Vergi sistemi, ister liberal-kapitalist isterse müdahaleci-kapitalist devlette olsun kamu sisteminin varlığını -boyutu ne kadar olursa olsun- sürdürebilmesinin biricik teminatıdır. Bu, vergilemenin aslî ve sürekli amacıdır. Vergi sisteminin bunun yanısıra “malî olmayan amaç” olarak nitelendirilen, sistemin etkinlik maliyetinin azaltılmasına (fiyat istikrarını koruma, iktisadî büyümeyi engellememe, tasarruf arzını arttırma, istihdamı destekleme vb...) ve -ikincil düzeyde- daha adil kılınmasına dönük hedefleri de olur. Ne var ki vergi sisteminin aynı anda bütün bu amaçları karşılaması, hele tam anlamıyla eşitliği ve adaleti sağlaması, kapitalist toplumun sınıflı yapısından ötürü mümkün değildir.
NİÇİN VERGİ REFORMU?
İktisadî-malî sistemi bunalıma düşen hemen her ülkede vergi sisteminde bir reform gereksinmesi gündeme gelir. “Vergi reformu” kavramı, vergi sisteminde zaman içinde az çok sürekli yapılması gereken küçük düzenlemeleri aşan yapısal değişiklikleri belirtmek üzere kullanılır. Yapısal değişiklikten kasıt, vergi sisteminin hangi amacı özel önem kazanmışsa, ona ulaşabilmek için öngörülen değişikliklerdir. Liberal-kapitalist devlet anlayışının ve onun gerektirdiği sermaye birikim modelinin tercih edildiği bir toplumda, vergi reformu devlet kesiminin tedricen tasfiyesi gibi bir temel amaçla ele alınır. Böyle olunca, vergi reformundan anlaşılan, özel teşebbüsün vergi yükünü azaltmaya dönük çeşitli teşvik ve tedbirlerin sisteme monte edilmesidir. Bu, vergi sisteminin etkinlik maliyetinin azaltılarak piyasa ile uyumlulaştırılması demektir. Müdahaleci-kapitalist devlet anlayışının ve onun sermaye birikim modelinin tercih edildiği bir toplumda ise, vergi reformundan anlaşılan, devletin ekonomideki rolünün büyütülmesi ve kaynakların kamu kesimine çekilmesidir.
Bilindiği üzere ’80’lerde başlayan küreselleşme sürecinin öngördüğü devlet biçimi “küçülen devlet”tir. Devletin gerek girişimci olarak, gerek bütçesi aracılığıyla kaynak toplayarak ve harcayarak, gerekse kural koyucu/düzenleyici işleviyle ekonomiye müdahalesi geriletilmeye çalışılmaktadır. Bu tercih, “arz yönlü iktisat” anlayışına dayanır. Bu anlayışa göre dolaysız vergiler ve özellikle de gelirler ve kurumlar vergileri, faktör arzı, tasarruflar, yatırımlar ve genelde üretim faaliyetleri üzerinde olumsuz etki yapar. Hattâ vergi oranlarının yükseltilmesinde belli bir haddin aşılması halinde, vergiye karşı tepkinin had safhaya varacağı ve dolayısıyla vergi hasılatının düşeceği öngörülür. Bu kritik hadde/eşiğe ulaşılmadan vergi oranlarında indirim yapılması ise toplam vergi gelirlerini arttırmaz, azaltır. Nitekim “arz yönlü iktisat” anlayışıyla hazırlanmış vergi reform paketleri gerek Reagan’ın ABD’sinde gerekse Thatcher’ın İngiltere’sinde “vergi oranlarını düşürerek vergi gelirlerini arttırma” beklentisi boşa çıkmıştır. Reagan döneminde 1980’den itibaren denenen bu yöndeki uygulama, ABD tarihinin en yüksek bütçe açığıyla sonuçlanmıştır. Thatcher ve Reagan dönemlerindeki uygulamanın püf noktası, mevcut vergi oranları söz konusu kritik eşiğe uluşmamasına rağmen ulaşmış gibi değerlendirilmesidir. Bu tercih, büyük sermayenin istisna-muafiyet yoluyla vergiden kaçınmasının bahanesini oluşturmuştur. Bunun bedelini ödeyenler, doğal olarak, emekçi kesimlerdir.
