75 Yıllık Şimdiki Zaman...

Cumhuriyet’in 75. yılı ve bu 75. yıl nedeniyle depreşen “sevgimiz” ve “hassasiyetlerimiz” dolayısıyla çekilen reklam filmlerinin birinde, Güneydoğu’nun gelecekte bir finans merkezi olduğu hayal ediliyor. Bölgedeki durumu “globalleşme” denen determinizme havale eden bu zihniyet, bir yandan var olan toplumsalı kendisine muhatap almazken, öte yandan çetrefil bir ortaklığı içinde barındırıyor. Kendinden menkûl erk iddiasıyla devletlû geleneğin her girdiği kabın şeklini alan miti olan “muassır medeniyet”, globalleşmenin sözcülerinin dilediği biçimi alırken; savaşın, faili meçhullerin, kayıpların, siyasete yüksek düzeyde baskının yaşandığı bir bölgenin finans merkezi olarak hayal edilmesi, ortalama vatandaşın duygu durumuna denk düşüyor aslında. “Geri kalmışlık, feodal yapı” gibi duvarların arkasına gizlenen soruna farklı bir çerçeveden cevap üretilmesine teşebbüs etmenin bile çekeceği tepkileri göz önünde bulundurursak, bu konudaki hegemonik kuşatmanın gücünü anlayabiliriz. Olası cevaplar, verili bir geçmiş, verili bir durum ve verili soruların sınırları içinde aranabilir ancak. Varılacak yer ise tektir: Verili bir gelecek. Hem dünümüz hem de bugünümüz olan bir gelecek. Muassır medeniyet düşünün arkasına takılmış büyük ve homojen bir an. Dolayısıyla, bu ortamda ütopyaya da herhangi bir yer yoktur. Olabilecek tek hedef önceden ilân edilmiş, tek doğru olarak kodlanmıştır.

Kemalizmi bu kadar hegemonik kılan, her türlü ütopyayı önceden tekeline almasını sağlayan, tek doğrunun belirleyicisi olmasına vesile olan şey nedir peki? Bunu pekâlâ, siyasal yelpazenin sağından soluna kadar her türlü düşüncenin altında yatan ve “geri kalmışlık” duygusu olarak isimlendirebileceğimiz bir “yaralı bilince” bağlayabiliriz. Kemalizmin “geçmişinden” sahiplendiği belki de tek söylemi olan “muasır medeniyet”in bu derde bir çare olarak sunulmasının yarattığı hegemonyanın “ağır sanayi” sloganından “global gidişat” sloganına kadar etkisini göstermiş olması, bu mitin “sabit bir ideoloji” olarak bir ütopyanın yerine başarılı bir şekilde ikame edildiğini gösterir. “Muassır medeniyet” aslen bizim yönelmemiz gereken bir “dış ortam” değil, aksine her türlü politik ve (özellikle) sosyal çıkarımımızı önceleyen bir “iç ortamdır”.

Bu uzun ve sınırsız anı, aynı zamanda bir gelenek kurgusu olarak da dillendirebilirsiniz. Çünkü Kemalizm kendisinden sonra gelen olası tüm siyasî hareketlerin geçmiş, şimdi ve gelecek tasavvurlarını ipotek altına almıştır. Bu ipotek sadece tasavvur düzeyinde kalmayıp, siyasetin her alanındaki davranış şekillerine ve reflekslere de sirayet etmiştir. Ülkede bayrak, vatan, millet, yurtseverlik gibi kavramlara başvurmayan bir siyasal dilin meşrûluk kazanmadaki güçlüğü düşünmek burada yeterince aydınlatıcıdır. Bugün de siyaseti belirleyen, Kemalizmin alet-edevat kutusuna dahil olan bu kavramlardır.

Aslında bu yazının yapmak istediği, bir müddettir devam eden “Kemalizm, Modernite ve Gelenek” tartışmasına1 dolaylı da olsa bakabilmek ve buna mukabil olarak demokratik açılım olasılığı ve özgürlük perspektifi konusunda Türkiye solunun kendini tarihselleştirebilme olanaklarını tartışmaktır. Bu tartışma uzun bir geçmişe bakarak değil (ki bu anlamda Kemalizm ile paylaşıldığı iddia edilen bir gelenek değil), otantik bir sol hareket perspektifiyle yapılmaya çalışılmıştır ve bu anlamda yukarıda bahsettiğimiz tartışmanın bir unsuru olarak gündeme gelen radikal demokrasi projesinin tartışma boyunca sunulan şekline bazı şerhler öne sürülmüştür. Sonuç olarak bu yazı, kendi kendinin ebesi olacak bir sol hareketin nasıl olacağını değil, nasıl olmaması gerektiğini düşün(dür)meye çalışacaktır.

