Futbol ve Siyaset: Ağar Roman

İÇ PLAN. SOYUNMA ODASI.

[Kamera bülten tahtasındaki bir kâğıda doğru yaklaşır. Buhardan dolayı kâğıdın üzerinde ne yazdığı tam okunmamaktadır. Arkadan su ve konuşma sesleri gelir. Kamera daha yaklaştıkça kâğıdın bir nikâh davetiyesi olduğu anlaşılır. Üzerinde Tolga ve Aslı yazar.]

BİRİNCİ FUTBOLCU (görüntü dışı): Yav, Mehmet Abi’nin düğününe nasıl gidicez?

İKİNCİ FUTBOLCU: Acaba kamptan çıkmamıza izin verecekler mi?

BİRİNCİ FUTBOLCU: Ya, senin de sorduğun soruya bak. Mehmet Abi’nin düğününe yollamayacaklar da ne yapacaklar?...

İÇ PLAN. TAKIM OTOBÜSÜ.

[Futbolcular maç için takım otobüsünde oturuyorlar. Kamera onların arasından konuşan bir futbolcuyla teknik direktörün yanına yaklaşıyor.]

FUTBOLCU: Hocam, Mehmet Abi’nin düğününe bizden kimler katılıyor?

TEKNİK DİREKTÖR: Ne demek kimler katılıyor? Hepiniz gelmiyor musunuz?

FUTBOLCU: Evet, hepimizi davet etti, di mi?

TEKNİK DİREKTÖR: Görüyorsun işte, soyunma odasına astık. Adam babanızdan yakın size. Hepinizi görmek istiyor.


Bu yukarıdaki gibi sahneler, hayat gerçekten filmlerdeki gibi olsaydı izleyip, üzerinde durmayacağımız, belki beyazperdede yaşanan her şeyi gerçek sayan bir-iki insan tarafından ciddiye alınıp “Vay be” denecek ama bir süre sonra da unutulacak, sıradan, basit bir Türk - aksiyon uyarlamasının örneği olacaktı. Annie Hall’da Woody Allen’ın dediği gibi “Eğer hayat filmlerdeki gibi olsaydı”.

Şu günlerde görüyoruz ki bizim “film icabı” diye dalga geçebileceğimiz ve bu yolla da küçük çocukların inanmamasını sağlayabileceğimiz birçok sahne Türkiye’de gerçek. Hani Hollywood filmlerindeki “Bu kadar da olmaz ki” dedirten olaylar gitgide bu ülkede de yerini alıyor. Tuhaftır, belki de ülke sineması hayat zaten bir sinemaya dönüştüğünden uzun süredir film üretmiyor... Bu yüzden Galatasaraylı futbolcuların soyunma odalarında “Mehmet Abi’nin düğünü”ne gitmenin yollarını aradıklarını kurgulamak pek de hayalcilik olmamalı. Ama diğer yandan, gideceklerinden o kadar emindirler ve ‘nasıl’ını konuşmayı bile gereksiz görmüş olabilirler.

En azından şu biliniyor: Günlerce Florya Metin Oktay Tesisleri’nin ‘herkese’ kapalı soyunma odasında futbolcuların bülten tahtasında, Tolga Ağar’ın Büyük Kulüp’te güzel bir Ağustos akşamı gerçekleşecek olan düğününün davetiyesi asılıydı.

Tüm takım, aralarından seçme yapılmadan düğüne davet edildi. İştirak edenlerin tüm takım olmaması ise iyiye yorulabilecek bir gelişme. Tıpkı birçok gazeteciye de düğün davetiyesi yollandığını ve bu davetiyelerin uzun süre bülten tahtalarında asılı olduğunu varsayıp, sadece 17 kişinin katılımını Cumhuriyet’te Aydın Engin’in “Durum iyidir” diye değerlendirmesi gibi...

Veriler ve görüntüler bize film gibi düğünün sadece filmden gerçek olduğunu gösterdi. Gazeteciler alınmadığı için biz sıradan insanların izlediği görüntüler ve dağıtılan fotoğraflar “görevliler” tarafından çekildi. Bir gazeteci ordusu, düğünü karşı apartmanın kapısından takip etti. Sakıp Sabancı’nın düğünü analiz eden umut dolu sözlerini yansıttılar. O sırada, orada çalışan birçok gazetecinin patronu içeride, kimbilir, belki de “Mehmet Abi” ile memleket meseleleri ve Galatasaray üzerine konuşuyordu. Dikkatini Süleyman Demirel’in son dakika iptalinden uzaklaştırmak için.

