır ve nazır bekleyen prestijli ve köklü işlerine geri dönmeleri çok daha kolaydı çünkü.
Ama patronların son zamanlarda yıldızının sönmesinin en belirleyici nedeni, liberalizm rüzgârının artık dinmiş olmasıdır. Hele derinliğini şimdiden kestiremediğimiz muhtemel bir dünya krizinin eşiğinde bulunduğumuz şu son birkaç aydır, rüzgârın tersine dönüvermesi de hayli mümkün.
Gene de, işadamlarının politika macerasına bugün bitmiş gözüyle bakmak yanlış olur. Türkiye’de de bitmişe pek benzemiyor. Cem Boyner işine döndü, ama Besim Tibuk hâlâ sahnede. Üstelik Boyner’den farklı olarak Tibuk, kırılgan bir “prens” değil, sıfırdan çıkmış ve bulunduğu yere dişiyle tırnağıyla kazıyarak gelmiş dirençli bir “halk çocuğu” görüntüsünde. Boyner gibi bir “dalga” yaratma ihtimali düşük, hattâ ciddiye alınma ihtimali bile hayli düşük; fakat daha bir süre sahnede kalabilir. Kalmasa da, sırada başkaları var. Hem de ağır topların en irileri. Son günlerde, politikaya atılacak işadamları arasında Sabancı’nın bile adı geçiyor.
Şu halde, “politikada işadamı” olgusu hâlâ sürmekte olduğuna ve halen birçok kişiye pek çok şey vaad ettiğine göre, bu olgunun toplum yapısı üzerindeki etki ve sonuçlarını sorgulamakta yarar var. Burada da öncelikle şu soruyu sormak önem taşıyor: patronların politikaya girmesi, kapitalist demokrasinin dengelerini ve akıbetini nasıl etkiler? Patronların birer birey olarak politikadaki doğrudan mevcudiyeti, savunmayı ve geliştirmeyi hedefledikleri demokratik kapitalist düzenin sağlığı için faydalı mıdır, yoksa bazı sakıncaları da var mıdır? Soruyu soruş şeklimden de anlaşılacağı gibi, kanımca vardır: tümünü bilmiyorum, ama bir temel sakıncayı biliyorum; burada da onun üzerinde duracağım.
Belki en doğrusu, konuya doğrudan doğruya Türkiye’de işadamlarının devletle olan ilişkisine bakarak girmek. Bu ilişkinin Batı demokrasilerindeki emsallerinden epey farklı olduğunu biliyoruz. Batı’daki işadamı-devlet ilişkisine bir işlevsellik ve araçsallık hâkimdir. Bir an için o en klasik örneği, kapitalist demokrasinin beşiği sayılan İngiltere’yi düşünelim. O ülkede, sözgelimi, işadamlarının işlerinde veya ekonomide bir şeyler ters gittiği zaman, işadamları, devlet içindeki temsilcilerini ve takipçilerini harekete geçirerek, icabında bunların önüne kamuoyunu da katarak, söz konusu terslikleri makûl bir süre ve çaba sonunda devlet katına iletir ve devlet de ya gerekli yasaları çıkararak, ya da gerekli icraatte bulunarak duruma bir çözüm getirir. Elbette pürüzsüz ve problemsiz değildir ama, işadamları ile devlet arasında kolaylıkla izlenebilir bir bilgi, etki ve nüfuz akışkanlığı vardır. Bu durum bir bakıma, devletin işadamlarının sınıfsal iktidarının bir “aracı” olduğunu gösterir. Ama doğrudan bir araç değildir devlet. Çünkü diğer toplumsal sınıfların çıkarları bir yana, bizzat işadamlarının farklı çıkarlarını da bir şekilde dengelemek ve uzun vadeli bir “vizyon” çerçevesinde bağdaştırmak için, belirli bir “uzaklıkta” bulunmak durumundadır. Aslında devleti bir “araç” olarak değil, sınıf mücadeleleri içinde cisimlenen bir “süreç” veya bu mücadelelerin bir sonucu olarak görmek teorik olarak daha doğrudur. Fakat burada devlet kuramı tartışmalarına girmeyeceğimize göre, devletin işadamlarının sınıfsal iktidarının dolaylı bir “aracı” olduğu fikri, imgelemimize daha uygun düşen kullanışlı bir tasvir olarak pekâlâ kabul edilebilir.