BİR SİYASET “YAPMA” TARZI OLARAK KEMALİZM’İN KÖKENLERİ

Giddens’ın ortaya attığı düşünümsellik (reflexivity) kavramının derdimizi anlatma konusunda bize epey yardım edeceğini düşünüyoruz.

“Modernliğin ortaya çıkışıyla düşünümsellik değişik bir karakter alır. Düşünce ve eylemin sürekli olarak birbirinin üzerine yansıtılmasıyla sistemin yeniden üretiminin temeline yerleşir. Artık, günlük yaşam akışının geçmişle hiçbir asli bağlantısı yoktur; yalnızca ‘önceden yapılmış olanlarla’ yeni bilgilerin ışığında ilkeli bir şekilde savunulabilecekler örtüşmeye başlar. Bir uygulama sadece geleneksel olduğu için onaylanmaz; gelenek haklı görülebilir, ama bu da yalnızca bilginin, gelenekten kaynaklanmayan bir bilginin ışığında yapılır. Alışkanlığın eylemsizliğiyle birleştiğinde, bunun anlamı şudur: Modern toplumların en modernleşmişinde bile gelenek, bir rol oynamayı sürdürür. Ama bu rol genelde, dikkatlerini çağdaş dünyadaki gelenek ile modernlik bütünleşmesi üzerinde yoğunlaştırmış olan yazarların inandığından çok daha az önemlidir. Çünkü, haklı çıkarılmış gelenek iğreti giysiler içindeki bir gelenektir ve kimliğini yalnızca modernliğin düşünümselliğinden alır.

Modern toplumsal yaşamın düşünümselliği, toplumsal uygulamaların, bu uygulamalarla ilgili yeni bilgiler ışığında sürekli olarak incelenip reforme edildiği, böylece karakterlerini yapıcı olarak değiştirdikleri gerçeğinden oluşur.”2 (abç)

Modern zamanlarda düşünce ve eylem arasındaki sürekli ve karşılıklı bir iletişimden dem vuran bu kavram, modernliğin bunlar arasındaki ve bunlar dolayısıyla helezonik ilerlemesine işaret eder. Bizim tezimiz böyle bir ilişkinin, Türkiye’de yaşanan gerek düşünsel gerekse siyasal modernleşme sürecinde başat bir rol oynayamamış olmasıdır. Türkiye’deki modernleşme tarihinin ve özelde Kemalizmin “tepeden inmeciliğinden” dem vurmanın ancak bu şekilde dolayımlandığı takdirde anlamlı bir ayrıma denk düşeceğini düşünüyoruz. Toplumsal ile arasında olması gereken bir bağı öngörmeyen bir siyaset düşüncesi geleneği her türlü sonucu yine kendi siyaset alanı içerisinden çıkarsayarak, yani toplumsalın politik olan lehine bir nevi fedasını öngörerek, modernleşme sürecini felce uğratmıştır. Bu konuyu açmanın faydası var sanırız.