Oysa düğünün tarihinden, davetlilere kadar her şey Demirel’e göre ayarlanmıştı. Ağar düğün sonundaki açıklamalarında bunları söylüyordu. Oğlunun şahidi bile Cumhurbaşkanı olacaktı ve son andaki gelişme yüzünden, yerine Nevzat Ayaz apar topar bulunmuş, düğün sonunda ise şahitler İlhan Kesici tarafından “Namık Kemal Zeybek ve Kenan Evren” olarak açıklanmıştı. Kafaların karıştığı belliydi. Demirel’in gidişine güvenerek Büyük Kulüp’ü dolduranlar yarım saat kala oyuna geldiklerini fark ettiler ancak çark edemediler. Basına dağıtılmayan fotoğraflar arasında Ağar ailesinin kişisel arşivinde yer aldılar.

Ertuğrul Özkök günler öncesinden düğün haberini verenlerdendi. Buyük Kulüp’teki geceyi “Türkiye’nin Ağar’a iade-i itibarı” gibi yorumladı. Davetli listesini verdi. Gelin ve damadın şahitlerinin Süleyman Demirel ve Kenan Evren olacağını da ilk o yazmıştı. Tepkiler Özkök’ün yazılarından sonra ortaya çıkmaya başladı.

Düğün günü önce ÖDP Genel Başkanı Ufuk Uras bir “açık mektup” yayımlayarak Demirel’den düğüne gitmemesini istedi: “Bu nikahta şahit olmak, çetelere devlet nişanı vermektir. Bu düğüne katılarak, çetelerin bir kez daha cesaret ve güç bulmalarına katkıda bulunmayınız.” DSP lideri Ecevit de Demirel’in katılmasının ‘sakıncalı’ olduğunu söyledi: “Bu şahitlikler aynı zamanda yakın geçmişin ve bence sakıncalı bir devlet anlayışının fazla irdelenmemesinin istendiği izlenimini vermektedir.”

Aynı gün Posta gazetesi de manşetine “Derin Düğün”ü çıkardı ve 3 Kasım gecesi kaza ile başlayan Susurluk fotoğrafının gece düğün ile sonlanacağını yazdı. Demirel’in yorgunluğunu bahane ederek yarım saat önce katılmamasının ardından, Hürriyet’in haberine göre Ağar’ın keyfi kaçmış. Can Ataklı Sabah’ta Kenan Evren’in de gece boyu üzgün olduğunu yazdı.

Salon kalabalıktı. Sakıp Sabancı’dan İbrahim Tatlıses’e kadar ‘bir kısım’ herkes oradaydı. Gerçi Ertuğrul Özkök düğünün ardından masaların beşte birinin boş olduğunu yazdı: “Öyle sanıyorum ki başka bazı insanlar da düğünün çok fazla siyasi hale dönüşmesinden çekinip gelmemeyi tercih ettiler. Yoksa Mehmet Ağar’ın düğününde o sandalyeler boş kalmazdı.”

Geceye katılanlardan Hıncal Uluç düğünü “Mehmet Ağar’ın aklanmasıydı” diye açıkladı (olumlu bir gelişme olduğunu es geçmeden) ve Tansu Çiller’in çok tarihî bir fırsatı kaçırdığını yazdı; “Şimdi Ağar artık hedefine çok daha emin yürüyebilecekti”. Hedefi DYP’nin başına geçmek. Bunu Uluç da “hissetmiş”.

Yalçın Doğan Milliyet’teki köşesinde Demirel’in son dakika hareketi için “Gitmeyişi bu saatten sonra bir şeyi değiştirmez. Susurluk artık tüm haşmetiyle biliniyor! Neden ortaya çıkarılmadığı ve bundan sonra hiçbir zaman çıkarılmayacağı düğün fotoğraflarıyla sabit. O fotoğraflara bakın, Susurluk’u görün!...” yorumunu yaptı.

Bir diğer ‘net’ isim de Sabah’tan Necati Doğru’ydu. Doğru da düğünün bir “aklama” olduğunu düşünenlerdendi: “MİT’in önde gelenleri, isimleri devletle özdeşmiş eski valiler, eski emniyet müdürleri, yeni polis şefleri, Galatasaray kulübünün başkanı, büyük holdinglerin eski yöneticileri, bakanlar, eski milli takım çalıştırıcıları bu düğüne giderek Mehmet Ağar’ı akladılar...”