TÜRKİYE’DE 1980’DEN SONRA VERGİ DÜZENLEMELERİ
Türkiye’de 1980’den günümüze kadar vergi yasalarında yapılan değişiklikleri izleyebilmek, konunun uzmanlarının bile üstesinden gelebileceği bir iş olmaktan çıkmak üzeredir. Türk vergi sistemini düzenleyen kanun metinleri mükerrer, ek, geçici maddelerin bolluğu nedeniyle tercüme edilmeye muhtaçtır ve sistem iyice karmaşıklaşmıştır. 1980’den bu son “Reform”a kadar yapılan değişiklikler, türlerine göre şöyle bir sayısal dağılım gösterir: gelir vergisinde 25, kurumlar vergisinde 21, katma değer vergisinde 16, damga vergisinde 11, harçlarda 15 kez kanun değişikliği yapılmıştır. Vergi usûl kanununda 16, amme alacaklarının tahsil usulü hakkındaki kanunda 10, emlak vergisi kanununda 8, belediye gelirleri kanununda 8 kez değişiklik yapılmıştır. Bu arada bir kanun aracılığıyla birden fazla kanunda değişiklik yapmak da alışkanlık haline gelmiştir. ANAP’ın 1984-89 arasındaki iktidarı sırasında vergi kanunlarında değişiklik yapma ortalaması ayda 1’dir! (Fon kanunları da eklendiğinde bu oran 1.5’a çıkar.) “Uygula-gör-düzelt” mantığıyla kanunlarla defalarca oynanarak yapılan bu değişiklikler içinde “reform” adını hakeden tek düzenleme, 1984 yılında kabul edilen katma değer vergisi ihdasıdır. Bütün bu kanun değişikliklerinin gerekçelerinde sistematik olarak sıralanan “mevcut yapıyı adilleştirme; vergi verimliliğini arttırarak kamu harcamalarını sağlıklı kaynaklara kavuşturma; vergi kayıplara önleme” gibi amaçlar tamamen kağıt üzerinde kalmıştır.
Döneme damgasını vuran ikinci önemli olgu ise, vergi sistemini teşvik amacıyla kullanma uygulamalarının kazandığı ağırlıktır. Bu uygulamayla, vergi sistemi, kamu harcamalarını karşılama gücünden yoksun bırakılmıştır. Bu sonuç, “devleti küçültmeye” dayalı sermaye birikim modeli doğrultusunda bilinçli bir tercihin ürünüdür. Zaten düşük bir oran ve yükle vergilendirilen sermayenin vergi yükü, daha da hafifletilmeye çalışılmıştır. Özellikle kurumlar vergisinde kantarın topuzu öylesine kaçırılmıştır ki, yatırımların ve ihracatın teşvik edilmesi (ve dolayısıyla “vergide verimliliğin sağlanacağı”!) gerekçesiyle adeta ulufe gibi dağıtılan istisnalar ve muafiyetler sonucunda, uzun yıllar devlete önemli gelir sağlayan bu vergi zamanla malî fonksiyonunu yerine getiremez hale gelmiştir. Bu dönemde, diğer vergiler için bir otokontrol aracı niteliği taşımasıyla vergi sistemlerinin vazgeçilmez bir unsuru kabul edilen servet beyannamesinin kaldırılması da, sermaye yanlısı bir diğer önemli düzenlemedir.
YENİ VERGİ KANUNU HANGİ YENİ DÜZENLEMELERİ GETİRMEKTE?
’80’li yıllarda başlatılan, bir kanun aracılığıyla birden çok kanunda değişiklik yapma geleneğine uygun bir kanunla karşı karşıyayız. Ancak bu kapsamlı değişiklikle, vergi sistemi daha da içinden çıkılmaz hale gelmiş bulunuyor. Aslında bu aşamadan sonra yapılacak iş, temel vergi kanunlarını yeniden yazarak tek bir metin haline getirmek olmalıdır - ancak o zaman gerçek bir vergi reformundan söz edilebilecektir.
