Sabancı'nın “Aday Adaylığı“: Anti-Politik Siyasette Yeni Bir Hamle mi?

İşadamlarının siyasete “soyunması”, üstelik lâlettayin bir milletvekilliği veya bakanlıkla yetinmeyip, “ülkeyi kurtarmak” üzere en yüksek mevkilere aday olması ve bu iddianın bir parçası olarak mevcut partiler sistemini, geleneksel siyasal yelpazeyi elinin tersiyle itip yeni bir dükkân açarak işe başlaması, son on yılda bütün dünyada örnekleri görülen bir ‘trend’. Siyasete gitgide işletme rasyonellerinin hâkim olmasının en nihayet yol açtığı krizin; buna da bağlı olarak, kapitalist sistemin siyasal düzeninin tarihsel kuruluşunu belirleyen ekonomi-politika ayrımının silikleşmesinin bir sonucu sayabiliriz bunu. İdeolojilerin ‘itibarî’ hale geldiği, örgütlerin ‘esnek uzmanlaşma’ modelince bir taraftan sökülüp öbür tarafa takılabilir soft-ware’e dönüştüğü, politikanın asıl olarak medyayla medyatize edildiği bir ortam, sermaye sınıfından yeni “lider” adayları için müsait ve ‘keyifli’ bir yatırım sahasıdır. Fakat sadece keyif meselesi değil... Siyasal yelpazenin kırışıp buruştuğu, ‘merkez’in kendi içine çöktüğü, siyasetin müşterisinin azalarak ‘katılım’ın düştüğü bir zamanda, bu durum gerçekten sistemin idaresini müşkülleştiren sıkıntılara yol açabilir; o zaman da siyasal sahneye bizzat müdahale etmek, sistemin ‘büyük ortakları’ açısından âcil bir gereklilik olabilir.

Örneğin bir evvelki ABD Başkanlık seçiminde, cürmüne göre yaktığı yer ölçüsüyle Türkiye’de CHP’ninkine benzer bir konum edinebilen Ross Perot’nunki, sanki daha çok eğlencelik bir denemeydi. Buna karşılık örneğin İtalya’da Berlusconi’nin Forza Italia’sı, türedi bir işadamının para aklama ihtiyacı ve kudret oyunu oynama fantezisinin ötesinde, gerçekten ülkedeki siyasal sistemin içinde bulunduğu yönetme krizine otoriter-faşizan bir cevap bulma arayışını da yansıtıyordu. Türkiye’de de Cem Boyner’in YDH denemesini Berlusconi’nin çıkışına benzetebiliriz: tam tamına siyasal hedefleri açısından değil ama siyasal sistemin ciddi bir krizine çözüm bulma iddiası ve ihtimali içermesinden ötürü...

Önemli bir fark da, Berlusconi’nin İtalyan büyük sermayesinin ‘tipik’ bir temsilcisi değil, bir türedi olmasına karşılık, Boyner’in Türk büyük sermayesi adına konuşabilecek birisi olmasıydı. Kendisi TÜSİAD’ın eski bir başkanıydı ve YDH büyük sermayenin icazetli projesi olmamakla beraber, onun ortalama/genel çıkarını yansıtma yeteneği olan bir projeydi; bu genel çıkarı, “Türk burjuvazisi”nin yerleşik ürkekliğini silkip atan bir ‘sınıf tavrı’ ile dillendirme -ve ‘liberal’ bir hegemonik bir projeye dönüştürme- hamlesiydi. (Siyaset branşına yatırım yapan bir başka işadamının, Besim Tibuk’un “partisi”nde ise, ‘sınıf tavrı’nın, herhangi bir popüler-hegemonik kaygı taşımadan yalınkılıç bir cazgırlıkla dile getirildiğini görüyoruz.)