Düğünün yemekleri ise -yine- Can Ataklı’nın yazdığına göre iç pilav, tandır, tas kebabı, pilav ve tavuk yahniymiş. “Ayrıca soğuk mezelerde yok yoktu diyebilirim.”

Basının katılımının anlamını ise en güzel Avni Özgürel özetledi. Radikal İki’ye yazdığı yazıda Özgürel, gazetecileri gecenin tek ‘traji-komiği’ olarak yorumladı; “Kamuya dönük yüzlerinde Ağar’ı zora sokanların hiç değilse izlenimlerini okuma şansı olsaydı, davete haklı mesleki gerekçelerle icabet ettikleri söylenebilirdi. Bu gerçekleşmeyince katılımlarını ‘yanındayız’ diye yorumlayanlara itiraz edecek laf bulmak zorlaştı.”

Medyadan Ertuğrul Özkök, Şakir Süter, Rauf Tamer, Ali Kırca, Sedat Ergin, Okay Gönensin, Mehmet Türker, Rahmi Turan, Enver Ören, Kenan Akın, Ali Baransel, Güngör Mengi, Hıncal Uluç, Canan Barlas (kocası canlı yayımda olduğu için katılamadı), Nazlı Ilıcak, Zafer Mutlu ve Nuri Topaloğlu Ağar’ı mutlu gününde yalnız bırakmadılar. Tıpkı Galatasaray kulübünün üst düzeyi ve futbolcuları gibi. Her nedense, o gece dağıtılmak üzere çekilen futbolcuların resimleri yayımlanmadı.

Faruk Süren, Ergun Gürsoy ve Ağarlar’ın aile dostu ve Mehmet Ağar’ın yakın arkadaşı Fatih Terim oradaydı, Ali Şen ve Aziz Yıldırım gibi. Futbolcuların büyük çoğunluğu ise Milli Takım kampındaydı.

Normal şartlarda bu tip kamplarda kuş uçmamasına ve giriş - çıkışların çok sıkı denetlenmesine, futbolcuların dışarıya çıkmasının yasak olmasına rağmen bizzat takımın başındaki Mustafa Denizli tarafından getirildiler. Büyük ve Küçük olmak üzere iki değişik boyda Hakan, Emre, Mert, Arif ve Okan düğüne 23 sularında katıldılar.

Ordu yetkililerinin katılmadığı düğünde Galatasaraylı Okan Buruk bir ironi yarattı ve belki de bir gerçeği ortaya çıkardı. Halen askerliğini yapan Okan düğüne katıldığı basında yer aldıktan sonra birliğince uyarıldı. Sanki katılmama yönünde alınan bir grup kararını bozan bir Ordu mensubuydu.

Katılan futbolcuların listesi, ilginçtir, sadece Hürriyet’te tam ve doğru olarak yayımlandı. Futbolcuların bizzat Denizli tarafından getirilmesi de belki Terim’le çekişmesinin bir sonucu olarak yorumlanabilir. Zira Ankaragücü’ndeki teknik kariyerinden bu yana Ağar’ın ‘sidekick’i Fatih Terim. Hattâ birlikte son olarak yine Ankaragücü’ne Hasan Şaş için görüşmeye gittiler.

Mehmet Ağar, Denizli’nin gelişinden memnun olsa gerek, Kuzey İrlanda maçı için kampa giren Milli Takım’a da bir iade - i ziyarette bulundu. Futbolcularla, sekreterlerle, malzemecilerle sarmaş dolaş, öpüşüyor, sarılıyor. Herkes onu seviyor, sanki taparcasına bakıyor. Düğüne katılanlardan Okan ve Arif lobby’de bir köşede korumasıyla oturuyorlar, sohbet ediyorlar. Ne de olsa abilerinin yakını. Ağar’ın yüzünde Perihan Mağden’in tarif ettiği ifade; “Mehmet Ağar nereye gitse: Türkiye Seninle! Ağar’ın suratında o vazgeçilmez yüz ifadesi: Hani bebeğinin altını değiştirmek zorunda kalmış da - üstelik bebek kakalarının kıvamı da malum - hem acayip iğreniyor hem de tahammül, anlayış, iftihar, bokunun boku işte, yüz ifadesiyle bebeğin bezine bakıyor. İşte Ağar’ın yüzünde hep ekşi, çeyrek iğrenmeyle karışık bir gülümseyiş.”


