ÖDP ve Seçimler: Yeni Bir Hayat Tarzına Çağırmak

Eğer bir ülkede dört ay önce yine darbe söylentileri eşliğinde alınmış bir erken seçim kararı, bu kez ertelenmezse darbe olur lafları yayılarak değiştirilmeye çalışılırsa oldukça çaplı bir kargaşa yaşanmaz mı?

Yine bir ülkede ünlü mafya babaları ardarda ya teslim olup ya da yakalanırsa... Bunların yüksek güvenlik bürokrasisi, “iş dünyası” ve elbette derece derece siyasal partilerin çoğuyla gayet girift ilişkileri olduğu herkesçe bilinen bir sır ise üstelik. Bir ifşaat furyası başlamaz, ortalık birbirine girmez mi?

Ya da ülkenin birinde, yürürlüğe girecek bir vergi reformunun özel bir amacının da mevcut milyarlarca dolarlık kara paranın resmen aklanmasına imkân vermek olduğu bilinir ve reform yürürlüğe girerken birçok işletmenin, banka ve gazetelerin astronomik fiyatlarla satıldığı haberleri ortalığı kaplarsa... Ve bunlar olurken ülkenin Ağustos ayına kadar sürekli yükselen borsası aniden düşüp bir ayda yüzde 50’den fazla değer yitirirse yaygın bir panik havası ortalığı sarar, bir ekonomik deprem yaşanmaz mı?

Ağustosun son haftaları ve Eylül ayında Türkiye’de bütün bunların hepsi ardarda ve içiçe oldu, ama hiçbir şey de olmadı. Seçimin ertelenmesi önerisi ortada kaldı; mafya babaları ifşaatta bulunmadıkları gibi, ifşaata zorlanacak bir sorgulamaya da tâbi tutulmadılar. 30 Eylül, yani “mali milat” yaklaşırken, astronomik fiyatlarla satın alınan şirketlere akıtılan bu paraların kimlere ait olduğu ve nasıl edinildiğini de pek soran çıkmadı. Öteki ülkelerde borsanın yüzde 25 düşüşü paniğe, hükümetlerin istifasına yol açarken, Türkiye bir ayda yüzde 50 değer kaybetmiş borsasına rağmen hiç de bir panik havası yaşamadı.

Bu olayların ülkedeki siyasal güç dengelerini değiştirdiği de söylenemez. Her ne kadar seçimlerin ertelenmesi talebinin ordudan kaynaklandığı söylenmiş, büyük iş çevrelerince de bu talep desteklenmiş ise de, o yönde bir karar çıkmaması orduya direnildiği ve başarılı da olunduğu gibi bir hava da yaratmadı. Çünkü aslında bu “ertelenme” talebi, 28 Şubat ve Refahyol’un iktidarı terk etmesi ertesinde oluşan siyasal tablo ve güç dengelerinin, aradan geçen zaman boyunca pek değişmemesi ve yapılacak bir seçimde de pek değişik bir tablo çıkmayacağı ihtimalinin çok güçlü olması karşısında, bizzat bazı partiler tarafından düşünülen bir formüldü. Talep DTP tarafından açıkça gündeme getirildi ama, aslında ANAP ve FP’nin de işine gelebilirdi. İki yıla yakın bir “erteleme” süresi, tek başlarına iktidar olamayacak bu iki partinin, halen içinde bulundukları “cephe”ler ile bağlarını gevşeterek -belki DSP’nin de katılımıyla- merkezde bir blok oluşturup böylece iktidarı “daha sivilce” paylaşmaları için gereken köprülerin kurulmasına yetebilirdi. Bu ihtimalin ilgili partilerce gayet ciddi biçimde düşünüldüğü, hattâ Ekim sonrası adımlarını buna göre atacaklarını dahi söyleyebiliriz.

Konuya daha sonra yeniden döneceğiz. Şu noktada bu bahse değinmemizin asıl nedeni, bununla dolaylı, ama derinden bağıntılı bir olguya dikkat çekmektir.