4369 sayılı bu yeni vergi kanununun getirdiği düzenlemelerin bir kısmı, sistemi basitleştirmeye, uygulamada aksayan yönleri düzeltmeye, aşırı olduğu kabul edilen bazı yüksek oranları indirmeye yönelik hükümler içermekte. Aslında, gerek OECD ülkeleriyle gerekse Türkiye’ye benzer yapıdaki ülkelerle mukayese edildiğinde, Türkiye’de vergi oranlarının hiç de yüksek olmadığı hemen söylenmelidir. Bunların yanısıra vergide etkinliğin arttırılmasına dönük kurumsal düzenlemelere de yer verilmekte. Sanırız bu tür düzenlemelere kimsenin itirazı olmaz.
Ancak aynı temenniyi diğer düzenlemeler için tekrarlamak mümkün değil: bunların çoğu, açıkça sermaye lehine düzenlemelerdir. Kanun daha taslak aşamasında iken, yine sermaye lehine bir yapı arzetmesine rağmen; gerek Meclise sunulması öncesinde (örneğin Ekonomik ve Sosyal Konsey toplantılarında) gerekse Meclis Plan-Bütçe Komisyonu’nda ve Genel Kurul’da sermaye lehine alabildiğine esnetilmiştir. Sermaye çevreleri bu üç aşamada, başlıbaşına bir yazı konusu olabilecek ölçüde baskıcı bir lobi faaliyetinde bulunmuşlardır. Meclise yansıyan mevcut sınıfsal ve siyasal güç dengesi koşullarında çok da şaşırtıcı olmayan bir durum...
EMEK YANLISI VERGİ DÜZENLEMELERİ ?- BİR BAŞKA BAHARA
Kanunda emek yanlısı tek bir düzenlemeye rastlanmamakta (muhtemel başka sakıncalarının giderilmesi kaydıyla 5. madde hariç). Kanun tasarısını hazırlayanlarca emek lehine olarak değerlendirilen bazı düzenlemeler hakkındaki bu olumlu izlenim medyanın da katkısıyla pekişmişse de, bu yanıltıcı bir izlenimdir.
Gelir vergisi tarifesi yeniden düzenlenirken, en üst gelir diliminin vergi oranındaki indirim, daha alt gelir gruplarına göre yüksektir. En üst gelir dilimlerinde vergi oranı indirimi 15 puan iken bu oran alt gelir dilimlerinde 10 puana gerilemekte. Bu, mutlak vergi gelirleri açısından olumlu, fakat göreli yük dağılımı açısından son derece olumsuz bir tablodur. Kanunu hazırlayanların iddia ettiği vergi adaleti ise, ancak yüksek vergi yükü olan ücretlilerin bu yükünün azaltılması, hiç vergi vermeyen ya da düşük vergi verenlerin yüklerinin arttırılmasıyla sağlanır. Oysa kanunda yapılan düzenleme mevcut dengesizliği daha da arttırmakta.