ŞİMDİ MEYDANA BİR DE SABANCI ÇIKTI

Gerçi Sakıp Sabancı’nın doğrudan doğruya siyaset edip etmeyeceğini bilemeyiz. Aşağıda da değineceğimiz gibi, ileri sürdüğü şartlar, zor şartlar ve Türk halkına bir büyük lütuf olarak sunduğu İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adaylığı gerçekleşmeyebilir. Resmen adaylıkla ve fiilî politikacılıkla nihayetlenmese bile, Sabancı’nın “aday olabilirim” çıkışı, önemli bir işarettir. Evvelâ, yukarıda değindiğim trendi teyit etmesi bakımından önemlidir. Türk büyük burjuvazisinin “yüksek siyasete” müdahale yönteminde, iki “en büyük”ten Koç’un ’70’ler/’80’ler dönümündeki “liderlere mektup yazarak tavsiyelerde bulunma” üslûbunun yerini, şimdi Sabancı’nın ‘sahaya ineriz!’ üslûbunun alması anlamlıdır. Sabancı’nın hamlesini, bir Yurttaş Kane vakası olarak, âhir ömründe azıcık da siyasetçilik oynamak isteyen bir “zengin”in hevesi olarak değerlendiremeyiz. O, büyük sermayenin ve Türkiye kapitalizminin yerleşik, kurumsal ve merkezî bir unsurudur - “Anayasa”nın sonundaki “SA”nın da acaba bir “Sabancı” alâmet-i farikası mı olduğunu bu ülkenin insanlarına düşündürtecek kadar...1 Sabancı’nın aday adaylığı, bu sinyalle kalsa bile, Türkiye’de büyük sermayenin, ülkenin idare krizi ile ilgili ciddi sıkıntıları bulunduğunun göstergesidir. 28 Şubat’la, ultramodernliğine methiyeler düzülen ordunun marifetleriyle, iki üç özelleştirmeyle halledilemeyecek türden sıkıntılardır bunlar. Buna, ’80’lerin başındaki imtiyazlı konumunu malî sermayenin hâkimiyeti karşısında haylidir yitirmiş olan -ve kendi kontrollerindeki malî sermaye vektörü bu dengesizliği telâfiye yetmeyen- sanayici lobisinin memnuniyetsizliğini de ekleyebiliriz - Sabancı bu lobinin de yerleşik ve merkezî bir unsurudur.

Göz dikilen siyaset mekânının İstanbul olması da tesadüf değil tabiî. İstanbul, büyük sermaye için, sanayi-ticaret ve finans merkezi ve ülke nüfusunun beşte birinin yaşadığı en büyük şehrimiz olmasının ötesinde bir öneme, bizatihî bir değer kaynağı olması umulan bir “global şehir” olma perspektifine sahip. Bunun için, şehrin -en azından belirli mahallerinin- global akışlarla azamî ölçüde eklemlenmesine elverecek şekilde donatılması, bu işleve uygun bir imajla pazarlanması, ‘eski püskü’ ve ‘külüstür’ olanın şehrin vitrininden uzaklaştırılması, vitrinin güvenliğinin sağlanması gerekiyor; bütün bunlar için de, şehrin ürettiği kaynağın memleketin türlü çeşitli verimsiz işlerine saçılacağına yine şehrin bu misyonu hayrına harcanması gerekiyor. Epeydir, “Türkiye’yi kurtarmak” aslında “İstanbul’u kurtarmak”, açıkçası “İstanbul’u Türkiye’den kurtarmak” anlamına geliyor - ki bunun kodu “Ankara’dan kurtulmak”tır.2 Sabancı’nın parmağının başka bir mevkiyi değil de İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nı göstermesi, büyük sermayenin “İstanbul’u kurtarma” cehdinin kazandığı ehemmiyeti de açığa vuruyor.