Şimdi, Türkiye’deki manzaranın Batı’daki bu “araç-devlet” imgesinden oldukça farklı olduğu ortadadır. Türkiye’deki devlet, bir araçtan çok bir amaca yahut bu amacın cisimleştiği bir “özne”ye benzer. Toplumun üstünde ve tarihin orta yerinde adeta kendi başına duran bir özne. Bu özne, hepimizin bildiği o “asker-sivil” bürokrasidir. Devletin özünü bu bürokrasi oluşturur. Bu şekliyle devlet, işadamlarının bir aracı gibi değil, tam tersine işadamları devletin bir aracı gibi durur. Devlet patronları destekleyebilir, önünü açabilir, hattâ isterse yoluna kırmızı halı serebilir -ama isterse… İstemeyebilir de. Ve istemediği zamanlar da pekâlâ vardır. Özellikle işadamları fazla konuştukları zaman, hele hele örgütlenip de devletin huzuruna çıktıkları zaman. Kuşkusuz, devlet genelde işadamlarının hizmetindedir; hele kendine rica minnette bulunanlara hizmette kusur etmez, hattâ onlara gösterdiği cömertlikte sık sık ölçüyü kaçırdığı vakidir. Ama son söz daima devletindir. Kısacası, işadamları devlete her türlü işlerini -icabında pis işlerini de- gördürebilirler, fakat hiçbir zaman devletin sahibi değildirler; kendilerini öyle hissedecek bir güven duygusuna da sahip değildirler. Devletle birlikte yatar, devletle birlikte kalkarlar. Devlet varsa, vardırlar; yoksa, yokturlar. Ayşe Buğra’nın Türkiye’deki girişimcilik tarihini incelediği yetkin çalışmasından çıkan tablo, tam da budur sanırım.1 Yanlış anımsamıyorsam, Buğra bir söyleşide belki de tüm çalışmasını özetleyen çok güzel bir benzetmede bulunur: düdüğü öttüren kocasının suyuna gidip, küçük kurnazlıklarla istediğini yaptıran, ancak sonuçta da hiçbir zaman kendi tâbi konumundan sıyrılamayan “ev kadını” benzetmesidir bu. Buğra’ya göre, Türkiye’deki patronların devlet karşısındaki konumu da, bu tür bir kadınınkinden farksızdır. Buğra’nın çalışmasının teorik çerçevesi (özellikle sivil toplum/devlet ikilemine dayanan kavramsallaştırması) tartışılabilir, fakat Türkiye’deki patronların imkânlarına ve çıkmazlarına ilişkin ayrıntılı ve keskin gözlemlerine diyecek yoktur.
Şimdi, bu tabloda gördüğümüz işadamı-devlet ilişkisinin kapitalist bir demokrasinin gereklerine çok ters düştüğü ortadadır. Ve şurası da aşikâr ki, düzgün bir kapitalist demokrasinin (olabildiği kadarıyla!) kurulması ve geliştirilmesi, toplumun diğer kesimleri kadar işveren kesiminin de bu tâbiyet ilişkisinden kurtulmasına bağlıdır. Bu ilişkiden kurtulmanın yolu ise, bir takım çok radikal reformların gerçekleşmesinden geçiyor.