Ücretliler için getirilecek gelir vergisi özel tarifesinin, bu kesimin gelirlerini esas tarife oranlarının 10’ar puan altında vergilendirmesi, doğru ve adil bir düzenleme olurdu. Ücretliler dışında kalanlar ise yüzde 20-45 aralığında -bu tarife kanunda 1998 için öngörülen geçiş tarifesidir- tutacak bir esas tarifenin belirlenmesi yeterliydi. Bu ikili tarife yapısı, kanunda öngörülen tarifeyle eşit ölçüde vergi kaybı doğursa dahi, daha adil bir yük dağılımı getirirdi. Böyle bir alternatif Türk-İş tarafından önerilmesine rağmen kayıtsız kalınmıştır. Böylece, en önemli vergi ilkesi olan “ayırma ilkesi”nin Türk vergi sistemine girmesi için bir fırsat kaçırılmıştır. “Ayırma ilkesi”, gelirlerin kaynaklarına göre farklı oranlarda vergilendirilmesini öngörür. İlke, gelir sahiplerinin kaynaklarına göre değişen ödeme güçlerine sahip olduğunu varsayar. Çünkü sermaye dışındaki gelirler, özellikle emek gelirleri daima azalabileceği hattâ kesilebileceği halde, sermaye gelirleri sermaye sahibinin hayatıyla bile kayıtlı olmadan varlığını sürdürür. Ayrıca sermaye dışındaki gelirler arasında hiç saklanamayacak, sahibine vergiden kaçma olanağı vermeyecek olanı, emek geliridir. “Ayırma ilkesi”nin uygulamaya konmasına, en fazla, bizim gibi ülkelerde ihtiyaç vardır. Çünkü gelişmiş ülkelerde vergi gelirlerinin dağılımı Türkiye’ye kıyasla daha adildir. Bunun önemli bir nedeni, söz konusu ülkelerde işgücünün yüzde 90’ı aşan kısmının ücretlilerden oluşması ve bu kesimin millî gelir payının yüzde 50-60’ları aşıyor olması. Dolayısıyla, bu ülkelerde vergi yükünün önemli bir bölümünün ücretlilerce taşınması, o kadar adaletsiz bir görüntü vermez. Halbuki Türkiye’de ücretliler millî gelir paylarının iki katından fazla bir gelir vergisi payına sahipler! Buna karşılık sermaye gelirleri üzerindeki vergi, millî gelir paylarının altında. İki kesim arasında 2.5 katlık bir vergi baskısı farkı var.
Bir paradoks gibi görünebilir ama, aslında “ayırma ilkesi” negatif anlamda sistemimize girmiş, hattâ yeni kanunla pekiştirilmiştir. Emeğe yansıması negatif ayrımcılık olan bir düzenlemedir bu. Bilindiği gibi Türk vergi sisteminde ücretliler için beyan sistemi söz konusu değildir. Ücretlilerde gelirin kaynağında kesinti yapılmaktadır. Gelir ve kurumlar vergisi mükelleflerinin ise o yılki kazançları ertesi yılın mart ve nisan aylarında verilecek beyannameler üzerinden alınmakta. Beyanname üzerinden hesaplanan vergilerin de üç eşit taksitte ertesi yılın eylül ve ekim aylarına sarkacak şekilde ödenmesi söz konusu olabilmekte. Bu fark, ücretlileri -aynı gelir grubundaki gelir vergisi mükelleflerine nazaran- en azından enflasyon oranında daha fazla vergi öder hale getirmekte. Bu, negatif ayrımcılıktan başka bir şey değildir.
Yeni kanunda emek aleyhine olan başka düzenlemelere de kısaca değinelim. a) Ücretliler için öngörülen mutlak yük hafifletmeleri, memur kesimine bir ölçüde yansıyabilecekken, işçi statüsünde olanların -özellikle de sendikal koruma şemsiyesinden mahrûm olanların- durumunu kötüleştirecek gibi görünüyor. b) Özel indirim mekanizmasının asgari ücrete endekslenmesiyle asgari ücret düzeyinin vergi dışı bırakılması mümkün olabilecekken ve mevcut Gelir Vergisi Kanunu’nun hükümetlere tanıdığı yetkiyle bu düzenleme yapılabilecekken, bugüne kadar hiçbir hükümet bu yönde inisyatif kullanmadı. Türk-İş’in, bu önlemin kanunda yer alması yolundaki önerisi tartışmaya bile açılmamıştır. c) Kira gelirlerindeki istisna sınırının yükseltilmesi, düşük gelir sahiplerini koruyacak düzeyde değildir. d) Emlak vergisi oranlarının düşürülmesi, yeni adaletsizliklere gebedir. Zira vergiye esas olan matrah değerinin rayiç bedele yaklaştırılmasında seçilen her yıl yeniden (yani yaklaşık enflasyon oranında) değerleme yöntemi, en kolay yoldur ama en adili değildir. Çünkü bu yöntem, düşük vasıflı konutların sahiplerini cezalandırıcı, değeri enflasyonun üzerinde artan konut sahiplerini ise kayırıcıdır. Ayrıca emlak değerlerine ilişkin emsal değerlerinin tespitinde yerel yönetimlerin gelir arttırma amaçlı hattâ bazen seçmenlerin semtlere dağılışına göre ayrımcı uygulamalara gitmeleri halinde, yeni adaletsizlikler ortaya çıkabilecektir.