Sabancı’nın siyasete hamlesinin makro düzeydeki anlamı, böyle görünüyor. Mikro-siyasette, reel politikada Sabancı’nın nasıl bir şeyi temsil ettiğine de bir bakmalı... Sabancı’yı son zamanlarda en çok DYP seviyor; Çiller&Ortakları’nın o grotesk anti-kartel, anti-oligarşi,... söyleminde Sabancı, anti-Koç panzehiri temsil ediyor: “İç piyasaya kalitesiz mal veren ve sırf bu yüzden Avrupa Birliği’ne bile girmemize karşı çıkan Koç Holding’in yolu Sabancı tarafından kesilecek... Sabancı uluslararası piyasalarda kendini kanıtlamış biri...”3 DYP/Çiller yayın organı Öncü’de Sabancı’nın hep “Çiller’le aynı şeyleri söylediğinden” dem vuruluyor; Çiller’in bu tabiî müttefiklik çerçevesinde Sabancı’ya İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adaylığı önermesi üzerine “Hanedanbaşı Mesut”un nasıl paniklediği ballandırılıyor.4 Refah-DYP koalisyon hükümeti döneminde RP yönetimi de Sabancı’ya, bu şiddette değilse bile, büyük burjuvazinin ‘tercihe şâyan’ kanadı olarak muamele ediyordu: 1996 Kasım’ında Erbakan Toyota-Sa tesislerini gezerken Sabancı’yı Türk sanayiinin kurulmasında kendisinin “silah arkadaşı” olarak şanlandırmış, Sabancı da Erbakan’a hilâl-başaklı bir şilt hediye etmişti. Bu muhabbetin arkasında, Refahyol hükümetinin yine anti-Koç bir önlem olarak Sabancı’ya otomobil üretiminde teşvikler ve kolaylıklar sağlaması yatıyordu.5 Bu reel politik mevki ve teveccüh, Sabancı’nın özellikle seçmediği, Türkiye’nin büyük sermaye grupları içinde (ve yine Koç’a nazaran) uluslararası sermayeyle bütünleşme hız ve yeteneğinin görece yüksek oluşunun ona sağladığı bir ‘fayda’dır. Buna, aynı iktisadî konumdan kaynaklanan, Koç’un yerleşik-geleneksel devlet politikalarıyla ve devlet elitiyle tam uyumlu tutumuna karşılık, Sabancı’nın siyaseten de esnek (“yeter ki işimiz görülsün”) tutumunun sağladığı ‘getiriyi’ ekleyebiliriz.

DYP ve Refahyol zamanında RP’nin Sabancı’ya atfettiği “yerlilik/millilik”, iktisadî karşılığı hiç bulunamayacak bir hususiyet - meşhur “iç pazarcılığı” ve onu resmî/millî ideolojiye bağlayan palamarlarla, Koç, çok daha “yerli ve millî” bile bulunabilir aslında! Sabancı’nın “yerlilik/millilik” imajı, esasen, şehirli-kozmopolit-züppe burjuva imajına karşı hâlâ köylü kalmış “halk adamı” tiplemesini (“Sakıp Ağa”) yıllardır sahnelemesine dayanıyor. Koç’un steril ve asketik havasının zıddını teşkil eden bu şen şatır “halk adamı” imajının, Türkiye’nin yüzyıllık millî davası olan “millî burjuva” yaratma programının en başarılı ürününü oluşturduğu söylenebilir: hem iktisaden ‘yeterince’ burjuva, hem kültürel yönden ‘açık’ ve Batı’ya dönük, hem de “değerlerimize bağlı/bizden biri”... Bu tiplemenin bütün millete hitaben burun sızlatan bir “herkes yapabilir, herkes zengin olabilir” telkini içermesi de,6 millî burjuva programının esaslı bir faktörü sayılmalıdır. Sakıp Sabancı, Özal devrinde “en yüce değer” haline gelmesinin de öncesinde, zenginliği ve zenginleri ahaliye ‘sevdirmiş’ bir halkla ilişkiler başarısının sahibidir.