Kamuoyu yoklamaları ve diğer gözlemler de göstermektedir ki, Türkiye toplumunda siyasal tercih ve yönelim dalgalanmaları epeyce bir süredir azalmakta, bir başka deyişle büyük kaymalar olmamaktadır. 1960’ta yüzde 40’ın altına düşmüş görünen DP oylarını 1965’te onun mirasçısı AP’de yüzde 55’lere ulaştıran 1960’ların ilk yıllarındaki dalga, CHP’nin yüzde 25 civarına inmiş oylarını yüzde 45’e yükselten, iki yıl sonra da yüzde 30’lara düşüren 1970’lerin dalgalanmalarının yanına RP’nin yüzde 10’lardan yüzde 25’e tırmanan yükselişi de konulabilir belki. Ancak 1960’larda AP’ye 1970’lerde CHP’ye, sola yöneliş salt politik nitelikte, yani onların iktidarı (adayı) olarak vaat ve performanslarına endeksli olduğu halde, RP’ye yöneliş ağırlıklı olarak bir hayat tarzı tercihi ile yüklüdür. Ve o nedenle de AP, CHP ve solun iktidar performanslarının başarısızlığı çok ciddi oy kayıplarına dönüşebiliyor iken, RP, iktidar ortaklığında hemen hiçbir vaadini yerine getirmemesine, bunların bir kısmının tersini yapmasına ve övünülmeyecek biçimde iktidarı terk etmesine rağmen, oy oranını koruyabilmektedir.

Bir diğer örnek de Tansu Çiller ve DYP üzerinden verilebilir. Çiller fenomeni ve DYP salt siyasal kıstaslarla “tercih edilmiş” olsaydı, 1995’te RP’ye cihat açarak oy toplamış bu bayanın, şimdi siyasî hayatı tamamen bitmiş, partisi de darmadağın olmuş olurdu. Ancak vaadinin tam tersini yapmış ve üstelik değil bir, birkaç liderin bile siyasî hayatını bitirecek yoğunlukta bir şaibeye batmış olmasına rağmen, Çiller ve partisi hâlâ yüzde 10’ların üzerinde bir oy gücünü temsil ediyor görünmektedir. Çünkü Çiller ve partisi belli bir siyasal programı değil, yetenek ve imkânları kısıtlı, ama güç ve servet edinebilmek için maddi manevi her şeyi araç olarak kullanmaktan çekinmeyen, kural tanımaz, aç gözlü bir hayat tarzını simgelemekte, o tarzın bir kurumu olarak algılanmaktadır. DYP’ye oy verenlerin büyük çoğunluğu, kendileri de o tarzın insanları oldukları için oradadırlar.

Erken bir genelleme sayılabilir ama, en azından Türkiye -ve onun durumundaki toplumlarda- siyasal parti tercihlerinde siyasal program ve hattâ soyut ifadesiyle dünya görüşü/ideolojinin payı azalmakta, hayat tarzı üzerinden kurulan bağlar önem kazanmaktadır. Siyasal partiye bu içerikte bir yönelim daha kalıcı, daha zor terk edilir bir ilişki olmakta, ama öte yandan parti hayat tarzının çoğu ihtiyaçlarını dışarıda tutan yapısal sınırlılığı, sıradan seçmen ve üyenin partiyle bağının gevşek ve süreksiz, kesikli kılmaktadır. Şüphesiz “dinî parti”ler gibi geleneksel tarikatler, ibadethane ilişkileri, dinsel ritüeller, vakıflar gibi dinî hayat tarzını belirleyen ağların ortasında vücut bulan partiler için aynı şey söylenemez. Yukarıda söylenenler programları ve faaliyetleri ile “klasik” parti formatını sürdüren, ama bu haliyle bile belirli bir hayat tarzını, yaşama üslûbunu çağrıştırabilen partiler ile onlara oy veren seçmenlerin, sıradan üyelerin ilişkilerinin mevcut halini anlatır. Bu ilişkinin hem daha kalıcı -yani siyasal performansla daha az endeksli- hem de daha “zayıf” olması bir paradoks gibi görünebilir ama, aslında çelişki yoktur bunda.