Mehmet Ağar’ı çıplak gözlerimle çok yakınımda görünceye dek onun bir “mit” veya bir tür “masal kahramanı” gibi aslında var olmadığını, televizyonların, gazetelerin böyle bir karakter yarattığını ve hepimizin varmış gibi inandığımızı düşünürdüm. Amerikan filmlerinin sonunda “Bu filmdeki tüm karakterler hayal ürünüdür. Herhangi bir benzerlik rastlantıdır” açıklaması yer alır ya, o hesap işte. Hayal ürünü bir karakter olan Ağar’ı düşünerek maçları izlerdim.

Tribünler teselli yerleridir, derler ya, Ağar da yaşadığı zor günleri; Susurluk kazası ve kızının ölümü sonrası, medya baskıları, soruşturmalar, dokunulmazlığının kaldırılması, yargı yolunun açılması süreçlerinde Galatasaray tribününde atlatmayı ister bir görüntü verdi. Ama “herhangi” bir tribünde değildi; Şeref tribününde. Üstelik şeref tribününün görünmez yerlerinde de değil. Kulüp başkanının yanında. Sonra soyunma odası koridorlarında, maç öncesi saha içinde teknik direktörün yanında. Kulübün ileri gelenleri dışında kimsenin giremediği, hele teselliyi tribünde arayanların yolunu bile bilmediği yerlerde Mehmet Ağar görüntüye girdi.

Galatasaray’da görüntüye giren böyle adamlar çoğunlukta. Ne iş yaptıklarını, kulüpte nasıl bir görevleri olduğunu bilmiyoruz. Yönetim kurulunda değiller, takım posterlerinde yer almıyorlar; malzemeci, masör, yardımcı antrenör olarak. Verecekleri kartvizitleri yok, kulübe ‘bir konuda’ telefon ettiğinizde yetkilisidir diye onları bağlamıyorlar. Ama sürekli görüntü karelerine giriyorlar. Şişman, kısa boylu, beyaz saçlı, öfke dolu bakışlarıyla bir adam; adı Ökkeş Abi. Sürekli görüntüde, kulüp binasında, yöneticilerin arasında, kamplarda otel kapısında, basını denetliyor, ama ne iş yapıyor belli değil. Sonra maç çıkışlarında yapılan röportajlarda uzun, sıska, ülkücü bıyığı olan, kahverengi saçlı bir adam beliriyor. Kimdir, kimse söylemiyor.

İşte Mehmet Ağar da sade bir taraftardan çok görüntüye giren bu insanlar gibi. Kulüpte resmi olarak yetkili olmasa bile, etkili olduğu çok belli. Bir kez daha hatırlatalım; adam teknik direktörle transfer görüşmelerine gidiyor! Ayrıca idmanları ayrıcalıklı insanların izlediği kulüp binasının terasından izliyor. Şampiyonluğun kutlandığı gün, tesislere şortu ve Galatasaray formasıyla geliyor. Basının görüş alanına giremediği ve sadece bu hali arabadan göründüğü için fotoğrafı çekilmiyor. Mutlaka arabadan iniyor ama binada o formalı haliyle ne yapıyor, bilinmiyor. Tıpkı hakkında daha bir sürü şeyin bilinmediği gibi, belki de ne yaptığını açıklasa Galatasaray sarsılacak. Çünkü tüm bu Susurluk sürecinde söylediği tek şey “Ne yaptıysam devlet için yaptım” ve “Konuşursam Türkiye sarsılır” oldu.

Bu düğün de bu iki cümleyle sanki sarsılmaktan korkan bir Türkiye yansımasının hafif hafif dize geldiğinin ve dengelendiğinin göstergesi gibiydi. Akladılar demek ne derece doğru tartışılır. Şüphesiz insanın aklından ‘aklamanın’ çok daha ötesinde kelimeler geçiyor ama davaları hâlâ devam ettiğine, birçoğundan sıyrıldığına ve şimdilik -beğenmesek de- suçsuz olduğuna göre...

Her neyse, ama yine de bugün kimsenin inkâr edemeyeceği bir Mehmet Ağar gerçeğiyle karşı karşıya ülke. Hayal ürünü olsa, hayat daha kolay olurdu. Ama değil. Olmadığını ilk kez Bursa’da gördüğümü hatırlıyorum, sonra da kendi kendime “Ama neden” diye sorduğumu.

Mehmet Ağar, tam da Tansu Çiller’in “Devleti için kurşun atan da, kurşunu yiyen de bizim için saygıyla anılır. Onlar şereflidir” açıklaması üzerine Cim-Bom “Şeref” tribünündeki yerini almıştı. Bizim bulunduğumuz bilimum ‘şerefsiz’ tribünler ise onun orada olup olmadığını görmek için çok uzaktı.