Yukarıda değinildiği üzere emek lehine olma ihtimali bulunan tek düzenleme, belirli şartlarda, geçici 5. madde olabilir. Bu maddenin kanuna taşınması, Maliye Bakanının da yapıcı tutumunun katkısıyla, Türk-İş’in çabasıyla gerçekleşmiştir. Bu madde, işçilerini sendikalı yaparak kayıt altına alan işverenler lehine önemli maddi haklar getirmekte. Türk-İş çevreleri, sendikalılaşmayı özendiren bu düzenlemeyi “ilerici ve devrimci” bir uygulama olarak değerlendirdiler. Ancak bu ilk izlenimin yanıltıcı olduğunu belirtmek gerekir. Bu maddenin gerçekten “ilerici ve devrimci” bir işlev taşıyıp taşımayacağını, uygulamada, özendirici haklardan yararlanacak sendikaların toplu sözleşme hakkına sahip sendikalar olup olmayacağı belirleyecektir. İşyeri esasına göre kurulmuş/kurdurulmuş ve toplu sözleşme yetkisine sahip olmayan sendikaların bu madde kapsamına alınması engellenemezse, toplu iş sözleşmesi yapmayan işverenler yapanlar karşısında avantajlı konuma gelecektir. Bu yönde bir uygulama, cılız ve “sarı” sendikacılığı doğrudan doğruya teşvik eder, hayali ihracatçılar gibi hayali sendikacılar türer. Bunun önüne geçilebilmesi için, uygulamada “yetkili sendika” koşulunun hükme bağlanması şarttır.
Bu düzenlemeye ilişkin bir diğer kaygımız, geçici düzenlemenin öngördüğü muafiyet süreleri bittiğinde yeniden kayıt dışılığa dönüşün gündeme gelebilecek oluşudur. Bunu önlemenin yolu da, kesinlikle, özendirici düzenlemenin süresinin uzatılması olmamalıdır. Bu yol açılırsa oluşacak baskılar, kayıt dışı istihdamın kayıt altına alınmasının toplumsal maliyetini getirisinin çok üzerine çıkartacaktır. Kayıt dışı istihdamın kayıt altına alınması için, geçici 5. maddenin, işsizlik sigortasının getirilmesi veya SSK’nın emek lehine yeniden düzenlenmesi gibi kurumsal önlemlerle desteklenmesi şarttır.
SERMAYE YANLISI NEGATİF AYRIMCILIK
Emek lehine düzenlemelerin eksikliğinin ötesinde, sermaye lehine açık düzenlemeler, kanunun sınıfsal ve siyasal kimliğini açıkça sergilemekte.
• Kârın sermayeye eklenmesinin kâr dağıtımı olarak kabul edilmeyeceğinin benimsenmesi yoluyla kurumlar vergisi dışında dağıtılan kâr üzerinden kesilen yüzde 20 oranındaki gelir vergisi stopajı kaldırılıyor. Asgari ücretin bile vergilendirildiği bir sistemde bu tür bir düzenleme, negatif ayrımcılığın şahikasıdır.
• Menkul sermaye iratlarının vergilendirilmesinde uygulanan indirim oranı yükseltiliyor. Bu tür gelirlerin çok geniş bir istisna uygulamasından arta kalan “bakiyesi” standart gelir tarifesine alınırken; ücret gelirlerinde hiçbir istisna indirimine tâbi tutulmaması, vergi adaletsizliğini pekiştirecek bir başka negatif ayrımcılık uygulamasıdır.