Sözü, şu aşamada getirmek istediğimiz nokta, Türkiye’nin 1995 seçimlerindeki siyasal parti tercih tablosunun, aradan geçen gayet hareketli üç yıla rağmen fazla değişmemiş oluşudur. Birbirine yakın partiler arasında küçük oy kaymaları olmuştur mutlaka, ama siyasal düzenimizin başlıca partilerinin oy oranı sıralaması değişmiş olsa bile, hiçbirisi, hattâ halihazır “cepheler”den biri diğerlerine karşı anlamlı bir üstünlük sağlamış değildir. Bu durumun önümüzdeki seçimlerde de değişmeyeceğini söyleyebiliriz.

Ayrıca yukarıda söylenenler, örneğin “Mafya babaları”nın sağ ve merkez sağ parti yönetimleriyle bilinen ilişkilerinin gündeme gelmesinin veya “kirli para”ların endüstri, banka ve basın sektörüne sermaye olarak “katılması”nın niçin “kitlelerde” sola (partilere) doğru bir hareket ve o oranda da sağdan kopuş yaratmadığına da ışık tutar.

Çünkü, sağ, merkez sağ partiler siyasal programlarında, onlara oy veren seçmenler “siyaset”ten bahsettiklerinde tam tersini söyleyebilirler, ama fiilen yaşadıkları veya temsil ettikleri hayat tarzı içerisinde “Mafya babaları”, onların işlevi, kayıt dışı veya kirli para ekonomisi “normal”, şu veya bu gerekçeyle kabullenilmiş, benimsenmiş bir olgudur. Bu olguların teşhir edilmiş olması onların hayat tarzı bağıntılı parti tercihlerini etkilemeyecektir. Şüphesiz 1980’lere kadar aynı “sağ” seçmen kitlesi için bu söylenenlerin geçerliliği hayli sınırlıdır. Ama bu kitle, özellikle ona 1980’lerde katılmış olanlar, Türkiye gibi ülkelere has bir neo-liberal dalga içinde cangıldan farksızlaşan bir “piyasa ekonomisi” koşullarında “iş bitiricilik” kültürüyle yoğrulurlarken, mafyaların geleneksel alanlarından taşıp yayılmasını, kirli ve kayıt dışı servet edinme yollarının genişleyişini de “hayatın bir parçası” olarak yadırgamadan, yer yer de katılarak yaşadılar. Oy verdikleri parti ileri gelenlerinin mafya babalarıyla kayıt dışı ve kara para kanallarıyla ilişkileri ifşa edildiğinde elbette “siyaseten” ayıplar gözükeceklerdir, ama gerçek bir infial duyacaklarını iddia etmek mümkün müdür?

O nedenle, bu kesim, mafyaların 1980’li yıllardan bu yana işgâl ettikleri alanlardan çıkarılıp geleneksel “yeraltı” alemine, yani fuhuş, kumar ve eğlence “sektörü”ne çekilmesine matuf, hükümetin “çetelerle mücadele” politikasını destekleyebilir ancak. Bu kesimin “büyük sermaye sahipleri” kısmı ise mafyaların “yüksek ticaret, finans ve büyük ihaleler sektörüne de bulaşmış olmasından artık yüksek sesle şikâyetçidir. Ama içlerinden “nakit ihtiyacı”yla kıvrananların bu ihtiyaçlarını mafya paralarıyla gidermesine, böylece büyük mafya babalarının paravan kişi ve şirketler arkasından “ortak” olarak yüksek iş alemine girişlerine de razıdır. Şüphesiz bu alemde, ait oldukları alemin kural ve yöntemleriyle değil bu, yüksek iş dünyasının “nezih” kurallarıyla oynamayı taahhüt etmeleri kaydıyla. “Nezih” iş alemine kendi kurallarıyla en cüretkâr biçimde dalmış Alaattin Çakıcı gibi babaların kesinlikle temizlenmesini isteyen bu “iş dünyası”, elbette onun yapabileceği ifşaatlardan da çekinmektedir. Çünkü 1980’lerin neo-liberal cangılında Çakıcı gibi çakallarla iş tutmamış “saygın işadamı” sayısı galiba epey azdır. Ayrıca Çakıcı’nın MİT’le en içli-dışlı “baba” oluşu, tuttuğu işlerin birçoğunu MİT adına da yaptığının karinesidir ve bu kirli ilişkiler esnasında “yüksek iş dünyası”na dair her türden bilgi ve belge edinmeyi de mutlaka ihmal etmemişlerdir.