Takımın geçtiğimiz sezon şampiyonluğu aldığı deplasmandaki Bursaspor maçında, onu sahada gördüm. Benden birkaç metre ileride duruyordu. Her zamanki koyu renk, lacivert takım elbisesiyle. Aynı bıyık, aynı gözlükler. Mehmet Ağar sahada yine her yerdeydi. Futbolcuların arasında, şeref tribününde yöneticilerle birlikte, maç öncesi karşılıklı selam veren teknik direktörlerin yanında, Gordon Milne’le konuşurken, soyunma odasının içinde, koridorlarda, kameraların kadrajlarında, fotoğraf karelerinde. Göğsünde GS rozeti. Yani bunca zamandır, bir televizyon şahikası gibi duran, üzerine yüklenen olaylar, yaptıkları, yaşadıkları, biz normal insanların boyutunu aşan bu “süper kahraman” yaşıyor! İleride şampiyonlukların bile ona (daha doğrusu kızına, bu kadar aleni yapamadılar) adanacağını o günden bilemezdik, tabiî. İçimize attığımız ve sık sık “Bu adam kulüpte ne yapıyor acaba?” diye konuştuğumuz bir konu olarak kaldı.


Ben bir Galatasaraylıyım. Uzun zamandır buna çevremi inandırmakta güçlük çeksem de. Hattâ zaman zaman ben de kendimle şüpheye düşüyorum. Ama özellikle geçen ‘şampiyonluğumuz’dan beri kendimle Galatasaray arasında bir uyum sorununu hissediyorum. Bazen yenilsinler bile istiyorum. Çünkü benim gollere sevindiğim anlarda kameralar önce Fatih Terim’i, ardından da sevinen arkadaşlarını gösteriyor. Ve ben o arkadaşlarını Galatasaray’a yakıştıramıyorum.

Bizim Galatasaraylı olduğumuz dönemden bu yana, Özal Türkiye’sinin doğuşuyla beraber ‘imaj’ daha bir önem kazandı. Özellikle Hıncal Uluç gibi yazarlar, “aristokrat” olan bu takımın imajının korunmasını savundular. Yani daha Batılı, daha çağdaş, daha zengin bir Galatasaray imajı kazıdılar kafamıza. Ama futbol takımı, adeta tüm bu çabalara inat tam birarada kalış görüntüsü çizdi.

Önce ‘futbolcularımızın’ dinci olup olmadığını tartıştık. Sonra da kumarbazlıklarını. Çapkınlıklarını, paralarını, ideolojilerini... Her kesim takıma farklı bir imaj yüklediğinden olsa gerek bir türlü net bir görüntü çizemedi. Bu tip tartışmalar da en çok Galatasaray’da yaşandı.

Yine bu imaj konusuna dönersek, Galatasaray’ın asla sabit bir imajı olmadığını da görebiliriz. Hatta diğer takımlar, gerçek dışı olup başkaları tarafından yüklenilse bile yıllarca tek bir ‘şeyin’ takımı olarak anılıyorlar: İşçi sınıfının takımı Karabükspor, Cunta takımı Ankaragücü, ona karşı halkın takımı Gençlerbirliği, Ülkücü takım Erzurumspor... Şimdi de Star’da yayımlanan reklamlarında “Değişimi izleyin... İstanbulspor’u izleyin” diyerek bir Değişimin takımı İstanbulspor yaratılmaya çalışılıyor.

Ama Galatasaray’ın yıllardır değişen kimlikleri var. Fethullah Gülen’in Hakan Şükür’ün şahitliği ile birlikte takım tarikatçı kimliğini kazandı; futbolcuların büyük çoğunluğu hâlâ Cuma Namazları’nı kaçırmıyor. Tugay’ın kumar tutkusu yüzünden kumarbazların takımı oldular. Şimdi de eskiden tarikatçılıkla suçlanan grubun baş aktörleri Hakan-Okan-Arif-Küçük Hakan ) yeni katılımlarla birlikte Galatasaray’ı “Ağar takım” yapma yolunda ilerliyormuş gibi gözüküyorlar.

Taraftarların her birinin kafasında Galatasaray’ı bir ‘şeyin’ takımı yapmak için değişik görüşler yer alıyordur, mutlaka. Hatta bugün çizdikleri “derin devletin takımı” görüntüsünden memnun olanlar bile çıkabilir. Hıncal Uluç gibi; imaj mevzuunu bu kadar tartışan birinin bu manzaraya ses çıkarmamasından belli. Ama birçok insan da takımı değiştirmek istiyor olabilir, doğal olarak.