Türkiye düşünce tarihinde Namık Kemal’e atfedilebilecek en önemli paye, Tanzimat modernleştiriciliği karşısında ve ona modern bir cevap olarak sosyal ethos sorununu ön plana çıkarması olmuştur. “Modern bir hal” yaratmanın, yani modernite projesini, devletin ve onun araç-gereçlerinin modernize edilmesinden ibaret olmadığını anlamış (belki de sezmiş) olan Namık Kemal, toplumsallığı çekip çevirecek, bireylerin bu yeni durum (modernite) içerisinde kendi anlam ve anlamlandırma haritalarını yaratmaları noktasında onlara rota sunacak bir toplumsal değerler bütününün gerekliliği üzerinden hareketle hummalı bir zihinsel uğraş vermiştir ve sadece bu, verdiği cevaptan bağımsız olarak, onu bir kırılma noktasına yerleştirmemiz için yeterlidir. Namık Kemal’den sonrasına baktığımızda ise bu zihinsel eforun yokluğunu hissetmemek mümkün değildir. Devleti kurtarmak kaygısının siyasal yaşamında hâkim olmasıyla kendisini gösteren reel politik yaklaşım düşün hayatını da etkisi altına alır. Bu ise kendini sosyal ethos arayışından devlet ethosu arayışına doğru bir kaymayla gösterir. Örneğin imparatorluk içinde yaşanan “Osmanlılık ve bilumum uluslar” tartışmasının önemli unsurlarından biri olan dil sorununu “meşrûti bir hükümette bu sorun ortadan kalkacak ve Türkçe doğal olarak İmparatorluktaki bütün uluslar arasında yayılacaktır” gibi bir düşünceyle aşma perspektifi, sosyal durumu/değişmeyi devlet durumundaki değişmeye havale eden bir tutumu göstermektedir ki bu tutumun arkasındaki hikmet-i hükümet felsefesini görmemek mümkün değildir. Reel politik yaklaşımın siyasal alanda hegemonyasını yerleştirmesinin en önemli sonucu, siyaseti, verili durumun sınırları içersinde “yapılması gerekenleri yapmak” gibi teknik bir edime indirgeyerek, ütopyasızlığa gömmüş olmasıdır. En önemli sorun devletin kurtarılması olduğuna göre bunun dışında işlerle uğraşmak beyhude işlerdir. Bu beyhude işlerle uğraşanların tasfiyesi Türkiye siyasal hayatının en trajik yönlerinden biridir. Şerif Mardin’in komitacı aydınlar olarak isimlendirdiği grubun bu hegemonik konumlanışı belli eklemlenmelerle ve başkalaşımlarla devam eder. “Devletin kurtarılması” söyleminin yerini Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte kısa zaman sonra “devletin bekâsı” endişesinin alması bu sefer tasfiye hareketinin de yönünü değiştirmiş ve daha Kurtuluş Savaşı sırasında 150’likler ile başlayan yeni süreç, daha sonraları İzmir suikastı sonrasındaki olaylar ve -örneğin- TKP tevkifatları ile devam etmiştir. Fakat burada önemli bir noktayı atlamamak lazımdır. O da Takrir-i Sükun esprisi içinde siyasal muhaliflerin yanısıra ilerleyen süreçte (özellikle ’30’lu ve ’40’lı yıllarda) devletten bağımsız olarak hareket etmeye çalışan veya devletle organik ilişkisi olduğu halde artık devletin ihtiyaç duymadığı kuruluşların ve derneklerin kapatılmasıdır. Öne sürülen argüman dikkat çekicidir. “Cumhuriyet sizin mücadelesini verdiğiniz her şeyi gerçekleştirdi ve tamamlayamadıklarını en kısa zamanda gerçekleştirmiş olacak.” Toplumsalın kendisinden çıkabilecek herhangi ayrıksı bir duruşa karşı duyulan bu korkuyu Şeyh Sait ayaklanması ve Menemen olaylarının yarattığı şoka bağlamak belki bir dereceye kadar doğru olabilir, fakat bundan daha da önemlisi “devlet için neyin doğru olduğunu bilen” komitacı aydın geleneğinin, yeni bir toplum yaratma iddiasındaki Kemalistler içinde “toplum için neyin doğru olduğunu bilmek” şeklindeki tezahürü ve buna bağlı olarak toplumsalın “ortak bir iyi” ekseninde kurulma iradesidir. Dolayısıyla “kurtulmuş” bireylerin özgürleşme arayışları, rejimin düşündüğü/sınırladığı hareket sahasının dışına taştığında, modernizasyon ideolojisi ile çelişen plandaki bu “sapmalar” bertaraf edilmişlerdir.

Burada “modernizasyon ideolojisi” tanımına dikkat çekmek isteriz. Kemalizm bir modernite projesi veya modernizasyon ideolojisi olarak tartışıldığında, daha çok bir modernite projesi şeklinde kendini tariflemekle birlikte, sosyal ethos vurgusunun eksikliğinden (ve dolayısıyla başarısızlığından) uygulama aşamasında büyük oranda bir modernizasyon ideolojisi olarak kalmıştır. Bu modernizasyon ideolojisinin, devlet merkezli olması onun modernite ile hiçbir ilişkisi olmadığı anlamına gelmez elbette. Aksine Kemalist ideoloji politik alandan taşarak kültürel, sosyal alanı da belirleyebilmiştir ve onun sınırlarının bu giriftliği handikapı olduğu kadar avantajıdır da. Çünkü toplumsalı istediği gibi hizaya sokamamış olsa da, farklılıkların varlığı Kemalizme -politik alandaki hâkimiyeti aracılığıyla- bu farklılıkları tarif etmesini ve böylelikle politik uzamın ana eksenlerini (modern/geleneksel, dinsel/laik, eski/yeni...) belirlemesini sağlamış3 ve Kemalizm böylelikle siyasal hegemonyasını siyasal kimlikler düzeyinde kurabilmiştir. Bu konu aşağıda daha ayrıntılı bir şekilde irdelenecektir.

KEMALİZM VE GELENEK

Siyasal uzamı yukarıda belirtildiği gibi eski/yeni ekseninde kuran Kemalizm için “gelenek” kavramını nasıl ve ne düzeyde kullanabiliriz öyleyse? İlk olarak geleneğin doğası üzerine birkaç kelam etmek gerekiyor.