1980’lerden bugüne, hem neo-liberal cangılın kural ve değerleri her an çiğnemeye hazır atmosferini soluyan ve hem de mafyaların hayatın hemen her alanında bir biçimde varoluşunu ve müdahalesini kabullenerek yaşayan Türkiye toplumunun çoğunluğu, aynı yıllar boyunca devlet aygıtının da mafyalarla girdiği karanlık ilişkileri kendi yaşantısının paralelinde bir olgu olarak görüp yadırgamamıştı. Özal ailesinin mafyalarla içli dışlılığını gizlemeye bile gerek duymaması bunun uzantısında bir tavırdı. Kaldı ki, egemen siyasal kültürümüz devletin özellikle “karşıtları”na yönelik her tür eylemi yapıp yaptırtmasına cevaz veren anlayışı da paylaşılmaktaydı.

Kendi yaşantısına, zihniyetine sinmiş bu ağırlıkların verdiği suçluluk hissine benzer duyguyla Türkiye toplumunun çoğunluğu, Susurluk ertesinde bu suçluluk hissinden kurtulmak, temizlenmek için bir itki duyduysa da, yeterince güçlü olamayan, söz konusu ağırlıkların çekişine fazla dayanamayan bu itki bir süre sonra zayıfladı.

O nedenle şimdi hükümetin, toplumla birlikte devlet aygıtındaki çürümeyi, mafyalaşma ve kirlenmeyi asgari bir çerçeveye sıkıştıran “mücadele programı” izlemeye niyetlenmesi çoğunluk için “ferahlatıcı” ve “gerçekçi” sayılacaktır. Çünkü o program devlet-mafya ilişkilerinin girift ve yaygın bileşimini gözardı edip ilişkiyi bir avuç görevli ve bazı mafyaların çıkar bağlarına indirgeyerek devleti “suçluluk”tan azat ettiği gibi, geleneksel sahasının dışına çıkmış birkaç mafyayı “tedip” ederek, mafyaların o çıkışındaki toplumsal izin ve katkı payının verdiği suç ortaklılığını da defterden silmiş olacaktır.

Bu durumda, örneğin ancak gerçek bir sol partinin yapabileceği devlet ve toplumun mafyalaşmadan ve bu olgunun gıdalandığı tüm iktisadî-sosyal, ahlâkî, kültürel ve siyasal kirlenmeden, çürümeden arınma çağrısı, Hz. İsa’nın ilk taşı günah işlemeyen biri atsın çağrısı gibi belki çoğunluğu utandıracak, ama yine onun gibi cevapsız da kalacaktır.

Ve hele o çağrıyı yapana da günah atfedebilme gerekçesi ve imkânı varsa. Bu durumda utanç da duyulmayacak, hattâ öfkeli sesler bile yükselebilecektir.