Tüm bu duruma karşı ise tek elle tutulabilir çözümün “siyasetler üstü futbol”da kenetlenebileceği gözüküyor. Hiçbir siyasetçiyle, hiçbir görüşle, hiçbir eğilimle dans etmeyen, kolkola girmeyen bir Galatasaray’ın çok daha huzur vereceğini -hemen her kesimde- kestirmek çok da güç olmamalı. Yani o tipik, tekrarlanan ama uygulanmayan mesaj: Spora siyaset karıştırmayın! (Bunu Galatasaray’da oynayan Tolunay Kafkas da istemiyor.)

Bu sorunun ise ülkemizin ‘yerel’ derdi olmadığı zaten aşikâr. Ama Batı’da da var, diye her şeyi ‘import’ etmemizin de bir anlamı yok herhalde. Zaten futbolun beşiği İngiltere’de iki tipik örnek Batı’nın da bu siyaset-futbol ilişkisinden sıkıldığını gösterdi geçtiğimiz sezonlarda.

Önce Chelsea tribünleri popülaritesini arttırmak için sürekli maça gelen eski Başbakan John Major’ın artarda gelen kötü sonuçlardan sonra takıma uğursuzluk getirdiğini düşünerek ıslıkladılar. Major maçlara gidemedi. Geçen sezon Liverpoollu Robie Fowler ise ülkede grev yapan işçileri destekleyen “DoCkers” yazılı bir T - Shirt’ü gol attıktan sonra forması çıkartıp gösterdiği için ceza aldı. Spora siyaseti karıştırmaktan...

Bu arada ülkemizde de bu işin tek günah keçisi Mehmet Ağar değil. En büyüğü olduğu halde... Bu sezon başında sosyal demokrat Hikmet Çetin sosyal demokrat Celal Doğan’dan Gaziantepspor’un oyuncusu Ayhan’ı Beşiktaş için istemişti. Bu günlerde çıkan haberlere göre ise Galatasaraylı olan Mesut Yılmaz Rizespor için Cim-Bom’dan üç oyuncu istiyor...

Futbolu siyasetin tümünden ayırsak bile futbolcuları görüşlerinden ayırmak olmaz, insanlığa sığmaz. Onları apolitik de görmek istemeyiz, ne düşündüklerini, hangi partiye oy verdiklerini bilmek isteriz. Çünkü ne de olsa takımımızın oyuncularıdır, ‘bizim’ gibi düşünüyorlarsa, onları daha çok severiz. Aksi halde sevmez, rahatsızlık duyarız... Büyük, Küçük Hakan, Emre, Mert, Arif ve Okan da olduğu gibi...

Ama onları Ağar’ın kim olduğunu bilen, bu düğünün maksadını anlayan, Türk iç politikasına ilgili, kafa yoran, düşünen, Susurluk’a ilgili “aydınlıktan yana” bireyler olarak düşünmek veya Ağar’ı desteklediklerini sanmak ne kadar doğru, tartışmalı bir konu.


Öküz dergisinin temmuz sayısı için düğüne katılan futbolculardan Okan’la bir röportaj yapmıştım. Sonrasında da yorumlu bir röportaj yazısı yazmış, ondan yola çıkarak “Her sözünün, her yaptığının arkasında durabileceğimiz insanlara hazırlanıyoruz” yazmıştım (Bugünü yaşayanlar, geleceğe bakanlar; Öküz, Temmuz 98).

Düğün haberlerinin gelmesiyle beraber o yazıyı yazan insan ve bir taraftar olarak “şok” yaşadım. Nasıl gidebilir, nasıl aklayabilir, bu oyunun nasıl parçası olabilir diye... Okan’ı bu katılanlar listesinde ayırmak isterim, zira bugüne kadar onu bu grupta yer alan ama bir yönüyle de bu gruptan belirgin biçimde ayrılan bir futbolcu olarak bildim, insan olarak da. Sonuçta bu grupta olduğu için, bu futbolcuların yakın arkadaşı, namaz arkadaşı olduğu için listede bulunmasını “çoğunluğa uymak” adına yorumlamak daha işime geliyor, en azından bir taraftar olarak huzur veriyor.

Ve inanmayacaksınız ama “çoğunluğun” katılımını bile rasyonelleştirip, meşrûlaştırabiliyorum.