“Sabancı’nın siyasete soyunması -veya ‘soyunurum’ havasına girmesi- neyi temsil ediyor?” sorusunun cevabı bir de politikanın ontolojisi düzeyinde aranmalı.7 Sözün özü: Sabancı, söylemi, savları ve hali-tavrıyla, politikanın bir idare teknolojisine indirgenerek tıkanmasını, imkânsızlaştırılmasını, anti-politik kılınmasını temsil ediyor, bunun reklamını yapıyor. Sabancı’nın, medya ve birçok siyasetçi tarafından, siyasetçilerin tam zıddı hasletler ve öncelikle de “dobralık” diye taltif edilen bu söylemine göre siyaset, çıkarlar-ötesidir, aklın yolunu yapmaktır (ki birdir!), lüzumlu olduğu aşikâr işleri görmek, “hizmet” etmektir. Tabiî bu anti-politik pragmatizmin üstünde, onu büsbütün millî kılan Japon ortaklarından -malûm, “Japon modeli”, gelenekleri muhafaza ederek kalkınmanın sihirli yoludur ya...- mülhem bir millî vazife şuuru sosu eksik değildir: “Japonlar ne diyor: Önce vatan, sonra aile, sağlıklı müessese, daha sonra da ben. Bizimkiler; önce ben, benim partim, müessese, sonra vatan....”8

Zaten Sabancı’nın ortalara dökülmesinin gerisinde de, köşe yazarlarının ekseriyetle tespit ettiklerine göre, böyle bir fedakârlık aranmalıdır: bu çıkışlarını hep “Ankara’ya bakıyorum, gönlüm kararıyor”, “ülkem için kaygılanıyorum, kaygılanıyorum” tiradlarıyla yapmaktadır; yoksa o, örneğin Rauf Tamer’in geçenlerde yazdığına bakılırsa, “kaybedecek çok şeyi olan” biridir (politikayı “kaybedecek bir şeyi olanların yapması gerektiği” doğrultusundaki kontra-Marx formülün mucidi Cem Boyner değil miydi?).9

İşi bilenin (ki son on yıldır, adı üstünde, her türlü “iş”in erbâbının tabiatıyla “işadamları” olduğu kakılıyor kafamıza; çünkü onlar risk almayı ve başarmayı bilirler - o halde ‘şüphesiz onlar her şeyi bilir’ demektir!), siyasetin katakullilerine, sürüncemelerine, tavizlerine takılmadan, etkin ve verimli olduğunu bildiği yöntemlerle ne yapacaksa yapmasını niyaz eden bu ultra-pragmatizm, Yeni Sağ’ın temel bir direği olan teknokratik otoriteryanizmi yansıtır. Bu anti-politik siyaset tarzı hali hazırda zaten kurumlaşmış durumda, fakat Sabancı bunun için taze bir kuvvet, güçlü bir katalizör. Daha belediye başkan adaylığı için sürdüğü şartlarla, partilerin ve politika sürecinin by-pass edilmesini öngörüyor. Bir kere, kendisini iki partinin (ANAP-DYP) ortak aday göstermesi gerekiyor. Zaten Sabancı’ya göre “bugün en büyük enflasyon siyasi partilerde yaşanıyor. Türkiye’de 34 partinin olması çok anlamlı değil.”10 Bunun için, merkez sağda ve merkez solda behemahal birleşilmesini, olmadı dört partili, ama sağlam koalisyonlar kurulmasını nicedir tamim ediyor. Bu tamim, millî birlik-beraberciliğin ezelî idiliyle de uyum içinde: memleketin temel meseleleri, millî davaları için parti ayrı gayrılığını bırakıp niçin biraraya gelmezler, ele ele vermezler sanki! Sabancı, bu korporatist siyaseti işadamı politikasında da savunmuştu bir ara: 1986’da TÜSİAD’la Odalar Birliği’nin birleştirilmesini istemişti - elbette, aralarındaki rekabetin sertleştiği Odalar Birliği’ni pasifize etmek amacıyla...11 Adaylığın şartları bununla bitmiyor: belediye meclis üyesi ve ilçe belediye başkan adaylarını da kendisi belirleyecek - parti liderlerini “padişahlıkla” suçlayan, “takım çalışması yapın!” diye akıl satan birisi için tuhaf öneriler aslında, ama herhalde “iş”in icabı böyle... Türk millî burjuvası, uygun -çok uygun!- teşvikler, istisnalar ve muafiyetler olmadan rahat eder mi hiç!