“... Geleneği var kılan, ‘geçmişten’ türetilmiş olmasıdır. ‘Geçmiş’ derken iki şeyi kasdetmekteyiz: Birincisi, bilgimizin nesnesi bir geçmiş; kurumların, değerlerin, toplumların, düşüncelerin, fiziksel ve teknolojik başarıların, kısaca tarihçilerin geçmişi. İkincisi, deneyimimizin nesnesi bir geçmiştir, birincisinin sabitliğine karşın, deneyimsel geçmiş plastiktir.”4 Dolayısıyla gelenek hem var olanın hem de yaratılanın uyumlu bir gerilimi içerisinde, sahiplenmeler yoluyla ve bu yolun dışındaki bireysel (individual) katkılarla güne ve geleceğe aktarılır. Gelenek bir süreklilik halidir elbette, tanımlayanlar tarafından öyle anlaşılmak istenir.

Ortak bir geçmiş vurgusu taşıyan gelenek tarifi, özellikle Kemalizm söz konusu olduğunda iyice tartışmalı hale gelir. Çünkü Kemalizm kendisini geçimsiz olarak tanımlamaya çalışır. “Bir Kopuş olmak” Kemalizmin kendi hegemonyasını kurabilmek için gereksinim duyduğu bir tarihselleştirme kurgusudur. Böylelikle kendini daha önce yaşanan tartışmaların dışında ve üzerinde tanımlamaya kalkışır. Çelişkisiz, reçetesi olan ve bütün problemleri strateji ve taktikler içerisinde çözmeye kalkışan bu tür bir anlayışın, varlığın kerameti kendinden menkûl değerler ve doğrular üzerine bina etmesi; kendisinin gelenek olma/yaratma durumundan tamamen farklı bir yerde tanımlanmasına yol açar. Geçmişini yok sayar, çünkü onu aşmıştır diyenler olabilir. Burada söylenmesi gereken şudur: Aşmıştır, ancak bağlı kalarak, itiraf edilmeyen bir referans olarak aşmıştır. “Ülkeyi bir dünya savaşına sokan İttihatçı geleneği sahiplenmenin stratejik açıdan ortaya çıkarabileceği maddi ve manevi sakıncaları düşünmek” gibi bir argüman ise bu reddedişin, geçmişin tamamen yok sayılması fikrine bir zemin hazırladığını gözden kaçırmaktadır. Bizim burada bahsetmek istediğimiz şey, geçmişi reddetmenin de ötesinde yok saymanın “Kemalist gelenek” kurgusu içinde özsel bir yeri olduğudur. Siyasal uzamı modern/geleneksel kutuplaşması boyunca ortaya koyan Kemalist tahayyül yukarıda bahsetmeye çalıştığımız “modernliğin düşünümsel ve helezonik ilerlemesi”ni es geçmiş ve böylelikle donuk bir modernliğin ortamını hazırlamıştır. Bu da bizi yazının başında bahsettiğimiz noktaya götürmektedir: dünü, bugünü ve geleceği adeta soğuran sonsuz ve homojen bir zaman tasavvuru, yani geçmişle hesaplaşmanın yerine geçmişi yok saymanın ortaya çıkardığı ve geleceğe vurulan prangalar.

Prangalar, tesis edilen rejimin ideolojik alet-edevatıyla kendilerini var ederler ve resmî/gayrıresmî metinlerde de bu halleriyle yüzeye vururlar.5 Rejim kendi modernizasyon ‘kalkışmasını’ meşrûlaştırmak için kendisini açığa vuracak metinlerden ısrarla kaçınmıştır. Kendi metnini oluşturmak yerine, bulunduğu ahval ve şeraite uygun başka metinlere müracaat etmekten çekinmemiştir. Müracaat ettiği bu metinleri lâzım olduğu kadar kullandıktan sonra bir kenara atmış olması ilgi çekicidir. Kemalizmi bir gelenek ve bir yazım yüzeyi olarak düşünmek isteyenler bunları gözden kaçırmamalıdır. Kemalizmi bir yazım yüzeyi olarak düşünmek, suyun yüzeyi ile karşılaştırmak demektir. Su gibi berrak ve her zaman tertemizdir. Dolayısıyla bugün kendisini muhalif bir hareket olarak isimlendirenler maalesef daha somut bir yüzeye yazı yazmak zorundadırlar. Aksi takdirde Kemalizmin tarif ettiği yüzeye yazılan yazı, reklamdaki tuvalet kâğıdı gibi suyun içinde dağılıp gidecektir. Anolojiden gerçek örneklere baktığımızda, Kemalizmin konjonktürel metinlerinde görülebileek olan şey şudur: Bu metinlere duyulan dönemsel ihtiyaca rağmen, metinlerin kabul edilebilmesi için Kemalizmin sentaksıyla (sözdizimiyle) yazılmış olmaları yetmez. Aynı zamanda sentaks içindeki sözlerin, rejim tarafından tarif edilmiş anlamlarla düşünülmesi gerekir (örneğin laiklik, milliyetçilik, devlet, vatandaşlık, çağdaşlık, ekonominin oturduğu temeller vb.).