• Yatırım indirimi uygulamasına ilişkin hükümler büyük sermaye lehine değiştiriliyor. Bakanlar Kurulu’na, büyük boyutlu sınai yatırımlar için yatırım indirimi oranının yüzde 200’e kadar yükseltme yetkisi tanınıyor. Organize Sanayi Bölgesi ve kalkınmada Öncelikli Yöre’lerde yapılacak yatırımları teşvik için yüzde 100 yatırım indirimi olanağı getirilmesi de; daha ziyade, görece kalkınmış yörelerdeki sermaye temsilcilerinin illerini bu statüye aldırma yönündeki baskılarını teşvik edecektir!
• Kanunda düzenlenen gelirler dışındaki her türlü gelir ve iratlar, kaynağına bakılmaksızın “diğer kazanç ve iratlar” adı altında vergilendirme kapsamına alınıyor. Böylelikle, kanunda bir istisna getirilmediği sürece bir kişinin refahında artış sağlayacak her türlü gelirin vergiye tâbi olacağına hükmediliyor. Bu durumda örneğin rüşvet gelirleri ve kumar gelirleri -özel bir istisna getirilmediği sürece- bu kapsamda vergiye tâbi olabilecek. Ancak bu kapsamda vergi konusu olabilmesi için, bu tür gelirlerin -örneğin rüşvet veya kumar gelirlerinin- gelir tarifesindeki birinci ve ikinci gelir dilimleri toplamının yarısını aşması şarttır - örneğin 1998 yılı için 1 milyar 500 milyon sınırını... Bu kadar yüksek bir istisna sınırı, aşırı boyuttadır. Sınır daha aşağıya çekilse, “haydan gelenin huya gitmesi” bir nebze engellenebilecekti. Meclise sunulan tasarıda öngörülen istisna sınırı asgari ücretin yıllık brüt tutarının 3 katı bir değerle ilişkilendirilmişti; herhalde asgari ücretin bile vergilendirildiği bir ortamda bu yüksek istisna sınırı göze batmasın diye, bu formül değiştirildi!
• Başlangıç zamanı ve kapsam sınırlaması olmayan bir servet affı getiriliyor. Geçmişte edinilmiş her türlü servet, aklanıyor. “Beyaz sayfa açma”, “malî milad” yaratma adına yasa dışı ve vergi dışı servet yığmalar affedilmiş ve yeni af beklentileri doğurulmuş oluyor.
• Getirilen envanter affıyla, vergi dairelerine bildirilecek envanter listesinde şişirmeler önlenemez ise, sadece geçmişe dönük değil ileriye dönük vergi kaçırma olanağı da yaratılmış oluyor.
Akla şu soru gelebilir: Madem yeni vergi kanununa hâkim olan düzenlemeler sermaye yanlısı, o zaman neden sermayenin bazı kesimlerinden kanuna itiraz sesleri yükseliyor? Bunun nedeni, bu düzenlemelerin, bazı sermaye kesimleri arasında ayrımcılığa yol açmasıdır. Örneğin yatırım fonlarında şahsi hesabı olanlara tanınan vergi olanaklarıyla veya menkul sermaye iratlarının değerlendirilmesiyle ilgili düzenlemeyle, şirketler gerçek kişiler karşısında negatif ayrımcılığa tâbi tutulmaktadır. Bu tür ayrımlar, kanunun bir bütün olarak sermaye lehine olan yapısına halel getirmiyor.
Sermayenin bürokratlar ve siyasetçiler üzerinde yarattığı medya destekli terör öylesine şiddetli ki, ilk taslakta servet bildiriminin yeniden vergi sistemine getirilmesini sağlayan bir düzenlemeye yer verdi diye Maliye Bakanı yerden yere vurularak ’60’lardan kalma ucuz bir sloganla “servet düşmanı” ilan edilmişti. Ne acı ki, ilgili Bakan da “pardon, bu bölüm taslağa yanlışlıkla girmiş!” diye özür dilemek zorunda kalmıştı.