Siyaseti bir idare tekniği olarak gören zihniyet açısından seçim de katlanılması gereken bir ayak bağı, bir lüzumsuzluktur. Sabancı aylardır durmadan seçimleri bir doğal âfet olarak tasvir eden söylevler vermekte: “Bu memlekette asıl enflasyon; enflasyonun anası, dedesi durmadan seçime gitmektir... durmadan seçimin haleti ruhiyesi içerisinde yola devam ettin mi tavizler, cıvıtmalar yeniden gelir, gündeme girer.”12 Sabancı’nın istediği, bütün partilerin biraraya gelerek, merkezde bir veya iki tabela altında birleşerek (zaten istediğinin esası budur), güçlü, istikrarlı, sağlam bir hükümet oluşumunu sağlayacak bir seçim sistemi dizayn etmeleri; neticede seçimin -madem ki demokrasinin bir gereğidir- ancak sonucu sıkı sıkı garantilenmiş bir prosedür olarak icra edilmesidir. Seçim, teknik düzeyde verilmiş kararların usulen teyidinden ibaret olmalıdır - kâbilse “rıza üretme” işlevi bile başka mekanizmalara, örneğin kendisinin “renkli” sohbetlerine devredilebilir. Gerçi sermaye hiçbir yerde ve hiçbir zaman -somut bir hükümet değişikliği istediği durumlar dışında- seçimden hazzetmez, ama bu can sıkıntısını Sabancı kadar iştiyakla dile getiren bir işadamı herhalde 2. Dünya Savaşı’ndan beri bütün dünyada az görülmüştür.

Son olarak, Sakıp Sabancı’nın, Özdemir Sabancı’nın öldürülmesinden sanık Mustafa Duyar’ın 22 kişiyi yakalattığı için Pişmanlık Yasası’ndan yararlandırılması ihtimali gündeme geldiğinde, “idam” üstüne söylediklerini hatırlayalım: “Pırıl pırıl kardeşimi kaybettim. Bağrım yanıyor. Biz kesinlikle affetmiyoruz. Vicdanımız affetmiyor. Normal sözler söylemem gerekiyordu. Evet affetmek büyüklük ama benim kardeşimin günahı neydi? Biz affetmiyoruz. Sadece bizim ailemiz, beraber çalıştığımız arkadaşlarımız değil topluma da sormak gerek. Birçok kişi bizimle aynı fikirde olacaktır...Amerika’da idam var. Bizde yok. Acaba ABD yanlış mı yapıyor, gaddar mı, insan haklarını bilmiyor mu, biz mi biliyoruz? Neden bunu, bu müessesseyi 20’nci asrın icatlarına göre kullanmak durumunda olabiliyor. Çünkü onun getireceklerini ve götüreceklerini dengelemek için yapıyor. Gardaşım Özdemir Sabancı’yı geri getiremem, getiremeyeceğiz. Fakat yanlış düzenlemeler yapılırsa yeniden Özdemir Sabancı’ların öldürülmesine sebebiyet veririz... Yıllardır Türkiye’de idamlar meselesi konuşuluyor, hiçbir şey uygulanmıyor. Ben de sizler gibi insanları seviyorum, insanlarla birlikteyim. Ama toplumun ve ülkenin menfaatları bakımından ülkenin bütünlüğünü bozuyorsa, anarşi, terör konusunda mecburi olarak müracaat edilen mesele oluyor idam. Amerika da fantazi olsun diye devam etmiyor. Bizde de sokaktan geçen adamı hapse atmıyoruz. Bir adamı çevirip de ona idam cezası verelim demiyoruz ki. İdam cezası verenler kimdir kardeşim. Bu ülkenin saygın hakimleri, savcılarıdır. Yasalara bakmışlar, incelemişler. Meselenin icabından dolayı üzülerek idam cezası vermişler. Kim bunlar? Bizim insanlarımız, yasalarımıza göre. Ama Meclis geliyor uygulama stop, stop.... Hükümetler güçlü olmadıkça, af meselesini cıvıtmaya devam ettikçe, toplumdaki huzursuzluklar artarak sürer.”13 Bu uzun alıntı çok şey söylüyor: Güçlü hükümet...ülkenin menfaatleri... ‘icabında’ idam... ‘icabında’ idam için referandum imâsı... meclisin dirayetsizliği, işleri yokuşa sürmesi... ve ‘cıvıtma’... Dikkat edilirse, Sabancı bu sevimli halk tabirini, “cıvıtma”yı, seçimler vesilesiyle de sarfetmişti. Sabancı’nın, doğrusu bizzat pek “ciddi, ağırbaşlı, olgun...” bir üslûpla dile getirildiğini söyleyemeyeceğimiz ‘görüşlerini’ belki bu kelimeyle özetlemek en kolayı: “Ağa”, sakın ola ki “cıvıklık” istemiyor. O “hoşsohbet”, “sevecen”, “halk adamı” stiliyle, herkes cıvıtmadan işini gücünü yapsın istiyor. Politika değil, güçlü yönetim istiyor. Otorite istiyor.