Bugüne kadar politikaya atılan işadamlarının, hiç değilse burada andığımız Boyner ve Tibuk’un, bu radikal reformların gerekliliğini anladıklarını, gündem ve programlarını ona göre belirlediklerini görüyoruz. Özellikle Tibuk’un parti programında fevkalade radikal reform önerileri var. Gerek adalet, polis, ordu, bürokrasi sorunlarında olsun, gerek dış politikada, Kürt sorununda, özelleştirmede, seçim ve parti sistemlerinde olsun, gerek de göç, şehirleşme, imar, kültür veya eğitim konularında olsun, Tibuk’un reform önerileri, başta “sosyal-demokratlar”ınkiler olmak üzere politik arenadaki irili-ufaklı tüm partilerin reform anlayışlarından hiç tereddütsüz çok daha radikal bir görünüm arz ediyor (apayrı bir düzlemde kaldıkları için, her halükarda kıyaslanmaya elvermeyen devrimci sosyalistlerinkileri saymazsak, tabiî). Burada “radikal” derken, “daha sol”u veya “çok sol”u kasdetmiyorum elbette. Belki “daha sağ” veya “çok sağ” olabilir, ama tam o da değil. Kasdettiğim, halkın veya büyük çoğunluğun alışkanlıklarına ve inançlarına baş eğmeme, direnme ve gereğinde menfaatleri pahasına da olsa “doğru”yu savunma özelliğiyle ilgili. Yani bir bakıma “anti-popülist” sözcüğüyle eşanlamlı olarak kullanıyorum. Nitekim bu sözcük önceleri Boyner için olduğu kadar, şimdilerde Tibuk için de anahtar kavram niteliği taşıyor. Tibuk’un kendini ve politikasını her şeyden önce “anti-popülist” olarak tanımladığını görüyoruz. “Siyasal cesaret” denen şeyi de, devlete karşı çıkmak kadar, halkın önyargılarına karşı çıkmakla özdeşleştirdiği belli. Tarımdan, kültürden, eğitimden tüm devlet varlığı ve desteğinin çekilmesi ya da devlet arazileri üzerine inşâ edilmiş gecekondulara içinde oturanların gözyaşına bakılmaksızın kamu otoritesince el konması gibi öneriler, Tibuk’un anti-popülizminin tipik örneklerinden sayılabilir. Tabiî, programına başından beri almadığı, ama türlü kovuşturmalardan sonra artık ağzına bile almaya çekindiği Kürt bağımsızlığına ilişkin “ver-kurtul” politikası, yahut hilafetin İstanbul’da yeniden tesisi türünden daha da sivri fikirlerini saymazsak.
Belki bir kısmı tartışılabilir, ama bu radikal düşünce ve önerilerin çoğunun Türkiye’de kapitalist bir demokrasinin önünü açması, türlü görüşlerin, hesapların ve menfaatlerin ayrışmasını ve netleşmesini sağlaması kuvvetle muhtemeldir. Bu açıdan bakıldığında, söz konusu reform önerilerinin Tibuk ve diğerlerince politika gündemine taşınması, bu demokrasinin gelişmesi doğrultusunda atılan yararlı ve işlevsel adımlar olarak değerlendirilebilir. Buna diyecek yok, ancak burada işin püf noktası, reform önerilerinin işadamlarının aracılığıyla politika gündemine taşınmasıdır. İşte burada bir problem olduğunu düşünüyorum. Problem, işadamlarının belirli bir sınıf bilincine kavuşarak devletten bağımsızlaşmaları ve örgütlenmeleri ile, politikaya atılıp doğrudan doğruya devlet iktidarına talip olmaları arasındaki farkı atlamakta yatıyor. Oysa bu fark önemli. Ayşe Buğra, Cem Boyner’in Yeni Demokrasi Hareketi’ni sempatiyle irdelediği bir makalesinde, sözünü bitirirken