Çünkü futbolcu, hele bu listedekiler, siyaset bilmez. İlgilenmez, işine gelmez. Özal’la birlikte yükselen çok eğilimli, çok çeşitli, ama tek amaçlı; para kazanmayı, sadece çok para kazanmayı isteyen futbolcular bunlar. Namazlarını kılıyorlar ama gece hayatında simaları gözüküyor. Şu ANAP’ın dört eğilim olayı; her yol var!

İşte bu kendilerini arayan, kimliksiz insanların hep sığındıkları, dayandıkları bir yer oluyor. Bazen tarikat şeyhlerinin yanı, bazen kumar masaları, bazen de “pop grubunda” yer aldıkları halde evlendikleri türbanlı kadınları...

Futbolcular Mehmet Ağar’ı henüz Mehmet Ağar olarak görmüyorlar. Onlar için Mehmet Abi. Hatta spor muhabirleri arasında süregelen bir geyik var, durumu açıklıyor. Emre’ye menajerin kim diye soruyorsunuz, “Mehmet Abi” diyor...

Ve bu Mehmet Abi futbolcuların sürekli yanlarında. Ne isterlerse yapıyor, her başı sıkıştıklarında, neye ihtiyaçları olduklarında yanlarında, istediklerini yapıyor. Bir baba şefkati, bir abi duyarlılığıyla...

Mehmet Ağabey her yerde ve futbolcuların her derdine derman, her başı sıkıştıklarında arayacakları bir kapı, üstelik devlet kapısı, devlet kuşu. Galatasaraylılar zaten “abi” sistemine alışık yaşar ve bu unvanı dolduracak bir ismi arar; gazeteci, siyasetçi veya herhangi biri. Ama yeter ki güçlü olsun, sırtlarını sağlam yere dayayabilsinler. Mehmet Ağar da takımın ‘wonderwall’ ihtiyacını iyi gideriyor.

Tüm bu varsayımlara rağmen futbolcular düğüne Mehmet Ağar’ın arkasında olduklarını ve onun açıklayabileceklerinden korktukları için, onu aklamak için gittilerse bile medyadaki gibi bir durum söz konusu. Sadece 6 futbolcu; yani korkulacak bir durum yok. Ama futbolcular, doğrusunu isterseniz, kendi kimliklerinde olduğu gibi Ağar’ın kimliğinde de ilgisiz, umursamaz bir tavır takınıyorlar...

Bu tavırları siyaseti futbola sokmamak için olsa iyi ama onların kimliksizliğini gösterince üzerinde durup düşünülmesi gereken bir başka durum da “Türk futbolcusunun kültürel yapısı”. Bu 6 ismin yanında ülkücü olduğunu açıklayan Ünal bile, solcu olduğunu açıklayan Kemalettin ve Kemalist olduğunu söyleyen Tolunay gibi daha saygın bir noktada duruyor...

Yine de, onlar futbolcu. Bırakınız toplarını oynasınlar...

Ancak ‘başarılı’ işadamlarından oluşan Galatasaray yönetiminin zekâsı masmavi gözlerinden taşan yakışıklı başkanı ex - Marksist Faruk Süren’in veya teknik direktörünün de futbolcular ne kadar bihaberse, olan bitenden, ne yaptıklarından ve ne gibi bir görüntü sergilediklerinde o derece “haberdar” olduklarını düşünüyorum. Hattâ bundan daha da ötesi belki de onun politikasını destekleyip, izinden gittiklerini....

Tabiî Terim’in ve Ağar’ın dostluğu da bugünkü manzaranın kaynağı. İkisi de yarın öbür gün yok olduklarında, Galatasaray hâlâ var olacak. Ve belki de onların görüntülerinin “ağar”lığından hâlâ kurtulamamış olacak. Yani, dostluklarınız da ne olur, mahremiyet olarak kalsın.

Geniş çaplı operasyona da bir an önce başlanırsa eğer bundan sonra ‘özgür’ ve ‘kimseye adanmayan’ şampiyonluklar görürüz. Ağar da n’olur takımı desteklemekten vazgeçmesin. Bilet kuyruğunda, deplasman otobüslerinde, idman sahasının taraftara ayrılan bölümünde. Ama yine de onu “bizim takımla” kolkola görürsek Chelsea tribünleri bize tezahüratlarını öğretirler elbet...