Tam bu noktada konuyu hegemonya sorununa doğru çekmenin amacımız açısından gerekli olduğunu düşünüyoruz. Yukarıda -Nur Betül Çelik’in dipnotta belirtilen makalesinden faydalanarak ve daha sonra ayrıntılı inceleme vaadinde bulunarak- Kemalizmin politik uzamı eski/yeni, modern/geleneksel vs. ekseninde tarif ettiğini ve bu yolla da he türlü siyasal kimliğe içkin hegemonik bir konum kazandığını söylemiştik. Kemalizmi bir eklemlenmeler silsilesi olarak gören Çelik’e göre Kemalizmin temel handikapı titiz bir kural koyucu rolünü üstlenmesine rağmen, kendi hegemonyasını oluşturabilmek için kendinden farklı olanlara ihtiyaç duymasıdır. Çünkü bir kimlik ancak bu farklılıkları başkalıklara dönüştürdüğü ölçüde kendini güvenceye alabilecektir. Böylece bu başkalıklara atıfla kendisini tarif edebilecek ve bu tarif ekseninde kendi hegemonyasını oluşturacaktır. Fakat bu çok kırılgan bir süreçtir. Çünkü bu ortam “öteki”nin, hegemonik ve “öteki olmayan” karşısında bir tehlike olaraka dikilmesi olasılığını doğurur. Yani Kemalizmin de bir “öteki” durumuna geçebilme ihtimali belirir. Çelik’in iddiası da tam burada şekilleniyor zaten: Siyasal alanın “amentüleri”ni üstbelirleyen Kemalizm, toplum içindeki kimliklerin çoğullaşması ve akışkanlaşması dolayısıyla, artık anlam verici, açıklayıcı gücünü yitirmiş ve hegemonya mücadelesi veren özgül bir kimliğe dönüşmüştür. Yaşadığımız süreç ise hegemonik bir merkezin olmaması sorununun şekillendirdiği siyasal bir kriz olarak açıklanmaktadır. Bu söylenenlere -en azından bizim anladığımız şekliyle ve vardığı sonucu hariç tutarsak- bir itirazımız yok. Aksine, Kemalizmi Osmanlı’dan başlayan yenileşme hareketinin özgül bir eklemlenmesi olarak görmesi ve hegemonik oluşumun nirengi noktalarından biri olarak Kemalizmin kendisini bir kopuş olarak göstermesini sayması, bu yazının da üzerine kurulduğu birkaç destekten ikisidir. İtirazımız Çelik’in hegemonya sorununu sadece siyasal kimlikler düzeyinde tartışmış olmasınadır. Oysa, eğer Kemalizm Osmanlı’dan başlayan yenileşme hareketinin özgül bir eklemlenmesi ise köklerini bu hareketin temellerinden alan belki “daha eski” diyebileceğimiz bir hegemonik düzeyin de Kemalizm içindeki tezahürlerinden bahsetmek mümkündür. İşte bu yazının da ana teması bu düzeye yöneliktir. Siyasal kimlik olarak Kemalizmden ziyade, “belli bir siyaset tarzının takipçisi” olarak Kemalizmden bahsetmek ve Kemalizmin hegemonyasını bu düzeyde sorunsallaştırmanın demokratik açılım olasılığı için önemini vurgulamak bizi Nur Betül Çelik’ten ayrı düşürüyor. Sorulması muhtemel soruları verili bir önceller dizisi üzerinden düşünmeye sevkeden ve böylelikle siyasetin toplumsalla kurduğu “düşünümsel” bir ilişkiden ziyade, bu önceller aracılığıyla oluşturan bu tarz ve bu tarz aracılığıyla şekillenen bu düzey hesaba katılmadan salt kimlik bazında yürütülen tartışmanın “sorunsallaştırabilme potansiyeli”nden kuşkuluyuz açıkçası. “Camiler kışlamız, müminler askerimiz” söylemiyle kılık kıyafet yasasına dayanarak bu söylemin karşısına dikilmeye çalışılan “üniversiteler kışlamız, öğrenciler askerimiz” mantığı siyaseti algılayışları arasında fark bulunmayan iki cephenin farklı kalıplardaki sözlerinden başka neyi ifade ediyor ki? Bu benzerliği atlayarak ve bu benzerliğe içkin olan söylemi tartışmayarak hegemonik merkezin yokluğundan dem vurmak biraz yanıltıcı aslında. Çünkü asıl problemimiz olan demokratik açılım olasılığını engelleyen hegemonik düzey tam da bu benzerliğin ortaya koyduğu şekilde kendini var ediyor. Unutmamak gerekir ki, demokrasi öncelikle bir tarz meselesidir ve ilk koşulu da toplum mühendisliği yapmamaktır.