bu farka şöyle dikkat çekiyor: “Sınıf örgütlerinin (TÜSİAD türü örgütlerin) politik sürece aktif bir biçimde katılımının gerekli koşullarını sağlamak, parti kurup iktidara talip olmaktan çok daha zor bir işti. Sınıf öncüleri de, rasyonel bireyler olarak, kolay olanı zor olana tercih ettiler. Artık Cem Boyner ve Memduh Hacıoğlu gibi isimleri, örgüt politikasıyla ilgili olarak değil, parti politikasıyla ilgili olarak duyuyoruz. Bugün Türkiye’de politik sürecin siyasetçilerin çoğunluğu dışında herkesi endişelendiren tıkanmışlığı içinde, Yeni Demokrasi Hareketi’nin verdiği mesajların çoğu, gerçekten anlamlı ve güzel mesajlar. Bu açıdan, böyle aklı başında liberal sağ bir hareketin politik katkısı hiç de olumsuz değil. Ama bence, daha olumlu olan, zor yoldan gitmek ve politik tıkanıklığı örgütlü katılım kanalıyla kırmaya çalışmak olurdu”2
Çok doğru. Ama bu daha olumlu olan yol, yalnız zor değil, gerekli olan yoldur aynı zamanda. Çünkü öbür yol belki daha “kolay”dır ama, ciddi sakıncaları vardır. Olur da günün birinde işadamları, devletin direksiyonuna “şahsen” ve “fizikman” geçerse, bir takım boğucu sıkıntıların başgöstereceği âşikardır. Hem de bir bakıma, gereksiz yere. Gereksiz yere, çünkü işadamlarının düzgün işleyen bir demokraside doğrudan bir iktidara ihtiyaçları yoktur, zira dolaylı bir şekilde de olsa, iktidar zaten onlarındır; ve dolaylı bir iktidar, daha sağlam bir iktidardır. İşadamlarının hükümet olmaları, dolaylı iktidarlarının dolaysızlaşması demektir ki bu da onların toplum içinde zaten var olan ölçüsüz güçlerinin daha da artması ve pekişmesi anlamına gelir. En azından, toplumca böyle algılanacağı kesindir. İşadamlarının, sık sık yaptıkları gibi, “karımı boşadım papaz oldum”, “işlerimden elimi eteğimi çektim”, ya da “şirketlerimi yeddiemine devrettim” türünden açıklamaları da, bu algılamayı kolay kolay değiştiremez. Sonuçta bu durum, sivil toplum, demokrasi hattâ doğrudan doğruya kapitalizm adına işadamlarının toplum içindeki güçlerinin artmasından medet umanları sevindirmesi değil, kaygılandırması gereken bir gelişmeyi ifade etmektedir. Çünkü bu tür bir gelişmenin nihai durağı, devletin hakem rolünü yahut görüntüsünü yitirmesi demektir ki bu da nihayetinde, kapitalist rejimi istikrarsızlaştırır ve son kertede, patronların toplum içindeki güçlerini arttırıcı değil azaltıcı bir etki yaratır. Bu açıdan bakıldığında, patronların doğrudan iktidara oynamaları, sırf kendi kişisel güç tatminleriyle açıklanmayacaksa, sistemdeki ve bizzat devletle ilişkilerindeki tıkanıklıklar karşısında yaşadıkları çaresizliğin, hattâ çırpınışın bir dışavurumu olarak değerlendirilebilir. Ve sonuç olarak şu söylenebilir: işadamlarının veya genel olarak kapitalist sınıfın iktidarı, normalde dolayımlı bir temsilî sisteme dayanır. Eğer bu sistemde tıkanıklıklar varsa bunun çözümü, doğrudan iktidara talip olmak değil, bu tıkanıklıkları giderme yönünde adımlar atmaktır. Bunun da yolu, Buğra’nın işaret ettiği gibi, iktidara gelmekten değil, “örgütlü katılım kanallarını” açmak ve çoğaltmaktan geçiyor.