Tatsız olan, hiç de “ciddi, ağırbaşlı, olgun” olmayan bir üslûpla “cıvıtmayın!” diye azarlamanın ve azarlanmanın, Türkiye toplumunda tanıdık ve sevilen bir ilişki tarzı oluşudur.

[1] Sakıp Sabancı’nın İstanbul Sanayi Odası Meclis toplantısına (24 Mayıs 1995) davet edilen ama gelmeyen SHP’li Aydın Güven Gürkan’a gıyabında ‘şarlayışı’, kendisini ‘nerede’ gördüğüne dair bir fikir vermiyor mu?: “Hangi işin var ki benim toplantıma gelmiyorsun? Ben seni istiyorum, geleceksin, dinleyeceksin. Gelirken takımlarını da getireceksin. Çiller’i de 23 Haziran’daki meclis toplantısına bekliyoruz. Biz verenler, üretenler siz yiyenlere diyoruz ki gelin bizi dinleyin. Gelirken, sosyal kafalı Frenk memurlarınızı da getirin.” Akt.. Haluk Alkan, “Türkiye’de Baskı Grupları: Siyaset ve İşadamı Örgütlenmeleri”, yayımlanmamış doktora tezi (Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü), s. 319. Haluk Alkan’ın bu titiz çalışmasına dayanan bir makalesi Birikim’in elinizdeki dosyasında yer almaktadır.

[2] Bunu geçen yerel seçimler vesilesiyle tartışmıştım: “İstanbul’un Seçimi”, Birikim 56 (Aralık 1993), s. 3-11.

[3] Öncü, 23 Ağustos 1998.

[4] Öncü, 27 Temmuz ve 7 Eylül 1998.

[5] Bkz. Haluk Alkan, a.g.y., s. 352.

[6] Sabancı’nın “deneyimlerini başarıyı arayanlara aktaran” kitapları, “sen de çalış sen de ol!” vaazlarıdır. Son olarak: Başarı Şimdi Aslanın Ağzında, Mart Yayınları, İstanbul 1998.

[7] Örneğin bir Bülent Somay’ın on küsur yıldır savunduğu tutarlılıkla değilse de, “idare” anlamına yakın “siyaset” kavramı ile toplumun kamusal bir süreçte kendini tasarlama, kurma ve yeniden-kurma etkinliği anlamında “politika” kavramını ayırdettiğim sezilmiş olmalıdır.

[8] Sabah, 24 Temmuz 1998.

[9] İki hususu ayırt etmek gerek: İşadamlarının/sermayenin sistemle ilgili şikâyetçi olması bir vakıadır ve sistem-içi bir buhranın ciddiyetine delâlet eder; işadamlarının/sermayenin şikâyetlerinin, olabilecek en ciddi, en dokunaklı ve ‘sahih’ politik duyarlılık olarak takdim edilmesi ise -medyanın yaptığı gibi-, en hafif -çok hafif!- tabirle gayrıciddiliktir.

[10] Sabah, 7 Mart 1997.

[11] Haluk Alkan, a.g.y., s. 252.

[12] Sabah, 6 Mart 1998.

[13] Sabah, 29 Aralık 1997.