Bunu söylemek maalesef yetersiz kaldığından, toplum mühendisliği yapmadan bir şeyler önerebilmek için oldukça ciddi bir düşünsel çabaya muhtacız. Bu ihtiyacı gidermeye dönük akıl yürütmelerden biri, belki de son zamanlarda üretilen ciddi tek zihin açmaya dönük proje, radikal demokrasi projesidir. Ancak Türkiye’deki düşünce dünyasının eleştirel eklemlenmeyi zor başardığı göz önüne alındığında, radikal demokrasi projesi de bahsedilen garabete marûz kalmaktadır. Örneğin, yalnızca, kimlik politikalarının demokratik bir zemini olarak algılanmak gibi.

KEMALİZM, “DEMOKRATİK AÇILIM OLASILIĞI” VE RADİKAL DEMOKRASİ

Radikal demokrasi, verili demokratik şartların genişletilmesi ve toplumu oluşturan birey, sınıf, topluluk vb.nin bu genişletilen şartlar içerisinde sonsuz bir barış yanılsamasının (bu anlamda da konsensus fikrinin) önüne geçecek, ama “beraber yaşama” durumunu da yadsımayacak ortak bir yaşam algısı olarak düşünülmelidir. Bu ortak yaşam algısını ancak belirli çatışma veya “eleştirel” sınırlarla kabul etmek gerekir.

Kısacası; radikal demokrasi perspektifi, birlikte yaşarken karşılaşılacak çatışmaların varlığını yadsımaz, bu çatışmalarla yaşayabilmenin yollarını aramaya çalışır. Radikal demokrasi tartışmalarında, demokrasinin tarif edilen şekilleriyle ne tür bir otoritaryen yönetim algısına yol açtığı dile getirilirken, demokrasinin zorunlu bir uzlaşma halinden çıkarılarak, çatışmalara ve örtük olmayan bir hegemonya mücadelesine dönüşebilme imkânlarına da aynı ağırlıkta vurgu yapılmaktadır. Demokrasinin dinamik olarak tarif edilen bu yüzünü ortaya çıkarmaya dönük çabalar arasında, var olan ‘demokratik siyasal kültürün’ eleştirel bir okuması ile birlikte yeniye imkân tanıyacak ve yeninin yazılabileceği ‘yeni’ bir yüzeyin düşünülmesi gelmektedir. Bu noktada Türkiye’nin yaşadığı demokrasi krizi ile rabıtalı olarak dile gelen tartışmada, yeniden yazım yüzeyi olarak Kemalizmin ‘mirasına’ atıf yapılıyor olması düşündürücüdür.

Kemalizmin bir yazım yüzeyi olarak önerilememesi aynı zamanda devletin aşırı görece özerk hale gelmesi, Türkiye’de demokratik açılım olasılığını yeni bir yazım yüzeyi önererek zorlamayı gerektirir. Bu zorlama, Türkiye’de kendiyle beraber bunu da gerçekleştirmek zorunluluğunu eşzamanlı göğüsleyebilecek özgürlükçü bir sol/sosyalist harekete düşmektedir. Bu sırf moral motivasyon için sarf edilmiş bir cümle olmanın ötesindedir; hayatı örgütlemek, insanın özgürleşmesini ve kendi potansiyelini gerçekleştirme imkânını yaratabilmek, baskıcı-otoriter bir dili ters-yüz edebilmek, bu ülkede yaşanan haksızlıkları ilk önce bu ülkenin yurttaşlarının bilincinde sergilemeyi başarabilmek, özgürlükçü sosyalist anlayışın her şeyden önce görevidir. Bu görevi gerçekleştirebilmek, bugünden yarına elbette mümkün değildir. Üzerinde çokça düşünülmesi ve gündelik yaşamın içinden başlayarak örülmesi gereken uzun erimli bir süreçtir. Ancak bu süreç maalesef uzun bir şimdiki zaman değil, bir ütopya sahibi olmayı gerektiren gelecek zamandır. Fakat aynı şekilde de geleceğe ertelenemeyecek kadar bugüne dairdir.