Bir yönüyle, işadamlarının son yıllardaki politika girişiminin ciddi bir temsil krizinin ürünü olduğu kesin. Yalnız Türkiye’de değil, bütün gelişmiş demokrasilerde de kendini derinden hissettiren bir kriz bu. Gelişmiş demokrasilerde problem daha çok, halihazırda var olan katılım -ve nüfuz- kanallarının türlü dönüşümlere uğramasından ve peyderpey yozlaşmasından kaynaklanıyor. Türkiye’de ise problem daha ziyade, ilkin bir yozlaşma gibi görünse de, aslında bu kanalların henüz tam anlamıyla var olmaması ve bir türlü kurulamamasıyla ilgili. Ayrı ayrı ve karşılaştırmalı şekilde, ayrı bir yerde ele alınması gereken sorunlar bunlar. Ancak burada, işadamlarının politika macerasıyla bağlantılı gördüğüm için, temsil krizinin “ironik” denebilecek bir boyutuna dikkat çekmek istiyorum.
Temsil krizinin bu boyutu, popülizm konusuyla ilgili. Şimdi, “popülizm”den anladığımız ilk şey “halk dalkavukluğu”. Yani, yanlış olduğunu bile bile, sırf gözüne girmek için halkın bazı inanç ve görüşlerine çanak tutmak, nabzına göre şerbet vermek. Bu, popülizmin olumsuz anlamı. Fakat dikkat edilirse, popülizmin, bu anlamla bağlantılı olmakla beraber, hepimizin bildiği, fakat zaman zaman unuttuğu daha özgül, farklı bir başka anlamı da var. O da, halkın düşüncelerine tüm aracıları, temsilcileri ve dolayım mekanizmalarını aşarak varmak, mükemmel bir saydamlık içinde halkın düşüncelerinin özüne ulaşmak fikrini içeriyor. Bu anlamıyla popülizm, tüm dolayımları reddetme ve genellikle “doğal” yahut “özgün” sayılan bir duruma aracısız-komisyoncusuz-temsilcisiz ulaşma ve onu en dokunulmamış arı haliyle görme, yaşama hülyasını öngören bir kavram. Bu niteliğiyle de, temsil krizinin tam da temelinde yatan bir kavram. Temsil krizinin derinleşmesiyle, bu anlamdaki popülizmin yaygınlaşması arasında yakın bir koşutluk olduğu açık.
Çünkü temsil krizi dediğimiz olgu da, ideolojik düzlemde her türlü dolayım sistemine duyulan şüphe hattâ öfkeye dayanıyor. Bu açıdan, işadamlarının durumu ilginç. Çünkü politikaya giren işadamları, temsil krizinin bir ürünü oldukları ölçüde, bu ikinci ve bence esas anlamıyla popülizmin de bir ürünü sayılırlar aslında. Nitekim hemen her konudaki “saydamlık” arayışları, örneğin medyayı, gerek halkla gerek devletle aralarındaki tüm süzgeç ve filtreleri kaldırma aracı olarak kullanma çabaları, devleti küçültmek, bürokrasiyi eritmek yönündeki reform önerileri, hattâ bizzat kendi temsilcilerini atlayıp kestirme yoldan iktidara talip olmaları da, bu anlamdaki bir popülizmin açık belirtileridir. Diğer taraftan, yukarıda işaret ettiğimiz gibi, kendilerini politikada en ısrarlı şekilde bu kelimenin tam karşıtıyla yani anti-popülizmle tanımlayanlar da gene işadamlarıdır. Bu demektir ki işadamlarının politikadaki anti-popülizmlerinin herhangi bir başarı şansı varsa, bu doğrudan doğruya toplumdaki popülizmin gelişmesine bağlıdır. İşadamlarının politikadaki işini zorlaştıracak bir tuhaflık da işte bu olsa gerek!