Türkiye’de toplumun büyük çoğunluğu neo-liberal politikaların adeta kronikleştirdiği iktisadî-sosyal krizlerin sürekliliği ortamında ağırlığını her an hissettiren geçim sorunlarına, ücretlerin düşüşü ve işsizliğe rağmen, o sorunları özellikle vurgulayan sol partilere doğru bir yönelim içinde de değildir. 1983’ten beri DSP dahil tüm “sol”a verilen % 35 civarındaki oy oranının altına inilmemekte, ama bu baraj da aşılamamaktadır. Kaldı ki, o oyun son yıllarda çoğunluğunu oluşturan DSP’nin, sol bir siyaset olmaktan çok, Ecevit’in şahsında odaklanan popülist bir özdeşleşme ihtiyaç, imaj ve ilişkisine dayandığı da dikkate alınır, CHP’nin soldan daha farklı şeyleri de temsil ettiği de hesaba katılırsa barajın daha çok alt seviyelerde olduğu da kabul edilmelidir.

Buna, “sosyalist düzen”lerin çöküşünden, CHP’nin yerel ve ulusal iktidar pratikleri ile yol açtığı umut kırıklığına kadar yığınla gerekçe gösterilebilir, ama kanımızca asıl neden az önce bir vesileyle değindiğimiz olgudur. Bu olgunun bir yanını ifade etmek için özellikle Türkiye gibi ülkelerde parti tercihlerinin koşullar ve ortamdan çok daha az etkilenir hale geldiğini, tercih dalgalanmalarının giderek azaldığı ve yavaşladığını belirtmiştik. Bunun hemen söylenebilecek bir nedeni siyasal partilerin birbirlerine daha fazla benzemeye başlamaları, geçmişin etkili ideolojik-programatik sınırlarının giderek silikleşmesi ve dolayısıyla seçmenlerin, “yönetilenler” kitlesinin öbür bir partiye yönelmekle pek bir şeyin değişmiş olmayacağı inancıyla kerhen de olsa eski partisine oy vermeye devamı seçmesidir.

Böyle bir faktör elbette söz konusudur. Ama yine az önce değindiğimiz bir noktanın çok ve giderek daha fazla önem taşıdığını öne sürebiliriz. İnsanların parti tercihlerinde “hayat tarzı” faktörü dolayımlı bir tarzda da olsa gittikçe ağırlığını hissettirir hale gelmektedir. Dolayısıyla kişiler kendi hayat tarz ve anlayışları ile ya da “özledikleri veya özendikleri” bir hayat tarzı ve anlayışı ile yakın duran, onu çağrıştıran partileri tercih etmekte ve bu tercihlerini o partilerin iktidar performansı düşük olduğunda bile, pek değiştirmemektedirler artık. Eskiden homojen ve katı ideolojileri temsil eden partilerin taraftarlarında görülen bağlılık gibi sıkı olmasa da; bu gevşek ama ömürlü, zayıf aidiyet/özdeşleştirme bağı, eğer parti o özgül hayat tarzının içinde sürdürülebileceği kadar geniş bir sosyo-kültürel ilişki ve kurumsal ağ ortasında ise o oranda güçlü ve kalıcı hale dönüşebilmektedir.

Bu özdeşleştirme ilişkisi, o kişilerin salt iktisadî açıdan bakıldığında tespit edilecek çıkar ve talepleri ile örtüşebildiği gibi, örtüşmeyebilir de. Bu açı farkına rağmen o kişilerin partiyle bağları sürebilir.

Ertelenecek de olsa artık seçim sürecine girmiş sayılması gereken Türkiye’de, örneğin ÖDP gibi bir partinin önümüzdeki döneme ilişkin “strateji”sini saptarken, şu yukarıdan beri söylenenleri bilhassa dikkate alması gerektiğini düşünüyoruz. Gerçi şu anda ÖDP içinde ve çevresinde olanlar ile ona oy verebileceğini düşünen sempatizan halkasının çok büyük çoğunluğu bu parti sosyalist ya da ondan uzak olmayan başka bir hayat tarzını -değilse bile- onun özlemini çağrıştırdığı için oradadırlar.