Bu noktada global düzeyde yaşanan “modernitenin kriziyle”, bu coğrafyanın kendine has “modern durumunun” ortaya koyduğu sorunların beraberce ördüğü tarihsel bir düğüm noktasında olduğumuz pekâlâ söylenebilir. Habermas’ın “sosyalizmden geriye kalan” olarak nitelendirdiği radikal demokrasi projesi ise, Türkiye sosyalistlerinin zannımızca böyle bir tarihsel anda kaale almaları, tartışmaları gereken bir cevap denemesi. Yukarıda değindiğimiz gibi bu düğüm noktası aynı zamanda solun dünü ve yarını arasındaki kritik bir dönemi de içermektedir. “Radikal demokratlar ve devrimci sosyalistler” ayrımının kendisine fazla takılmadan, sistemi bütünüyle sorgulayabilen ve onu aşma perspektifini taşıyan bir külli demokratikleşme projesinin hiç şüphesiz ki “ideolojik omurgaya” ihtiyaç duyacağını söylemek lazım. Bu omurganın, salt bir modernite eleştirisi üzerine oturtulması ve buna göre radikal demokrasi projesinin de bir kimlik siyaseti düzeyi olarak öngörülmesi, Kemalizmin bir tür modernite projesi olması gibi radikal demokrasinin de bir tür “demokratik açılım olasılığına” indirgenmesine sebep olacaktır. Böyle bir durumda radikal demokrasi, milliyetçi ve toplulukçu siyasetlerin karşısında tanımlanacak ve orada duracaktır. Bir imkân olarak radikal demokrasi arayışının ötesinde (veya aslında öncesinde) liberal demokratik kodifikasyonu deşifre eden/sorunsallaştıran bir radikal demokrasi tahayyülünün sınırları bizce projenin “radikalliği” konusunda belirleyici olacaktır. Tarihsel bir düğüm noktası olarak nitelendirdiğimiz böyle bir süreçte, evrensel bir cevap olan radikal demokrasi projesinin bu coğrafya bazında da düşünülmesi tabiî ki takdire şayandır, fakat bu “verili durumda yapılması gerekenler” başlıklı ilmihalin tercümesi doğrultusunda okunmaması şartıyla ütopikliğini kaybetmiş/sınırlamış bir “radikallik” bir tür radikallikten öteye geçebilir mi acaba?

SONUÇ OLARAK; ÖDC PROGRAMI ÜZERİNE

Yazı boyunca dile getirilmeye çalışılan meram; bir tartışmanın, sosyalist hareketin ve özellikle kendisini “yüzünü sosyalizme dönen, kitlesel sol” bir parti olarak tanımlayan ÖDP’nin, üretebilecekleri üzerine etkisi idi. Dolayısıyla bu yazı, partinin ÖDC adını verdiği programın maalesef yarım kalan yönünü bir parça daha açabilmek gibi yazıda pek fazla belirtilmeyen bir amacı gözeterek yazıldı. ÖDC programı dolayımında daha önce Tanıl Bora ve Kerim Özkonur6 tarafından dile getirilenlere tamamen katılmakla birlikte, yukarıda değinilen perspektif bağlamında program üzerine birkaç kelam etmek boynumuzun borcu.

ÖDC’de utangaç bir şekilde dile getirilen ve devletin demokratikleştirilmesi olarak isimlendirilen vurguya atıfla diyebiliriz ki, devleti şekillendiren “ideoloji” aslında tam da istediği gibi devletin aşırı görece özerkliğini pekiştirirken, elindeki enstrünmanların bazılarının da özerkleşeceğini gözden kaçırdı. Merkezî olanın gücüne adeta tapınan resmî görüş, bu “neo-feodal” durum karşısında kısa bir bocalama geçirdikten sonra ordunun merkeze baskısıyla “toparlanma” sinyalleri vermeye başladı. Yaşanan bu sürecin bizce önemli olan tarafı, devletin nasıl bir anlayışla yönetildiği konusunda, devraldığı “verili durumda yapılması gerekenler” şiarına bil’ a kayd-u şart uyan idare-i maslahatçıların sergiledikleri özgüvendir. Dolayısıyla bu özgüveni yıkmaya dönük her adım aslında “demokratik açılımı” zorlayabilecek güçtedir. Devletin demokratikleştirilmesi derken kastedilenin bu olduğu ortadadır. Bununla birlikte, radikal demokrasi projesi ve bu bağlamda ortaya konacak açık bir hegemonya mücadelesi iddialı bir çaba olarak düşünülmelidir. Bunları düşünürken dikkat edilmesi gereken bazı açmazlar olduğu ortadadır. Yukarıda değinilen ve aslında Kemalizm ile hesaplaşmayı sorunsallaştırmaya uğraşan satırlar bunun içindir. Yeni bir şeyi tarif ederken söylemsel olarak aştığımızı iddia ettiğimiz Kemalizm, pek çok sosyalistin vurgularında sırıtır bir şekilde ansızın ortaya çıkabilmektedir. Dolayısıyla özgürlükçü, demokratik bir sosyalizmi tasavvur ederken, söylemin ötesinde düşünsel reflekslere sahip olmak öne çıkmalıdır. ÖDC programı bunları yapmaya dönük potansiyeli üzerinde taşımaktadır. Bu potansiyeli gündelik hayata dönük olarak canlandırmak için, hayata müdahale etmek bu bağlamda da hayatımızı her gün yeniden şekillendirmeye çalışan devletin, devlet görevlilerinin ve en önemlisi yapılanların arkasındaki zihniyetin demokratik bir kalkışmayla meşrûiyetlerini sorgulamak gerekmektedir.