Belki bihaber futbolcularımızdan biri tesadüfen bu yazıya denk gelir (veya ben Okan’ın eline tutuşturursam), buraya kadar okuduktan sonra “İyi de, bu adam ne yaptı ki bu kadar eleştirilecek” derse diye onlar için sıkıştırılmış, MTV formatında, hızlı bir Ağar dökümü de yapmak zorunlu. Zira taraftarlarını, abilerini tanımaları hepimizin işine gelir...

Bir kere Ağar bir devlet memuru, ama sıradan bir devlet görevlisi değil. İktidarların hep yanında olmuş, başa geçeni desteklemiş ve böylece yükselmiş bir isim.

Yıldırım Türker’e göre Mehmet Ağar halkını en iyi tanıyan siyasetçilerden biri; “Ceberut, dokunulmaz devlet dilini ustaca kullanmasının yanı sıra, gerçekten de çok yaratıcı bir sanatçı olarak sıradan insanın aklına asla gelmeyecek olan ama işittiğinde kulaklarına çok bildik, çok doğal gelen gerekçelendirmelerle kendini savunuyor. Bütün usta muktedirler gibi, görünürde kendini değil devletini savunuyor ve böylelikle devletin ta kendisi olduğu izlenimini uyandırmaya özen gösteriyor”. [Y. Türker, Radikal İki, sayı 56, (2 Kasım 1997), s. 6-7]

Can Dündar ve Celal Kazdağlı, Susurluk sürecini takip ettikleri 40 Dakika programının metinlerinden oluşan kitapta (Ergenekon, İmge Yay.), Ağar’ın bu dönemde rolünü özetliyorlar:

1. Üç özel tim elemanı: Sedat Bucak’ın Özel Tim’den olan üç korumasının daha önce Topal cinayetine karıştıkları öne sürülüyordu. Mehmet Ağar, İçişleri Bakanı olarak yetkisini kullanıp bu polislerin Ankara’ya getirilmesi talimatını vermişti. Sonra da polisler göreve iade edilip Bucak’a koruma olarak verilmişlerdi... Topal Cinayeti’nde kullanılan silahın Abdullah Çatlı’ya ait olduğu da ortaya çıkacaktı.

2. Çatlı’ya silah ruhsatı: Susurluk kazasında Çatlı’nın üzerinden çıkan silahın ruhsatı, dönemin Emniyet Müdürü olarak Ağar’ın imzasıyla verilmişti. Ağar belgenin sahte olduğunu söyledi. Ancak olayı soruşturan DGM savcısı, imzayı incelettikten sonra el yazısının Ağar’a ait olmasının “kuvvetle muhtemel” olduğunu belirtti.

3. Topal’la komşuluk: Mehmet Ağar’ın eşi ve çocuklarının İstanbul’da bir süre oturdukları evin, kumarhaneler kralı Ömer Lütfü Topal’la yanyana olduğu... Ağar, taşındığında bu durumu bilmediğini söyledi.

Susurluk olayların doruk noktasında kızı Yasemin Ağar, hazin bir hastalıktan hayata gözlerini yumdu. Bu sefer, tüm Türkiye cenazede toplanmıştı; tüm Türkiye derken bol bol Ankara. MHP, kongreye yaklaşıyordu ve bir “lider” aranıyordu. Ağar, MHP’nin başına oynamadı.

Şimdilerde ise yeniden sağın yeni lideri olması, Tansu Çiller’in yerine DYP’nin başına geçmesi konuşuluyor. DGM’de yargılanıyor halen. Dokunulmazlığı kaldırıldı. Susurluk soruşturmaları sonucunda ya aklanacak, ya da yok olacak. Ama bir Türkiye yansımasını yanına almasına bakılırsa, kolay kaybolacağı bir ‘fantezi’ gibi duruyor.

O Türkiye yansımasına girmeyen bir kısım halkın, futbolla ilgilenenlerin, akıllarından “Ne olur yanlış çıksın” diye geçirdikleri bir diğer teori de Mehmet Abi’nin Galatasaray’ın başkanlığına oynayacağı... Radikal Galatasaraylı Ragıp Duran’ın hapse girmeden önce en çok canını sıkan şey Mehmet Ağar’ın takımla ilişkisiydi.

Şimdi, sinemalaşan Türkiye’nin her alanda baş aktörlüğüne oynayan Mehmet Ağar ve “bizim takım” Galatasaray için yeni bir senaryo yazmanın zamanı geliyor. Keşke “toplu arınmayı” Atletico Bilbao maçından önce yapsak, yapsalar da karşılaşma bir tür “Kimin milliyetçileri daha büyük?” kavgasına dönmesin... Dönmesin.

ORAY EĞİN