Ve ÖDP gibi bir parti eğer yalnızca var olmakla yetinmeyip, solun ve sosyalizmin önünde oluşmuş barajları aşmak gibi kapsamlı ve zor bir göreve yoğunlaşacak ise; bunun için ihtiyaç duyduğu dinamiği, iktidar programının çekiciliği ile ya da mevcut partilerin içinde Türkiye’yi yönetmeye en ehil kadroya sahip olduğu izlenimini doğuracak çabaları ile değil; sözünü ettiğimiz o özlemi canlandıran yeni bir dille, onu ete kemiğe büründüren girişimlerini yayacağı umut ve şevk havasıyla yaratabilir ancak.

Geçmiş veya var olan bir hayat tarzını onların zaten var olan kurum, ilişki ve davranış dünyasını değil, gerçekten yeni bir hayatı, yapıcısı, kurucusu “biz” olan bizim yapıp ettiklerimizde, ilişkilerimizde somutlanacak bir hayatın uyaran ve çağıran gücü ÖDP’nin bildik bir parti aygıtı olarak sunduğu görünümden ziyade, onun yanıbaşında, “fon”unda şekillenmekte olan “manzara”dan kaynaklanacaktır.

Önümüzdeki seçim, ÖDP’nin gireceği ilk seçim olacak. Ve haliyle seçimin sayısal sonuçları ister istemez onun ne olabileceği neler yapabileceği, ne beklenebileceği konusundaki hükümlere dayanak teşkil edecektir. Bunun ÖDP ve yukarıdaki perspektif için hayli ciddi bir handikap olduğu açıktır. Çünkü bu bağlam ÖDP’yi sayısal sonuca endeksli bir seçim stratejisine itebilecektir.

Ancak ÖDP’nin seçim ertesi Türkiye’sinde -ya da daha genel bir deyişle- Türkiye’nin önümüzdeki kritik üç-beş yıllık döneminde gerçek bir rol oynayabilmesi, o sayısal kaygıyı ne ölçüde talileştirip kendi niteliksel fark ve özgünlüğünü ne ölçüde öne çıkarabildiğine bağlı olacaktır.

Bunun önümüzdeki seçimle ilgili gayet önemli bir gerekçesi, boyutu var. Yazının en başında kısmen değindiğimiz bir durumla ilişkili bu.

Orada, muhtemel bir ANAP-FP -belki de DSP- yakınlaşmasından söz etmiştik. Yazıyı hazırlarken güçlü bir ihtimal olarak söz ettiğimiz bu gelişmenin ileriki günlerde hızlanabileceğine dair ilk işaretler de hemen su yüzüne çıktı. ANAP ve FP yöneticileri arasında hüküm giymiş eski RP’lileri ve ceza tehdidi altındaki FP önde gelenlerini “kurtaracak” bir yasal düzenlenme ile “türban” konusunda bir uzlaşma için görüşmeler başlatıldı.

Bu görüşmeleri bir ödün pazarlığı olarak değil, 28 Şubat’tan beri yürürlükte görünen cepheler manzarasını değiştirmeye dönük, yani yeni bir siyasal saflaşmaya yol açabilecek bir girişim olarak görmek çok daha doğrudur.

Eğer bu girişim sonuç verirse, yani ANAP-FP ve belki de DSP’nin yer alacağı bir blok ortaya çıkarsa; bu, siyasal düzenimizin merkezinde toplam oy gücü % 60’lara varan bir bileşimin teşkil edildiği demektir. Bu oy gücüyle düzenin “istikrara kavuşması”na talip olacak, bu rolü oynamaya aday olacak söz konusu bileşim, siyasal düzenin öteki güçlerinin de kendilerine yeni roller biçmesini zorunlu kılacaktır.