Tasarının kanunlaşmasından sonra da sermayenin, esas olarak da malî sermayenin, yeni ödünler koparma arayışı sona ermedi. Malî sermayenin her gün bir başka temsilcisi medyada boy göstererek, kanun görüşmelerinde kabul ettiremedikleri kimi düzenlemeleri yeniden tartışmaya açmaktan geri kalmıyor. Kanunun daha mürekkebi kurumadan, daha bir ayı bile dolmadan, malî sermayenin yoğun baskıları sonucu ilk gedik 13 Ağustos’ta açılarak; bankaların kendi aralarında yapmış oldukları mevduat ve repo işlemlerini vergi kapsamına alan düzenlemede stopaj oranında indirime gidildi. Medyanın malî sermayeyle göbek bağı nedeniyle sessiz sedasız geçiştirilen bu ilk gedikten sonra, Rusya krizinin ateşlediği finans krizinin sorumlusu olarak hedef tahtasına konan yeni vergi kanunu, 28 Ağustos önlemleriyle daha ciddi olarak deşilmiştir. Bankalar arası mevduat ve repo uygulamalarında stopaj sıfıra indirilerek eski uygulamaya dönülmüştür. Rusya’dan yayılan malî krizde hiçbir bilimsel ölçüye dayanmayan “yüzde 50”, “yüzde 80” gibi sorumluluk payları “saptanan” yeni vergi kanunu, çok geçmeden, 2 Eylül’de yeni bir önlemler paketiyle bir daha delindi: 1 Ocak 1999’dan önce satılmış kamu değerli kâğıtlarının alış bedelleri üzerinden değerlendirilmesi ve bu kağıtlara vergi ayrıcalığı getirilmesi kararı alındı. Bu karar da, yeni vergi kanununun, söz konusu değerli kağıtların borsa rayici üzerinden değerlendirilmesi yönündeki hükmünü kadük ederek durumu kanun-öncesine döndürüyor. Basına yansıdığı kadarıyla hükümetin bu konuda kanunda gerekli değişikliği yapmaya bile zahmet etmeden, zaman kazanmak amacıyla bu düzenlemeleri 1999 Bütçe Kanunu’na ekleyeceği anlaşılıyor!
VERGİ MÜCADELESİ DEMOKRASİ MÜCADELESİDİR!
Vergi uygulamaları, vergilerin hangi toplum kesimlerini çıkarına işlediği konusunda somut sonuçlara işaret eder. Çünkü vergi gelirlerinin hangi toplum kesimlerinden “alındığı” ve “nasıl alındığı” ya da “topluma nasıl yansıtıldığı”, bir bölüşüm sorunudur. İşte bu nedenle, demokrasi tarihi, bir bakıma vergi tartışmalarının ve mücadelelerinin de tarihidir. Dolayısıyla vergi kanunlarının tartışıldığı her yerde emekçilerin, halkın ve solun temsilcileri de olmak durumundadır.
Türkiye’nin, vergi tartışmalarını yakından izlememizi ve müdahale etmemizi gerektiren bir özelliği de var. Ülkemizde vermesi gereken vergiyi vermeyen kesimlerden borç alan ve onlara faiz aktaran zihniyet, bütçeyi tıkanma noktasına getirmiş bulunuyor. Artık borçlanarak bütçe büyüklüklerini taşıyabilmek mümkün görünmüyor. Bu güne kadar da, vergi yükünü sırtlayan çalışanlar sayesinde gelinebildi.
Bugün emekten yana, sol kuruluşların yapabileceği ilk iş, yeni vergi kanununun sermaye yanlısı niteliğini göstermek; Anayasanın “Herkes, kamu giderlerini karşılamak üzere malî gücüne göre vergi ödemekle yükümlüdür” diyen 73. maddesine uymayan bu düzenlemelerin, açıkça sermaye yanlısı niteliğiyle, mevcut Anayasaya bile aykırılığına ilişkin çalışmalar yapmaktır.