Kısaca, Gramsci’nin hegemonya tarifi bağlamında bütün sosyalistler pek çok hegemonik ağın örülmesinde ‘öncü” olabilirler. Olmalıdırlar. Gündelik hayata müdahale etmeyi öğrenmedikçe, sosyalistlerin yapabilecekleri sınırlı kalmaya mahkûmdur. Bu anlamıyla yerlilik/ecnebilik ayırımını aşabilecek politikalar üretmek bizlerin elindedir. Zira yerel derken tikele ve onun suni kimlik vurgusu abartısına, ecnebilik oynarken evrenselin muğlak “dünya vatandaşı/insan” algısına takılıp kalmamak gerekir. Bu ütopya, ancak bugün var olan kanlı canlı insanlarla ve onların yaşadığı kanlı canlı problemlere çözüm aramakla kurulabilir. Bir ütopyanız yoksa nice yetmiş beş seneleriniz olur; bir ütopyanız varsa her yeni günde devrim için bir şansınız... Çünkü... Devrim her zaman acil bir sorundur. Fakat bu aciliyet takvim yapraklarına ve saatlere değil politik tahayyüle atfedildiği ölçüde böyledir.

[1] Bu tartışma ile ilgili olarak bkz. Fuat Keyman, “Kemalizm, Modernite, Gelenek: Türkiye’de Demokratik Açılım Olasılığı”, Toplum ve Bilim, 72 (Bahar 1997); Levent Tezcan, “Kemalizmi Düşünmenin Sorunları”, Toplum ve Bilim, 74 (Güz 1997); Fuat Keyman, “Levent Tezcan’a Yanıt: Kemalizm, Gelenek ve Demokratik Açılım”, Toplum ve Bilim, 75 (Kış 1997); Menderes Çınar, “Tezcan’a Yanıt: Bir Siyaset Grameri Olarak Kemalizm”, Toplum ve Bilim, 76 (Bahar 1998).

[2] Anthony Giddens, Modernliğin Sonuçları, çev.: Ersin Kuşdil, Ayrıntı Yay., İstanbul, 1998., s.42-43.

[3] Ayrıntılı bir okuma için bkz. Nur Betül Çelik, “Kemalist Hegemonya Üzerine Bir Kavramsallaştırma Denemesi”, Birikim, Ocak-Şubat 1998, sayı 105-106, s.28-35.

[4] Ahmet Çiğdem, “Muhafazakârlık üzerine”, Toplum ve Bilim, 74 (Güz 1997); özellikle s.34-35.

[5] Rejimin metinlerle kurduğu ilişki; Nutuk’a, CHP programlarına, kurultaylarda sunulan bildirgelere, Türk Ocaklarının parti tarafından gönderilen temenni bildiren metinlere kurulan derneklere yapılan tavsiyelere bakılarak tarif edilebilir. Yazılan her metinde çoğu zaman açıkça belirtilen ve aslında geçmişle ilgili problemli “buluşma(ma)ya” göndermeler gayet nettir. Bu konuda somut çalışmalara örnek olarak bkz. Taha Parla, Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmî Kaynakları, cilt 3, İstanbul; İletişim Yay., 1992; Füsun Üstel, Türk Ocakları, İletişim Yay., 1998; Arzu Öztürkmen, Türkiye’de Folklor ve Milliyetçilik, İletişim Yay., 1998.

[6] Tanıl Bora-K. Kerim Özkonur, “ÖDP”nin Politikası ve Bir Öneri: ‘Ya Devlet Başa...’”, Birikim 92 (Aralık 1996).