Şüphesiz bu durumda ilkin ordunun buna nasıl bir reaksiyon gösterebileceği akla geliyor. Ordu bu “blok”un o çok hassas gözüktüğü “laiklik”ten verilen tavizler pahasına kurulduğu teşhisini esas alıp, -artık başka çare kalmadığı için- bir darbeye mi yönelecektir? Yoksa ANAP ve DSP’nin verdiği sembolik tavizlerden çok daha fazlasını FP’nin verdiğini, onun -ordu tarafından- varlığına izin verilebilecek noktaya kadar geriye çekilmeye ve orada kalmaya karar verdiği tespit edilerek, söz konusu blokun yürüteceği siyasal istikrar programına onay mı verecektir. Bir başka deyişle, ordu, bir ANAP-RP-DSP blokunun böylece teşekkülü ile, kendisi tarafından gündeme oturtulan laik-anti-laik geriliminin “görevini” yaptığına, dolayısıyla da artık geride kaldığına mı hükmedecektir?*

Konumuz bu soruların cevabını araştırmak değil. Kestirmeden ifade edersek, kurulabilecek bir ANAP-FP-DSP bloku, ordunun -bazı “sıkıntılar” yaşasa da- darbeye yönelmeyeceği ve kendilerince yürütülecek bir “siyasal istikrar, düzenleme” projesine onay vereceği teşhisi, varsayımı üzerine kurulmuş olacaktır. Ve dolayısıyla da orduyla çatışmak, onu karşısına almak gibi bir amacı, buna dönük bir hazırlığı yoktur.

Kanımızca “gerçekçi” bir varsayımdır bu.

Ve yine -gerekçelerini daha sonraki yazılara bırakarak- kestirmeden ifade edecek olursak; diğer ülkelerde genellikle “sol” partiler veya bloklar eliyle yürürlüğe konulan neo-liberalizmin ilk -vahşi- döneminin bitişiyle birlikte başlayan yeni düzenlemeler safhasının istikrar programının, Türkiye’nin kendi özgül koşullarında bu tür bir blok eliyle yürürlüğe konulması “mantıki”dir.

Siyasal düzenimizin öteki partilerinin bu durumda, bu ihtimalin gerçekleşmesi halinde kendilerine nasıl roller biçebilecekleri, örneğin DYP, CHP, MHP gibi “orta boy” partilerin nasıl bir yol izleyebilecekleri şu noktada önemli değil. Şüphesiz hiç de uzak olmayan bir gelecekte sözünü ettiğimiz bloka o orta boy partiler (veya bir kısmı) da katılabilir, böylece blokun düzenin iktidar ve muhalefet adaylarına “bölünmesi” de mümkün hale gelir. “İstikrar” projesinin zorunlu bir ayağı da bu sayede edinilmiş, sağlanmış olur.

ÖDP, daha bu safhalara gelinmeden, bu kritik seçim döneminin yoğun ilgi atmosferinden de yararlanarak, Türkiye’yi neo-liberal bir kapitalizmin rotasında “yeniden” şekillendirecek bu sürece, bu sürecin empoze edeceği hayat, alternatif bir hayatın niçin var olabileceğini ve nasıl var edilebileceğini duyuran bir ses olabilmelidir.

Bu ses şimdi ne kadar gür ve katıksız olabilirse yankıları da o denli sürekli ve verimli olacaktır.

ÖMER LAÇİNER

(*) Dergi baskıya verildiği sırada Yargıtay’ın Recep Tayyip Erdoğan’ın DGM’ce verilmiş mahkûmiyet kararını onayladığı haberi geldi. Demokrasiyle hukukla ilişkisiz bu tamamen siyasî karar, “devlet”in FP’yi silme kararlılığını değil, FP üst yönetiminin her ne pahasına olursa olsun devletle uzlaşma, onun icazetini sağlama politikasına direnebilecek unsurların FP’de pasif biçimde de olsa istenmediğini bildirmektedir. İstemeyen “devlet”tir ama bakmayın akıtılacak timsah gözyaşlarına, FP üst yönetimi de -Erbakan- istememektedir.