Sözümü bitirmeden evvel, işadamlarının politika sahnesinde yer almalarının uluslararası “barış” üzerindeki etkilerine de değinmeden geçemeyeceğim. İşadamlarının ve menfaatlerinin güçlü olduğu coğrafyalarda barış şansının yükseldiğine dair yaygın bir inanç vardır. Bu inanca göre, ticaret barışın sigortasıdır. Bu görüş, konferansın bugünkü oturumlarından birinde de Türk-Yunan ilişkilerine atfen dile getirildi. Oysa hayli tartışmaya açık bir görüştür bu. Ulusların değil, düpedüz belirli iş sektörlerinin, hattâ bu sektörler içinde de doğrudan doğruya belirli tikel kartellerin menfaatlerinden kaynaklanan geçmişteki kanlı savaşları herhalde unutamayız. Ama unutanlar veya “bunlar geride kaldı” diyenler için, daha basit ve yakın örnekler var. En hafifinden, sözgelimi, rakip ülkenin turizm sektörünün fazla hızlı geliştiği kaygısıyla o ülke hakkındaki olumsuz ve düşmanca önyargıları, kendileri hiç inanmamalarına rağmen körüklemekten kaçınmayan turizmciler az değildir. O turizmciler ki, barışın katalizörü sayılan bir sektörün “muteber” patronlarıdır!
Tabiî bunun tersi örnekler de az değildir. Yunan tarafındakileri pek iyi bilmiyorum ama, Türk tarafına bakarsak, aynı zamanda büyük bir turizm patronu olan Besim Tibuk’un bizzat kendisi de, bu örneklerden biridir. Tibuk’un Fener Patrikhanesi’nden tutun da, Amerikan başkanlık seçimlerinde aday Dukakis’e varıncaya kadar birçok Yunan veya Yunan-bağlantılı menfaat ve değere destek vermesi, ufak birer sembolik jestin ötesine gitmemekle beraber, küçümsenemez. Rahmi Koç gibi temkinli ve ürkek birinin etrafındaki birkaç işadamıyla birlikte Türk-Yunan ilişkilerinin bir nebze de olsa düzeltilmesi, hiç değilse daha kötüye gitmemesi için gösterdiği kararlı çabalar da, azımsanamaz. Bu ve diğer örnekler düşünüldüğü zaman, sermayenin herşeye rağmen istikrarı ve huzuru sevdiğine dair o liberal “diktum”u kabul etmek belki daha mümkün görünebilir.
Şimdi, konuyu uzatmamak hatırına bu diktum burada kabul edilse bile, şurası açıktır ki böyle bir kabul, bir işadamı hükümetinin barış şansını arttıracağına dair şenlikli bir iyimserliğin nedeni olamaz. Çünkü seçim baskısının ve ulusal devlet yapısının belirlediği her hükümet gibi, işadamlarının kuracağı hükümet de bir cadı kazanı olmak durumundadır. Bu kazan, işadamlarını da yutar. Her halükârda, işadamlarının barışa hükümette getireceği katkı, ticarette getireceği katkının yanında devede kulak kalmaya mahkûmdur. Üstelik politikaya giren işadamlarının işlerinin bozulduğu da epey sık rastlanan bir manzaradır. İşi bozulmuş bir işadamından ise barışa hiç fayda gelmez.
Sonuç olarak, söyleyeceğim şudur: işadamlarının politikaya soyunmalarının, başkalarını geçtik, kendilerine de hayrı yoktur. Kendi işlerine baktıkları takdirde, demokrasiye de barışa da katkıları daha büyük olur. Tabiî kapitalizme de.
(*) Bu yazı, Atina’da 11-13 Eylül tarihlerinde düzenlenen “98 Zirvesi”ndeki “Barış ve Gelişme” adlı konferansta sunduğum bir bildirinin metnidir. Bu konferanstaki dinleyicilerin daha çok iş aleminden ve devlet erkanından oluşan hayli muhafazakar bir kitle olduğuna özellikle dikkat çekmek isterim. Konferansla ilgili izlenimlerimi ayrı bir yazıda ele alacağım.
[2] Ayşe Buğra, Devlet ve İşadamları, İletişim,1995.
[2] Ayşe Buğra, “Cumhuriyet Dönemi Girişimcilik Tarihi ve Yeni Demokrasi Hareketi”, s. 43, Birikim, sayı:66, 1995.